Doğa gezilerimizde dün (22 Ağustos 2019 Perşembe) Bursa’nın İznik ilçesine bağlı İhsaniye,
Elmalı ve Sansarak köyleri
civarında meşe ve gürgen ormanlarını, meraları, yaylaları gezdik. İlk kez
gördüğüm Elmalı köyüne hayran
kaldığımız söylersem ne kadar abartmış olurum bilmiyorum.
Bir köy düşünün, alışık olduğumuzun tersine evlerini
dağın eteklerine yapmış, aşağıdaki verimli arazileri korumuş.
Yemyeşil kayın ormanıyla çevrili ve birbirinden uzak
evleri ile Karadeniz’deki yerleşimi
hatırlatan Elmalı pek çok bakımdan
diğer köylerle aynı kaderi paylaşsa da, bozulmamış doğası ve İsviçre kırsalını andıran yerleşimi ile
görülmesi gereken bir yer.
Dünkü yürüyüşümüz Koza
Dağcılık Kulübü bünyesinde, rehberimiz Harun
hoca (Bayram) ve beş kişi ile
gerçekleştirdiğimiz “Keşif Gezisi”
idi. Özel aracımızla Yenişehir’den İznik’e, oradan Sansarak-Elmalı
yoluna girdik. Aracı İhsaniye yol
ayrımında bıraktıktan sonra yürüyerek İhsaniye
köyüne çıktık.
Açıkçası İhsaniye köyüne
varmadan her tarafı yoğun bir sis kapladı ve biz köyde bir yeri göremedik. Köy
camisinin yanındaki evlerden sadece birisinde, evin girişinde yaşlı bir kadın
görebildik o kadar. Eğer bizim gelişimizi fark edip havlayan bir grup köpek
olmasaydı, köyün tamamen terkedilmiş olduğu hissine kapılacaktım.
YÖRÜK KÖYÜ İNSANİYE NEREDEYSE BOŞALMIŞ
İnsaniye,
(Eski adı Ayrıoluk imiş) küçük bir
köy. Samanlı Dağları’nın en yüksek
tepesi sayılan Keltepe civarında bir
orman köyü. 25-30 civarında nüfusu
varmış.
Kerpiç duvarlı evlerin çoğu terk edilmiş görünüyor.
Taş duvarlı ve “samanlık” diye tahmin ettiğim bir binanın
girişinde tabeladaki yazı dikkatimi
çekti:
“Yetiştirici:
Osman Babuç. Bu işletmede Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından
desteklenen ‘Kıl Keçisinin Halk Elinde Islahı’ projesi uygulanmaktadır. TAGEM:
Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü”
Ama çevrede keçi göremedim.
İtiraf edeyim, TAGEM’i
ilk kez duydum. Bizim yerli ırk olarak bildiğimiz “kıl keçisi”nin daha verimli hale getirilmesi, ıslahı için yapılan
çalışmanın sonuçlarını da görmeyi çok isterdim.
Cami girişindeki asmanın üzerindeki salkımların hastalıklı, oturma yerinin üzerinin örümcek ağları ile
kaplı olması ilgimi çekti ve ilk kez üzerinde yağmur damlacıkları olan bir
örümcek ağını fotoğraflayabildim. Çevrede kimse
yoktu. Camiin tuvaleti de tertemizdi. Kimbilir, belki de hiç
kullanılmıyordur.
‘KELTEPENİN TAŞLARI’…
Köyün çıkışında bırakılan kırmızı plastik çöp konteyneri süs
eşyası gibi duruyordu.
Yukarıya, “Keltepe”ye
doğru yükseldikçe sis dağılmaya başladı.
Keltepe bölgenin
en yüksek yeri. Çevresi ormanlarla çevrilmiş ve
zirvesinde ağaç olmayan bir yer. Sanırım, bu tepeye, ağaç olmadığı için “Kel-tepe” denmiş.
Tepeye doğru çıkıp iki yandaki manzaraları seyrederken,
çocukluk günlerimden bir türkü takıldı kulağıma:
“Kel tepenin taşlarını
konun mu sandın
Sevip
sevip ayrılmayı oyun mu sandın..”
Bin 200 metre civarında rakımlı zirveden sonra Elmalı yönünde ilerledikçe bozuk
baltalık denilen meşe ormanına hiç hayvan sürüsü uğramadığı gibi bir hisse
kapıldım.
Zira ormanın içinde, tırpanla biçilecek yükseklikte has otlar var. Sonbahar
geliyor ve ormanlar samanlık gibi otla dolu. Niye otlanmaz bu meralar diye
üzülüyor insan.
İçimi rahatlatan tek şey, uzakta, hangi köye ait olduğunu
anlamadığım bir koyun sürüsü oldu. Bizi fark edip havlayan köpeklerden birisi
galiba bizi çok sevdi, bir süre çevremizde dolaştı, eşlik etti. Karnı zil
çalıyordu, aç olduğu çok aşikardı, ama bizde ona uygun yiyecek yoktu.
Elmalı köyüne
yaklaştıkça artık meşenin yerini gürgen (kayın) aldı. Burada, örneğin Domaniç civarındaki gibi büyük kerestelik
kayın ağaçları göremedi. Ancak, kayın ormanının kendine has bir dinginliği var;
yeşilin tonları, sahiden büyüleyici…
ELMALAR, ELMALAR…
Eee bu köye boşuna “Elmalı”
denmemiş, ormanın kenarlarında, sağda solda yabani elma ağaçları görüyorsunuz.
Elmaların bir kısmı olgunlaşmış, yenebilir durumda. Ama
anlaşılan sahipsiz, kimsenin de ilgilendiği yok. Bazı ağaçlarda meyveler yere
dökülmüş.
Daha ziyade küçük, hatta önce erik sanılacak kadar küçük
elmalar.
Çoğu ekşi, ama tatlı olanlar da var.
Tek tük döngel, kızılcık da görüyoruz.
Ve erikler… Kırmızı, siyah, sarı, yeşil erikler… Görüntü
yemyeşil, ama hayli tatlı. Birisinin tadı erik ile kayısı arasında!
Armutları unutmak olur mu? Ancak bunlar da “zirai”, yani o pazarlarda satılan
kocaman ve sulu armutlardan farklı. Bizim köyde bunlara “canap”, “aflat” falan denirdi.
Sadece ağaçlardaki meyveler değil, yol boyunca
karşılaştığımız kuşburnu ve böğürtlenlere de ilgisiz kalamadık. Sonuçta her
ağaçtan üçer beşer derken, sırt çantamı neredeyse meyveyle doldurdum!
SIRADIŞI BİR KÖY: ELMALI…
Elmalı’yı,
alıştığımız yerleşim birimlerinden farklı kılan pek çok şey var.
Öncelikle, Elmalı insanı köyde evleri, ahırları
yamaçlara, dağın eteklerine yapmış, aşağıda, düzdeki verimli arazileri korumuş.
Orayı da oldukça verimli kullanıyor.
Ayrıca Elmalı halkı
çevredeki ormanı mahvetmemiş… Belli ki burada yakacak odun sıkıntısı yok.
Eski geleneksel mimari ahşap üzerine.
Uzun yıllardır hiç görmediğim, “çöten”i, (Ağaçtan yapılan ve içinde mısır başakları saklanan bir
tür silo) burada gördüm.
Köyde evler birbirinden uzak. Herkes evinin önüne (3-5-10
dönüm) geniş bahçe yapmış. Bahçelerin çoğunda taze fasulye ve barbunya ile
mısır üretiliyor. Kimi bahçeler de tamamen çayır, Yoncalık halinde. İnekler
evin önündeki çayırda otluyor.
Sadece evin önündeki bahçe, yoncalık değil, burada
meralarda da herkesin yeri belli. Konuştuğumuz bir köylü, “Burada kimse kimsenin çayırını gütmez, mera kavgası falan da olmaz”
dedi.
Bir tür “özel mera”
oluşturulmuş. Sahiplenilmiş.
İlk defa bir merada, kötü yaban otlarının (hayvanların
yemediği otlar, dikenler, çalılar) ayıklandığını, bu yüzden de otlanınca çim biçme
makinesi ile
biçilmiş izlenimi veren meraya tanık oldum.
Bizim hükümet programlarında hep yazılan ama hep lafta
kalan “mera ıslahı” büyük ölçüde halledilmiş.
Sadece uygun sulaklar görmedim.
YAZLIK CAMİ, KIŞLIK CAMİ!
Elmalı köyüne inerken yolun kenarında küçücük ahşap bir
mescit görmüş, biraz da şaşırmıştım. Kimin yolu düşer de zayıf bir çeşmenin yanındaki
bu küçücük mescitte namaz kılardı ki?
Ama asıl şaşkınlığı köye girince yaşadım. Elmalı’da, aşağıda, verimli tarım
arazilerinin ortasına kurulmuş tek yapı, çok görkemli bir cami idi.
Ancak yanına varınca, bu caminin gölgesinde kalan çok
orijinal bir ahşap cami fark ettim.
Dört yıldır burada çalıştığını söyleyen köy imamı, eski
ve ahşap olan camiyi yaz aylarında,
diğer görkemli beton camiyi ise kışın
kullandıklarını söyledi.
“İki
camimiz var. Şu anda bu ahşap camiyi kullanıyoruz. Ama havalar soğuyunca öteki
camiye gidiyoruz. Orasının elektrikli yerden ısıtma sistemi var…”
Camiin kapısındaki levha da dikkat çekici:
“T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü katkılarıyla yapılmıştır”.
2017 tarihli camiin duvarlarında Arapça harflerle yazılar var.
Eski ahşap cami tarihi eser sayılıyormuş. Girişteki
yazılar latin alfabesi ile Türkçe.
Buraya “Çivisiz Cami” de deniyormuş. Zira, cami
tamamen ağaçtan yapılmış ve ağaçlar birbirine öyle bir bağlanmış ki, hiç çivi
kullanılmamış.
Caminin içerisi ise ağaç işçiliği ve oymacılıkta harika
bir ustalığı yansıtıyor.
Elmalı
bir Gürcü köyü. 1800’lerin sonunda Kafkasya’dan göç edenler tarafından
kurulmuş. “Yaşım, doksana varmaya iki
buçuk sene kaldı” diyen bir amcaya “köken”i sorduk. Cevabı, “Valla Gürcüymüş, uzaklardan gelmiş ama ben bir şey bilmiyorum. Burada
doğdum, aha burada öleceğim. Hepimiz Türküz, Türk..” şeklinde oldu.
Buradaki “Çivisiz
Cami”yi Trabzon’dan gelen
ustalar yapmış. Cami 2013 yılında restore edilmiş.
İznik’e
30 kilometre uzaklıktaki Elmalı’ya
kışları 3-4 metre kar yağdığını duyunca da doğrusu kulaklarımıza inanamadık.
Bir zamanlar 1.500 civarında insan yaşadığı söylenen
köyde pek çok evin terk edildiği
gözleniyor ve nüfus 300 civarına düşmüş. Pek çok köy gibi burada da ilköğretim
okulu yok. Köyün en önemli geliri taze fasulye, barbunya, mısır ve hayvancılık
ürünleri. Aslında bunların hiç birisi büyük ölçekli işletmeler düzeyinde
yapılmıyor ve “yan gelir” görünümünde.
Biz Çivisiz Cami’nin
avlusunda otururken, bazı tüccarların kantarda çuvallarla taze fasulye tartıp köylüden
satın aldıklarını gördük. Taze fasulye kilosu 5-6 liradan satılıyormuş.
Dikkatimi çeken şeylerden birisi de bu harika
manzaraların köye dışarıdan ilgiyi artırıp artırmadığı idi. Sadece Elmalı köyü değil, Aluç Yaylası civarında satılık araziler olduğunu duyduk.
Kuşkusuz buralar herkesi büyülüyor, özellikle yazları
yemyeşil, cennet gibi yerler. Ancak köy imamına bakılırsa, sessiz, “sıkıcı” bir yer..
“İnsan burada
sıkıntıdan patlıyor. Çok tenha. Sadece Ramazan’da aileler teker teker gelir
burada yemek verir. Bunun dışında ortalıkta kimseyi göremezsin. Ama havası,
suyu çok temiz. Sağlık için”.
Köyün kendine has yemekleri “çadi”, “kara lahana”, “kalaco”, “pipinay”, “lobya”,
“katmisfeni” de anladığım kadarıyla Gürcü mutfağını yansıtıyor.
Rakımı 800 metre olan Elmalı hem havadar, serin, hem de
verimli bir araziye sahip.
SANSARAK
Elmalı’dan
sonra hedefimiz Sansarak köyü oldu.
Yol, yani patika üzerinde yine değişik meyve ağaçlarını
ve böğürtlen, kuşburnu görmeye devam ediyoruz.
Ancak yaz mevsimi ve hasat zamanı olmasına, yani köylerin
en canlı hareketli olması gereken zamanlar olmasına rağmen, çevrede tek tük
insan görüyoruz. Bunlardan birisi, eşini krank milinin üzerine bindirmiş
traktörü ile hayli dik bir rampadan inen ak sakallı yaşlı amcaydı. Bize Sansarak’ın yolunu tarif etti.
Bir diğer yaşlı ise sığırlarını otlatıyordu.
“Ayı yok
mu buralarda” dedik.
“Olmaz
olurmu… Aha şu yukarıda yatıyor” deyiverdi.
Biz belki de kalabalık ve gürültülü yürüdüğümüz için
görmüyoruz ama meğer burada insanlar yaban hayatı ile hayli içli dışlı.
“Bazen iniyor
aşağı, seslenince gidip yukarı ağaçların dibine yatıyor” diyor.
Anlaşılan, ayıdan çok kurttan çekiniyor köylüler. Zira koyun,
keçi ve sığırlar için kurt tam bir canavar! Sinsi, hızlı…
Sansarak’a
birkaç kez gelmiştim. Sansarak Kanyonu,
bizim bölgenin en zorlu kanyonlarındandır ve İstanbul’dan doğa yürüyüşçülerinin de rotalarında olan bir yer. Tabi
bugün kanyona, derelere inmeyeceğiz. Bugün Elmalı’nın
meralarından Sansarak’ın meralarına,
ormanlarına doğru yürüyoruz.
Elmalı’dan
Sansarak’a doğru yürüdükçe, ormanlar
kayın yerine meşeye bürünüyor.
Düzgün, hayvanların yemediği otlardan temizlenmiş meralar
bir anda vahşi otlaklara dönüyor.
Ormanda yürürken, bölgede hiç keçi koyun sürüsü olmadığı
izlenimine kapılıyorsunuz. Zira gerçekten Ağustos’un son günlerinde yemyeşil,
elli sentime varan çayırlar var ormanda.
Sansarak
köyü bir dağın yamacında.
Köye üstten girişte sizi duvarları kerpiçle örülen eski
evler karşılıyor.
Sokak zemini kilitli parke. Buranın adına “mahalle” dedirtecek tek şey galiba
köyün ana sokaklarındaki bu kilitliparke ve köşelere yerleştirilmiş çöp
konteynırları.
Öğle molamızı Elmalı’daki
Çivisiz Cami avlusunda vermiştik. 21
kilometre yol teptikten sonra geldiğimiz Sansarak’da
yürüyüşü noktalıyor, kahveciden içtiğimiz çaylarla yorgunluğu biraz atlatıyoruz.
Kahvehanenin olduğu yer köy meydanı gibi. Burası da yaşlı
ve emekli insanların mekanı. Şehirden domates, fasulye, barbunya almak için
gelen tüccarlar dikkat çekiyor. Ne de olsa hasat zamanı.
Sansarak
Osmanlı döneminde çok önemli bir yermiş. Burada İstanbul’daki Saraya,
orduya atlar yetiştirilirmiş. Bir köylü, “Yakın
zamana kadar herkeste bu cins atlardan vardı. Tabi koşu değil, yük hayvanı
bizimkiler. Şimdi sadece iki tane kaldı. Birisi sakatlantı.Artık köyde at işi
bitti” diyor.
Elmalı gibi burası da yeşil fasulye, barbunya, mısır
üretiminde iddialı. “Bizim fasulyeyi hiç
birisi tutmaz” diyor bir yaşlı.
“Pazar
yeri” dedikleri bir yere kantar kurulduğunu, tüccarın köyden çuvallarla
barbunya aldığını görüyoruz. Güzelliğine dayanamayıp biz de barbunya satın alıyoruz.
Satıcı 6 lira diyor, pazarlıkla 5,5 liraya alıyoruz.
Köy meydanında köylülerle sohbetten sonra ilk işimiz,
Sansarak-İhsaniye yolu ayrımında sabahleyin bıraktığımız aracımıza ulaşmak. Gençlerden
birisi motosikleti ile yardımcı oluyor ve köye gelen aracın bagajını gündüz
topladığımız elma armut ve satın aldığımız barbunyalarla dolduruyoruz!
Harika yerler gördüğümüz, ilklere tanık olduğum bir doğa
yürüyüşü, televizyonlarda haber bültenlerinin yayınlandığı akşam saatlerde sona
eriyor.
Yürümeye, doğayı, köyleri, meraları, insanları velhasıl
memleketi tanımaya devam…