12 Mart 2019 Salı

İznik'in zeytin ve tarih zengini köyleri: Müşküle, Mustafalı..

İznik dağlarından göl manzarası.. Uçmak istersiniz... 

Doğa yürüyüşlerinde dün (10.03.2019 Pazar) İznik'in üzümleriyle ünlü Müşküle ve Mustafalı köyleri ile Yenişehir'e bağlı Süleymaniye köyü arasındaki harika İznik Gölü manzaralı dağlarda yürüdük. Bölgede, en  yüksek nokta olan tarihi mekan Hisartepe dahil, kar kalkmış. İlkbaharı müjdeleyen çuha çiçekleri, rengarenk çiğdemler, yeşeren otlar, coşan su kaynakları arasında yaklaşık 16 kilometre yürümek sahiden hem bedenimize hem de ruhumuza iyi geldi.
Neredeyse tek geçim kaynağı zeytin olan bölgede Hisartepe gibi Helenistik döneme  ait görkemli bir eserin hala toprak altında kaldığına tanık olduk. Pek çok çeşme ve akarsuyu olan dağların dibindeki Müşkülelilerin içme suyu derdi dışında galiba keyfimizi kaçıran rutin  dışılık yoktu.
Mustafalı meydanındaki kahvehane. Yürüyüş sonrası  çay keyfi 
Koza Dağcılık'ın rehberliğindeki yürüyüş için minibüslerle 80 doğasever, Bursa-Gemlik'ten, Karsak kavşağında İznik istikametine ilerledik ve Gölyaka, Sölöz sonrası, ana yoldan ayrılarak iki kilometre ilerideki Müşküle köyüne vardık.
Araçla Sölöz'den geçerken nedense aklıma, muhabirlik yıllarımda hayli haberini yazdığımız "Aşağı Sölöz-Yukarı Sölöz meydan muharebeleri" geldi! Şaka gibi ama, iki köy arasında su kullanımı yüzünden her sene cin-gar çıkar, köyde yaşlı genç, kadın erkek, traktörlerle, av tüfekleriyle birbirlerine karşı kavgaya tutuşur, genelde çatışma jandarmanın araya girmesiyle önlenirdi.
Sölöz adını bazen de Koza Han'ın Koza
Borsası'na dönüştüğü Haziran aylarında duyardık. "Sölöz kozası bunlar" denirdi. Yaş ipekböceği kozası, bembeyaz. Kalite olarak bir farkı var mıydı bilmiyorum.
Arabada bunları düşünürken, yolun üzerinde beş katlı ahşap bir eski ev  dikkatimi çekti. Koruma altına alındığı ifade edilen tarihi evlerden birisiymiş. Galiba bunlardan fazla da kalmamış. Tarihçi dostum Raif Kaplanoğlu, "Benim çocukluğumda burada evlerin hepsi böyleydi. İpekböceği evlerde yapıldığı için evler çok büyük  oluyordu. Odalarda böcek yetiştirilirdi. Kozacılık bitince bu evleri ısıtmak sorun oldu ve evler yıkıldı, yerine şimdiki evler yapıldı"  diyor.
Ev "koruma altına" alınmış, ama görüntüye bakarsan, bildiğin çürümeye terk edilmiş, camları kırık, sıvaları dökülmüş vs.
Aşağı Sölöz'den sonra vardığımız Müşküle'de muhtara rastladık, ayaküstü biraz sohbet ettik.
Müşküle, deniz seviyesine sadece 260 metre. İznik gölü manzaralı, bir yer.
Tabi "Müşküle" deyice hemen aklımıza nefis kokulu üzümler geliyor. "Müşküle" bu yönüyle İznik, bazen Bursa'dan daha ünlü desek bilmem abartmış mı oluruz.
Kullanımı devam eski evlerden birisi...
Köy (resmi olarak buralar Mahalle, ama ben gördüklerim itibariyle Köy demeye devam  edeceğim, kusura bakmayın) İznik Gölünün  güney sahilini çevreleyen Katırlı Dağlarının eteğinde, İznik Gölü manzaralı bir tepede kurulmuş. İznik'e 22, Bursa merkeze 70 kilometre uzakta. Orhangazi ile İznik arasında sınır gibi.

GEÇİM KAYNAĞI ZEYTİN

Güre, Sölöz, Müşküle, Mustafalı... 
İznik gölü kıyısında göz alabildiğine zeytin tarlaları görünüyor. Müşküle'nin de en büyük geçim kaynağı zeytin.
Bütün köylerde yaşanan göç buralarda da var ve köydekiler genelde emekli, yaşlı insanlar. Rivayete göre, köy "Müşküre" denen bu bölgede kurulur. Ancak yolu çok dik olduğu için "Müşgül-zor" ve "Müşgüle" haline döner. Köyü ta Selçuklular zamanında "Murad Bey" diye birisinin kurduğu, bir dönem adının "Muradiye" olarak değiştirildiği ifade ediliyor.
Çuha çiçeklerini ilk kez bu kadar yaygın gördüm.
Seçim arefesinde köy meydanına adayların afişleri falan asılmış, ama halkın seçimle, adayla da fazlaca ilgili olmadığı gibi bir izlenima kapıldım. Köy, kozacılık işinin bitmesinden sonra kendi markası "Müşküle" üzümlerinden de aradığını bulamış. Şu anda insanlar emekli maaşlarının dışında zeytin geliriyle ayakta durmaya çalışıyor. Çok eskilerden asıl gelir kaynağı üzümmüş. Ama bir yandan hastalık, bir yandan MARMARABİRLİK'in kurulmasıyla zeytinin para etmeye başlaması köyü zeytinciliğe yönlendirmiş. Üzüm bağları sökülüp yerine zeytin ağacı dikilmiş.

Kayda değer bir hayvancılık faaliyeti fark etmedim. Halbuki birazdan yürüyeceğimiz mera, orman ve yaylalar hayli küçük baş hayvanı kucaklayacak kapasitede.
Bin civarında nüfusu olan köyde ilkokul olması sevindiriciydi.
Hisartepe. Yüzyıllar içinde koskoca hisar toprak altında kalmış
Yürümeye Müşküle köy meydanından başladık ve uzun süre dik yokuş yürüyerek, Uluçınar bölgesinden sonra Hisartepe'ye çıktık.
İznik Gölü kenarından, Hisartepe'ye doğru çıkarken iki yanınızda hep ağaçlar oluyor.
Aşağıda zeytin ağaçları... Burada başka ağaca, meyveye pek rastlamıyorsunuz.
Yukarıya çıktıkça, zeytin ağaçları yerini meyve ağaçlarına bırakıyor. Buralarda, bağ bahçeler de var. Ardından odunluk meşe ağaçları sarıyor etrafınızı...

TEPELERİNDE TARİH HAZİNESİ: HİSARTEPE

Hisartepe bölgenin en yüksek noktası. Rakım 820 metre.
Hisartepe'ye varınca inanın irkildim...
Meğer burası bildiğin Helenistik döneme ait çok ender tarihi mekanlardan birisiymiş.
Hiç duymamıştım bile.  Ama karşımda meşe ağaçlarının dibinde, üzeri yosun kaplamış köşeli taşlar... Sur yıkıntısını andıran dikdörtgen taşlar... Mezar çukuru, ayı inini andıran "tarihi eser kazıları"...
İnsanlar küpler dolusu çil çil altın bulma hırsıyla ne varsa köstebek gibi kazmış, altını üstüne getirmişler.
Onların tahribatını kapatan tek şey ise sadece doğa... Rüzgarla çukurları dolduran toprak, her yeri  kaplayan çoğu meşe ağaçlar, yosun, ot, çalı, gazel...
Şöyle gözünüzde canlansın diye yazayım.. Bu Hisarkale denen yer, 70 dönümlük bir alan! Tepenin çevresini kuşatan surların (kalın, taş duvar)yüksekliği 4 metre falanmış... Ama çoğu yerde yıkılmış, uçmuş olduğu için en yüksek noktasına, taşlara basarak 2-3 metrede ulaşabiliyorsunuz.
Görmediğimiz, yok saydığımız... Büyük tarihi zenginlik!
İnsanlığa, turizme, ekonomiye kazandırmak gibi şeyleri hiç akıl erdiremediğimiz... Sadece taşlardan birisinin altında altın var diye delik deşik edip, ülke olarak "defineci" pozisyonundan bir adım ileri  gidemeyen hallerimiz...
Mustafalı halkı, "Çalıştıkça batıyoruz"  diyor.

İnsan dalıp gidiyor...
Seneler önce tarihçi, rahmetli Kazım Baykal'ın kılavuzluğunda Bursa Tophane civarında, Bitinya Sarayı'nı ortaya çıkarmıştık. 
Bursa'nın ilk kurulduğu yer. Müthiş bir yeraltı sarayı...
Restore  edilip, sadece temizlenip ışıklandırılsa, batılıların görmek için akın edeceği bir zenginlik...
Kaç kere haber yazdım. Ama olmadı, olmadı...
Sadece o güzelim yeraltı sarayının üstüne bir park yapıldı, (Muradiye Devlet Hastanesi'nin önündeki park) Sakıp Sabancı'nın bir anıtı dikildi. Bitinya Sarayının ön kapıları da sadece giriş kapısı olarak düzenlendi. Koskoca yeraltı sarayı, çöp, toprak ve hafriyat yığınlarıyla öylece kaldı.
Müşküle'de güvercin kafesi 
Ne Büyükşehir Belediyesi, ne Vakıflar Genel Müdürlüğü, ne zengin Bursalılar... Kimse bu yeraltı sarayına el atmadı. Dahası, Devlet Hastanesinin eski, Fransızlara ait tarihi ipek flatür tesislerinin karşısındaki tünelin ucunu bile kapatıp körlediklerini öğrendim.
Tam bir hayal kırıklığı...
Hisarkale belki daha eski dönemlere ait, daha değerli. Sur duvarları,"pseudo-isodomik" ya da "rektagonal", yani duvar taşının dış yüzü işlenmeden öylece konulmuş, ama köşeler, sanki cetvelle kesilmiş gibi taşlarla örülmüş. Bunu tarihçilerin, arkeologların araştırması,  duyurması, tanıtması lazım. Orada ciddi kazılar yapılması lazım.
Naçizane benim izlenimim sadece, Hisartepe'nin çok hakim bir yere yapılmış olması, özellikle güvenlik açısından bunun çok önemli olduğu ve burayı mekan edinenlerin tarihte mutlaka önemli bir gücü, kültürü, medeniyeti temsil etmiş olması gerektiği yolunda.
Buranın restorasyonu insanlık tarihini, dünya kültürel mirasını kavramada eşsiz fırsatlar yaratır.
Burası Türkiye'nin zenginliğidir. Bu tür eserlere, "İslama ait değil" diye burun kıvırmak, hatta tahribatı, defineciliği özendirmek, bu ülkeye en basitinden kazık atmak, hainlik  etmektir.
Unutmayalım, definecilik ülkenin talan edilmesidir. Bu yollarla Anadolu'dan kaçırılan tarihi eserler batının, büyük paralarla girilen müzelerinde, onlara para basıyor.
Şimdi, sabır gösterip bu satırları okuyan insanların içinden, "İznik merkezdeki koskoca tarihi eserlere  ilgi göstermeyen, Hristiyanlık Konsülerinin yapıldığı, yabancıların kâbesi olacak yerleri değerlendiremeyen bir yönetim, kalkıp da pelit ağacıyla dolmuş, yıkık surlarla mı uğraşacak" diyecektir.

NAZIM HİKMET'İN MEZARI MESELESİ...

Müşgüle aslında renkli olaylarla da gündeme gelmiş bir yer. Örneğin, köylüler Nazım Hikmet'in mezarının Rusya'dan getirilmesi gündeme gelince hemen girişimde bulunmuşlardı, hatırlıyorum.  İlginç bir öyküsü var:
Şair Nazım Hikmet Bursa Cezaevinde iken, Müşküleli İsmail Başaran ile koğuş arkadaşı imiş. "Kız meselesi" yüzünden eli kana bulanan İsmail Başaran ile sıkı arkadaş olan Nazım, "Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni..." diye şiir yazar. Başaran, bu şiirin ardından hapisten çıkınca arkadaşları ile köye bir çınar ağacı diker.  Çınarın yeri, ağaç kesilir diye kimseye söylenmez. Çınara büyüyecek, bir gün Nazım'ın mezarı o ağacın altına gömülecektir... Yıllar sonra vefat eden Başaran'ın yakın arkadaşları, mezar nakli söz konusu olunca başvuruda bulunur, mezarın Nazım'ın "vasiyeti" üzerine Müşküle'ye getirilmesini talep ederler..

İHTİYAR HEYETİ'NDE BİR DELİ.! 

Bir de "deli muhtar" vakası!
Esprili köy halkı, muhtara tepki göstermek için 2006 yılında Köy İhtiyar Heyeti'ne akli dengesi yerinde olmayan birisini seçer! Köy muhtarı ile vatandaş arasında uzun süren polemik, muhtarın intiharı ile trajik sona ulaşır...

Hisar Kale'den aşağılara inerken, bir "ilk yardım"ın ilk kez devreye girdiğini görmek de hoştu. Öğle molasını yayla-mera gibi bir yerde verdik. Ateş yaktığımız yer,  yakın zamana kadar "kömür ocağı" olarak kullanılmış. Hani şu "mangal kömürü" var ya, ağaçları yakıp o kömürlerin yapıldığı ocak. Zemin kömürle kaplıydı.
Dağda İznik Gölü manzaralı tepe
arkadaşımızın başına kurumuş pelit ağacı düştü. Hafif bir yarayla atlatınca rahat nefes aldık. Ekipte
Çevrede kendiliğinden oluştuğu anlaşılan hayli fındık ve kızılcık ağacı gördük. Fındıklar, bizim Karadenizli İsmail abinin "Bunlar erkeklik organı" dediği, püsküle benzeyen bir tür çiçekle doluydu.  Kızılcıklar ise sapsarı çiçek açmış.
Çok ilginçtir, "Çuha" çiçeğini ilk kez bu kadar yaygın gördüm.
İçeride soba, yatak, mutfak eşyaları var. Ama kimse yok.
Aşağılara indikçe "Ballıbaba"... Meyve ağaçlarının dibi özel ballıbaba ekilmiş gibi. Bu ballıbabaların güzel yemeği yapılıyormuş. Ballıbabayı nasıl yiyeceğiz bilmiyorum, ama meşe gazelinin arasından çıkmış mevsimin ilk "balık otu"nu bu sabah kahvaltıda tadabildim...
Mola verdiğimiz yerlerden  Yenişehir'e bağlı Süleymaniye köyü görünüyordu, aşağıda.
Yemek molası sonrası yeniden tepelere tırmanmaya başladık.

MUSTAFALI

Rotamızda  İznik Gölü manzaralı harika meralarla karşılaşıp fotoğraf çektim, çektirdim.
Ve Hasanoğlu tepesinden sonra aşağıda Mustafalı köyüne indik.
Öğle molası..Yemek, dinlenme. Yayla gibi bir yer..
Mustafalı, büyük bir mermer kayasının dibinde kurulmuş gibi. Mermer şirketleri kayanın bir bölümünü kesip "blok mermer" elde etmiş, öyle de bırakmışlar. Bir faaliyet görülmüyor.
Mustafalı meydanında genişçe bir kahvehane var. Çay eşliğinde buradaki köylülerle sohbet ettim.
Yaklaşık 400 nüfuslu bir köy. Buranın da geçim kaynağı zeytincilik.
Burada da "Köşk Taşları" denen ve muhtemelen yine Helenistik döneme ait bazı harabe falan varmış ama, herkes köyün Buhara'dan gelen "Mustafalı" diye birisi tarafından kurulduğuna inanıyor.
Köyde zeytin ağaçları budanıyor. Elimde bir zeytin dalı var. Yapraklarını kurutup çayını içince şeker hastalığından korunuyormuşsunuz... Denemekten zarar gelmez diyorum.

'ÇALIŞARAK BATIYORUZ'
Mustafalı'nın üstündeki dev mermer kayaları...

Köylülere şunu sordum:
"Artık buranın adı Mahalle oldu. Şehirli sayılıyorsuz. Köy hali ile şimdiki arasında ne değişti? Belediye ne kazandırdı size?"
Cevap şu:
"Belediye bize hiçbirşey kazandırmadı. Biz yine köylüyüz. Hatta durumumuz daha kötü. Çeşmeden içtiğimiz su paralı oldu. Sadece sokağa taş döşediler, bir de belediye otobüsü koydular, o kadar. Parasıyla olduktan sonra biz minibüsle de gidip geliyorduk. Çiftçilik, hayvana bakma daha zorlaştı.  Hayvan kalmadı."
"Mazotu, gübresi, ilacı aldı başını..." derken, söz şöyle bitti: "Biz artık çalışarak batıyoruz!"
Köyde harabeye dönüşmüş, geleneksel mimarı örneği...

Köyde bir delikanlıyla karşılaşmak büyük şanstı. Ona döndüm.
"Mustafalı'da, gelecek görüyor musun?"
Mavi gözleri alev alev oldu: "Mustafalı burada en mağdur, en gariban yer. Devletimizden hiç bir hizmet alamıyoruz."
Mesela ne istiyorsunuz?
"Bize yıllardır Baraj sözü veriliyor. Ama tık yok, bağ bahçe kuruyor
(Baraj dediği, sulama barajı)"
Bölgede aslında su kaynakları var. Ancak gerekli organizasyon yapılmamış. Zeytin bahçelerinin yukarısındaki bağ bahçelerde susuzluk yüzünden ağaçların kısa ömürlü olduğu, bunun meyve kaybı anlamına geldiği ifade ediliyor.
Köylerde en bakımlı binalar cami.
Mustafalı'da içmesuyu sorunu galiba yok. Ama Müşküle halkı içmesuyu konusunda dertli.
Ayrıca, köyde yaklaşık 20 kişinin Gemlik Serbest Bölge'de Japonlara ait bir fabrikada çalıştığı, son kriz yüzünden işten çıkarıldıklarını duydum.

Yürümeye, köyleri, dağları, ovaları; velhasıl memleketi tanımaya devam...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder