24 Ağustos 2019 Cumartesi

SIRADIŞI BİR KÖY, SAKLI CENNET: İZNİK ELMALI!



Doğa gezilerimizde dün (22 Ağustos 2019 Perşembe) Bursa’nın İznik ilçesine bağlı İhsaniye, Elmalı ve Sansarak köyleri civarında meşe ve gürgen ormanlarını, meraları, yaylaları gezdik. İlk kez gördüğüm Elmalı köyüne hayran kaldığımız söylersem ne kadar abartmış olurum bilmiyorum.
Bir köy düşünün, alışık olduğumuzun tersine evlerini dağın eteklerine yapmış, aşağıdaki verimli arazileri korumuş.

Yemyeşil kayın ormanıyla çevrili ve birbirinden uzak evleri ile Karadeniz’deki yerleşimi hatırlatan Elmalı pek çok bakımdan diğer köylerle aynı kaderi paylaşsa da, bozulmamış doğası ve İsviçre kırsalını andıran yerleşimi ile görülmesi gereken bir yer.
Dünkü yürüyüşümüz Koza Dağcılık Kulübü bünyesinde, rehberimiz Harun hoca (Bayram) ve beş kişi ile
gerçekleştirdiğimiz “Keşif Gezisi” idi.  Özel aracımızla Yenişehir’den İznik’e, oradan Sansarak-Elmalı yoluna girdik. Aracı İhsaniye yol ayrımında bıraktıktan sonra yürüyerek İhsaniye köyüne çıktık.
Açıkçası İhsaniye köyüne varmadan her tarafı yoğun bir sis kapladı ve biz köyde bir yeri göremedik. Köy camisinin yanındaki evlerden sadece birisinde, evin girişinde yaşlı bir kadın görebildik o kadar. Eğer bizim gelişimizi fark edip havlayan bir grup köpek olmasaydı, köyün tamamen terkedilmiş olduğu hissine kapılacaktım.

YÖRÜK KÖYÜ İNSANİYE NEREDEYSE BOŞALMIŞ

İnsaniye, (Eski adı Ayrıoluk imiş) küçük bir köy. Samanlı Dağları’nın en yüksek tepesi sayılan Keltepe civarında bir orman köyü.  25-30 civarında nüfusu varmış.

Kerpiç duvarlı evlerin çoğu terk edilmiş görünüyor.
Taş duvarlı ve “samanlık” diye tahmin ettiğim bir binanın girişinde tabeladaki yazı  dikkatimi çekti:
Yetiştirici: Osman Babuç. Bu işletmede Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından desteklenen ‘Kıl Keçisinin Halk Elinde Islahı’ projesi uygulanmaktadır. TAGEM: Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü”
Ama çevrede keçi göremedim.
İtiraf edeyim, TAGEM’i ilk kez duydum. Bizim yerli ırk olarak bildiğimiz “kıl keçisi”nin daha verimli hale getirilmesi, ıslahı için yapılan çalışmanın sonuçlarını da görmeyi çok isterdim.

Cami girişindeki asmanın üzerindeki salkımların hastalıklı,  oturma yerinin üzerinin örümcek ağları ile kaplı olması ilgimi çekti ve ilk kez üzerinde yağmur damlacıkları olan bir örümcek ağını fotoğraflayabildim. Çevrede kimse  yoktu. Camiin tuvaleti de tertemizdi. Kimbilir, belki de hiç kullanılmıyordur.   



‘KELTEPENİN TAŞLARI’…


Köyün çıkışında bırakılan kırmızı plastik çöp konteyneri süs eşyası gibi duruyordu.
Yukarıya, “Keltepe”ye doğru yükseldikçe sis dağılmaya başladı.
Keltepe bölgenin en yüksek yeri. Çevresi ormanlarla çevrilmiş ve
zirvesinde  ağaç olmayan bir yer.  Sanırım, bu tepeye, ağaç olmadığı için “Kel-tepe” denmiş.
Tepeye doğru çıkıp iki yandaki manzaraları seyrederken, çocukluk günlerimden bir türkü takıldı kulağıma:
Kel tepenin taşlarını konun mu sandın
Sevip sevip ayrılmayı oyun mu sandın..”
Bin 200 metre civarında rakımlı zirveden sonra Elmalı yönünde ilerledikçe bozuk baltalık denilen meşe ormanına hiç hayvan sürüsü uğramadığı gibi bir hisse kapıldım.
Zira ormanın içinde, tırpanla biçilecek yükseklikte has otlar var. Sonbahar geliyor ve ormanlar samanlık gibi otla dolu. Niye otlanmaz bu meralar diye üzülüyor insan.
İçimi rahatlatan tek şey, uzakta, hangi köye ait olduğunu anlamadığım bir koyun sürüsü oldu. Bizi fark edip havlayan köpeklerden birisi galiba bizi çok sevdi, bir süre çevremizde dolaştı, eşlik etti. Karnı zil çalıyordu, aç olduğu çok aşikardı, ama bizde ona uygun yiyecek yoktu.

Elmalı köyüne yaklaştıkça artık meşenin yerini gürgen (kayın) aldı. Burada, örneğin Domaniç civarındaki gibi büyük kerestelik kayın ağaçları göremedi. Ancak, kayın ormanının kendine has bir dinginliği var; yeşilin tonları, sahiden büyüleyici…

ELMALAR, ELMALAR…

Eee bu köye boşuna “Elmalı” denmemiş, ormanın kenarlarında, sağda solda yabani elma ağaçları görüyorsunuz.
Elmaların bir kısmı olgunlaşmış, yenebilir durumda. Ama anlaşılan sahipsiz, kimsenin de ilgilendiği yok. Bazı ağaçlarda meyveler yere dökülmüş.
Daha ziyade küçük, hatta önce erik sanılacak kadar küçük elmalar.
Çoğu ekşi, ama tatlı olanlar da var.
Tek tük döngel, kızılcık da görüyoruz. 
Ve erikler… Kırmızı, siyah, sarı, yeşil erikler… Görüntü yemyeşil, ama hayli tatlı. Birisinin tadı erik ile kayısı arasında!

Armutları unutmak olur mu? Ancak bunlar da “zirai”, yani o pazarlarda satılan kocaman ve sulu armutlardan farklı. Bizim köyde bunlara “canap”, “aflat” falan denirdi.
Sadece ağaçlardaki meyveler değil, yol boyunca karşılaştığımız kuşburnu ve böğürtlenlere de ilgisiz kalamadık. Sonuçta her ağaçtan üçer beşer derken, sırt çantamı neredeyse meyveyle doldurdum!


SIRADIŞI BİR KÖY: ELMALI…

Elmalı’yı, alıştığımız yerleşim birimlerinden farklı kılan pek çok şey var.
Öncelikle, Elmalı insanı köyde evleri, ahırları yamaçlara, dağın eteklerine yapmış, aşağıda, düzdeki verimli arazileri korumuş. Orayı da oldukça verimli kullanıyor.

Ayrıca Elmalı halkı çevredeki ormanı mahvetmemiş… Belli ki burada yakacak odun sıkıntısı yok.
Eski geleneksel mimari ahşap üzerine.
Uzun yıllardır hiç görmediğim, “çöten”i, (Ağaçtan yapılan ve içinde mısır başakları saklanan bir tür silo) burada gördüm.
Köyde evler birbirinden uzak. Herkes evinin önüne (3-5-10 dönüm) geniş bahçe yapmış. Bahçelerin çoğunda taze fasulye ve barbunya ile mısır üretiliyor. Kimi bahçeler de tamamen çayır, Yoncalık halinde. İnekler evin önündeki çayırda otluyor.

Sadece evin önündeki bahçe, yoncalık değil, burada meralarda da herkesin yeri belli. Konuştuğumuz bir köylü, “Burada kimse kimsenin çayırını gütmez, mera kavgası falan da olmaz” dedi.
Bir tür “özel mera” oluşturulmuş. Sahiplenilmiş.
İlk defa bir merada, kötü yaban otlarının (hayvanların yemediği otlar, dikenler, çalılar) ayıklandığını,  bu yüzden de otlanınca çim biçme
makinesi ile biçilmiş izlenimi veren meraya tanık oldum.
Bizim hükümet programlarında hep yazılan ama hep lafta kalan “mera ıslahı” büyük ölçüde halledilmiş.
Sadece uygun sulaklar görmedim.

YAZLIK CAMİ, KIŞLIK CAMİ!

Elmalı köyüne inerken yolun kenarında küçücük ahşap bir mescit görmüş, biraz da şaşırmıştım. Kimin yolu düşer de zayıf bir çeşmenin yanındaki bu küçücük mescitte namaz kılardı ki?
Ama asıl şaşkınlığı köye girince yaşadım. Elmalı’da, aşağıda, verimli tarım arazilerinin ortasına kurulmuş tek yapı, çok görkemli bir cami idi.
Ancak yanına varınca, bu caminin gölgesinde kalan çok orijinal bir ahşap cami fark ettim.

Dört yıldır burada çalıştığını söyleyen köy imamı, eski ve ahşap olan  camiyi yaz aylarında, diğer görkemli beton  camiyi ise kışın kullandıklarını söyledi.
“İki camimiz var. Şu anda bu ahşap camiyi kullanıyoruz. Ama havalar soğuyunca öteki camiye gidiyoruz. Orasının elektrikli yerden ısıtma sistemi var…”
Camiin kapısındaki levha da dikkat çekici:

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü katkılarıyla yapılmıştır”. 2017 tarihli camiin duvarlarında Arapça harflerle yazılar var.
Eski ahşap cami tarihi eser sayılıyormuş. Girişteki yazılar latin alfabesi ile Türkçe.
 Buraya “Çivisiz Cami” de deniyormuş. Zira, cami tamamen ağaçtan yapılmış ve ağaçlar birbirine öyle bir bağlanmış ki, hiç çivi kullanılmamış.

Caminin içerisi ise ağaç işçiliği ve oymacılıkta harika bir ustalığı yansıtıyor.
Elmalı bir Gürcü köyü. 1800’lerin sonunda Kafkasya’dan göç edenler tarafından kurulmuş. “Yaşım, doksana varmaya iki buçuk sene kaldı” diyen bir amcaya “köken”i  sorduk. Cevabı, “Valla Gürcüymüş, uzaklardan gelmiş ama ben bir şey bilmiyorum. Burada doğdum, aha burada öleceğim. Hepimiz Türküz, Türk..” şeklinde oldu.

Buradaki “Çivisiz Cami”yi Trabzon’dan gelen ustalar yapmış. Cami 2013 yılında restore edilmiş.
İznik’e 30 kilometre uzaklıktaki Elmalı’ya kışları 3-4 metre kar yağdığını duyunca da doğrusu kulaklarımıza inanamadık.
Bir zamanlar 1.500 civarında insan yaşadığı söylenen köyde pek çok  evin terk edildiği gözleniyor ve nüfus 300 civarına düşmüş. Pek çok köy gibi burada da ilköğretim okulu yok. Köyün en önemli geliri taze fasulye, barbunya, mısır ve hayvancılık ürünleri. Aslında bunların hiç birisi büyük ölçekli işletmeler düzeyinde yapılmıyor ve “yan gelir       görünümünde.

Biz Çivisiz Cami’nin avlusunda otururken, bazı tüccarların kantarda çuvallarla taze fasulye tartıp köylüden satın aldıklarını gördük. Taze fasulye kilosu 5-6 liradan satılıyormuş.
Dikkatimi çeken şeylerden birisi de bu harika manzaraların köye dışarıdan ilgiyi artırıp artırmadığı idi. Sadece Elmalı köyü değil, Aluç Yaylası civarında satılık araziler olduğunu duyduk.

Kuşkusuz buralar herkesi büyülüyor, özellikle yazları yemyeşil, cennet gibi  yerler.  Ancak köy imamına bakılırsa, sessiz, “sıkıcı” bir yer..
İnsan burada sıkıntıdan patlıyor. Çok tenha. Sadece Ramazan’da aileler teker teker gelir burada yemek verir. Bunun dışında ortalıkta kimseyi göremezsin. Ama havası, suyu çok temiz. Sağlık için”.
Köyün kendine has yemekleri “çadi”, “kara lahana”, “kalaco”, “pipinay”, “lobya”, “katmisfeni” de anladığım kadarıyla Gürcü mutfağını yansıtıyor.
Rakımı 800 metre olan Elmalı hem havadar, serin, hem de verimli bir araziye sahip.


SANSARAK

Elmalı’dan sonra hedefimiz Sansarak köyü oldu.
Yol, yani patika üzerinde yine değişik meyve ağaçlarını ve böğürtlen, kuşburnu görmeye devam ediyoruz.
Ancak yaz mevsimi ve hasat zamanı olmasına, yani köylerin en canlı hareketli olması gereken zamanlar olmasına rağmen, çevrede tek tük insan görüyoruz. Bunlardan birisi, eşini krank milinin üzerine bindirmiş traktörü ile hayli dik bir rampadan inen ak sakallı yaşlı amcaydı. Bize Sansarak’ın yolunu tarif etti.

Bir diğer yaşlı ise sığırlarını otlatıyordu.
“Ayı yok mu buralarda” dedik.
“Olmaz olurmu… Aha şu yukarıda yatıyor” deyiverdi.
Biz belki de kalabalık ve gürültülü yürüdüğümüz için görmüyoruz ama meğer burada insanlar yaban hayatı ile hayli içli dışlı.
Bazen iniyor aşağı, seslenince gidip yukarı ağaçların dibine yatıyor” diyor.
Anlaşılan, ayıdan çok kurttan çekiniyor köylüler. Zira koyun, keçi ve sığırlar için kurt tam bir canavar! Sinsi, hızlı…
Sansarak’a birkaç kez gelmiştim. Sansarak Kanyonu, bizim bölgenin en zorlu kanyonlarındandır ve İstanbul’dan doğa yürüyüşçülerinin de rotalarında olan bir yer. Tabi bugün kanyona, derelere inmeyeceğiz. Bugün Elmalı’nın meralarından Sansarak’ın meralarına, ormanlarına doğru yürüyoruz.

Elmalı’dan Sansarak’a doğru yürüdükçe, ormanlar kayın yerine meşeye bürünüyor.
Düzgün, hayvanların yemediği otlardan temizlenmiş meralar bir anda vahşi otlaklara dönüyor.
Ormanda yürürken, bölgede hiç keçi koyun sürüsü olmadığı izlenimine kapılıyorsunuz. Zira gerçekten Ağustos’un son günlerinde yemyeşil, elli sentime varan çayırlar var ormanda.
Sansarak köyü bir dağın yamacında.
Köye üstten girişte sizi duvarları kerpiçle örülen eski evler karşılıyor.
Sokak zemini kilitli parke. Buranın adına “mahalle” dedirtecek tek şey galiba köyün ana sokaklarındaki bu kilitliparke ve köşelere yerleştirilmiş çöp konteynırları.

Öğle molamızı Elmalı’daki Çivisiz Cami avlusunda vermiştik. 21 kilometre yol teptikten sonra geldiğimiz Sansarak’da yürüyüşü noktalıyor, kahveciden içtiğimiz çaylarla yorgunluğu biraz atlatıyoruz.
Kahvehanenin olduğu yer köy meydanı gibi. Burası da yaşlı ve emekli insanların mekanı. Şehirden domates, fasulye, barbunya almak için gelen tüccarlar dikkat çekiyor. Ne de olsa hasat zamanı.

Sansarak Osmanlı döneminde çok önemli bir yermiş. Burada İstanbul’daki Saraya, orduya atlar yetiştirilirmiş. Bir köylü, “Yakın zamana kadar herkeste bu cins atlardan vardı. Tabi koşu değil, yük hayvanı bizimkiler. Şimdi sadece iki tane kaldı. Birisi sakatlantı.Artık köyde at işi bitti” diyor.
Elmalı gibi burası da yeşil fasulye, barbunya, mısır üretiminde iddialı. “Bizim fasulyeyi hiç birisi tutmaz” diyor bir yaşlı.
“Pazar yeri” dedikleri bir yere kantar kurulduğunu, tüccarın köyden çuvallarla barbunya aldığını görüyoruz. Güzelliğine dayanamayıp biz de barbunya satın alıyoruz. Satıcı 6 lira diyor, pazarlıkla 5,5 liraya alıyoruz.

Köy meydanında köylülerle sohbetten sonra ilk işimiz, Sansarak-İhsaniye yolu ayrımında sabahleyin bıraktığımız aracımıza ulaşmak. Gençlerden birisi motosikleti ile yardımcı oluyor ve köye gelen aracın bagajını gündüz topladığımız elma armut ve satın aldığımız barbunyalarla dolduruyoruz!
Harika yerler gördüğümüz, ilklere tanık olduğum bir doğa yürüyüşü, televizyonlarda haber bültenlerinin yayınlandığı akşam saatlerde sona eriyor.
Yürümeye, doğayı, köyleri, meraları, insanları velhasıl memleketi tanımaya devam…