AKÇAPINAR, DOĞANALAN, DORAK:
Hem dağları hem gölleri mahvediyoruz…
Doğa
yürüyüşlerimizde 21 Kasım Perşembe
günü Mustafakemalpaşa’ya bağlı Akçapınar, Doğanalan ve Dorak köyleri arasında kâh ormanda, kâh
Uluabat manzaralı arazide yürüdük.
Bursa merkeze bu kadar yakın bir yerde, bu kadar güzel doğanın varlığı insana gurur veriyor.
Ancak tepelerde
doğayı delik deşik etmiş, insanları göçe zorlayan mermer ocakları, aşağıda
atıklarla suyu kirlenen Uluabat Gölü’nü
düşününce içiniz burkuluyor; insana ve doğaya saygıyı öğrenmek için daha ne
kadar bedel ödeyeceğiz diye karamsarlığa kapılıyorsunuz.
Koza Dağcılık bünyesinde katıldığım keşif gezisinde özel aracımızla
Karacabey yoluna düştük. Başköy civarında ana yoldan ayrılıp Fadıllı yoluna giriyoruz ve oradan Akçapınar’a varıyoruz.
Uluabat Gölü kıyısındaki Fadıllı ve Ayvaköy Nilüfer, Akçapınar ise Mustafakemalpaşa
ilçesine bağlı.
Akçapınar
köyü/mahallesi 16. Yüzyıl Kadı Sicillerinde adı geçen eski bir köy. Tarihçi
dostum Raif Kaplanoğlu’na göre,
burada Kamila veya Aivadji adlı
antik yerleşimler bulunuyormuş. Çok sayıda antik yazıt çıkarılmış. Uluabat Gölü’nün güneyinde eski bir Rum
köyü.
1904 yılında yapıldığı anlaşılan Hagios Paraskeva adlı bir kilise var.
Kilise Osmanlı’nın yıkılması ve Cumhuriyetin kurulmasından sonra 1928’de camiye
dönüştürülmüş. Tabi Rumlar gidince köye Yunanistan’dan mübadele ile gelen
Türkler yerleşmiş. Nüfus 150 civarında.
AYVAİNİ MAĞARASI
Doğanalan’da
yürüyen her yabancının mutlaka Ayvaini Mağarası’na gittiği düşünülüyor. Ama biz
“Mağara”ya gitmedik.
Doğanalan
yakınlarında başlayan mağara tam 5.5 km sonra Ayvaköy civarında sona eriyormuş…
Anlaşılan yeraltı tüneli gibi bir şey.
Ama giriş bölümü
sarp olduğu için sadece profesyonel, özel ekipmanlı mağaracılar girebiliyormuş.
İçinden “Karadonlu deresi” diye bir akarsu geçermiş. 60’tan fazla irili
ufaklı gölet varmış. Sarkıtlar, dikitler ve travertenler varmış vs…
ZEYTİN ZEYTİN…
Köyün ana geçim
kaynağı zeytin. Zeytin bahçelerinde hasat başlamış. Uluabat kenarında zeytinciliğin
bu kadar yargın olmasına şaşırmadım dersem yalan olur.
Sabah saatlerinde
köy meydanında pek bir canlılık yok. Birazdan traktörüne binip ailece zeytin
toplamaya gidecek birkaç kişiyle ayaküstü konuşuyoruz.
Köy meydanında,
yıkılmaya terk edilmiş ama yıllara inat ayakta duran çift katlı ahşap/kerpiç
evler görüyoruz. Köydeki geleneksel mimariyi çok iyi yansıtan yapılar. Ancak
bütün köyler gibi burada da son 30-40 yıldır orijinal, özgün mimarinin terk
edildiği, her yerde görülen beton-tuğla, kibrit kutusu gibi bazen yan yana
bazen üst üste yapılan evleri görüyoruz.
Köyün ortasında
bir Atatürk büstü ve
arkasında “Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” yazısı.
Bir yazıya, bir
de karşımızda “Burada ne yapsan oluyor,
ama para etmiyor. Elimizde sadece zeytin kaldı” diyen, geçim derdindeki yoksul
köylüye bakıyorum.
Elleri nasırlı bu
adamda “Egemenlik” ile bir bağlantı
falan kuramıyorum.
Toprakların çok
verimli olduğu çok açık. Çok farklı ağaçlar var. “Trabzon hurması” ağaçlarında yapraklar dökülmüş, sadece meyveler
var.
Aracı köyde
bırakıp dağa yukarı yürümeye başlıyoruz.
Baltalık meşe
ormanları, hayvansız meralar, terk edildiği için ormanın, meranın bir parçası
olmuş, sadece sınır ağaçlarından, taşlardan fark edilen eski tarlalar…
Tepelere çıktıkça
görmeye başladığımız mermer ocakları.
DOĞANALAN
Doğanalan köyüne girmeden, yeni trendlerden birisi olan bir “Hobi bahçesi” görüyoruz.
Belli ki,
hayatını şehirde kazanmış dar
gelirli bir vatandaş, “memleket aşkı” ile birkaç dönümlük araziyi telle çevirmiş, kenarına
iki katlı betonarme bina dikmiş. Pencerelerdeki perdeye bakarsan içinde
yaşanıyor. Ama binanın dış cephesi sıvalı bile değil. Beton ve kolon kiriş
betonları öylece görünüyor.
Burada,
geleneksel ağaç-kerpiç evler ile beton-tuğla arasında birkaç girişim görmek
sevindiriciydi. Zemin katı taş duvar, ikinci katı yığma ve eski “dolu”
tuğlalardan, kolonsuz evler. Ama dış sıvası yapılmadan öylece kalmış. Bu
yapılar
en az 30 sene önce, köyde elektrik yokken yapılmış olmalı ki, elektrik
kabloları duvarın üzerinden döşenmiş. “Pimapen”, PVC pencere takmak içinde duvar yeniden yıkılmış vs.
Doğanalan’da
nüfus 2013’dan 2018’e 230’dan182’ye gerilemiş. Köyün ortasında bir ağaca
yakınlarının isimlerini yazıp asan vatandaş bile artık köyde yaşamıyormuş.
Kahvehanede
sohbet ettiğimiz bir köylü, “Bu ağaç
dilek ağacına döndü, bakın. Yakında tekke diye burada adak kesilirse kimse
şaşırmasın” diye
takılıyor. Köy kahvesinde mola verip çay içerken, yıllar
önce Bursa Büyükşehir Belediyesi’nden yakın tanıdık bir isimle
karşılaşıyoruz. Emekli olduktan sonra
yazları köyde yaşıyormuş.
Doğanalan’da da
çok sayıda terk edilmiş ev var. Tek katlı, tuvaleti dışarıda, yanında damı ve
kümesi ile en az 40 yıl öncesinin köy yaşamını taptaze hatırlatan bir ev, kapı,
pencere ve çatısındaki çökmelere rağmen hala ayakta görünüyor.
Evlerin
duvarlarında genelde üzüm asmaları ve sarmaşıklar görürüz. Ama bir evin
kenarında asma gibi sarılmış ve meyveleri salkım salkım dizilen “su kabağı”nı ilk kez burada dördüm.
Köy camisinin
yanında sohbet etme fırsatı bulduğumuz bir köylü köyün geçim kaynağı olarak “ormancılık” deyince şaşırmıştım. Köyden
çıkıp yürümeye başlayınca meşe odunu depolarını görünce anladım vaziyeti.
Yol boyunda,
traktörle getirdiği meşe ağaçlarını birer metre uzunluğunda kesip istifleyen
bir köylü, “Bu işin tadı kalmadı. Odunu sadece ekmek fırınları, falan alıyor. Olan
parayı da Orman İşletmesi alıyor. Burada mazot parasına çalışıyoruz” diye
yakınıyor.
TERKEDİLMİŞ
MERMER OCAKLARI
Traktör yolundan
ilerledikçe, yükseldikçe mermer ocaklarını görüyoruz.
Ancak ocaklarda
bir hareket yok. Anlaşılan mermerciler mermer yatağını tüketmiş, kesilip alınacak
düzgün taşlar kalmamış.
Kocaman kayalar
kimi zaman çöp gibi bir yere yığılmış, kimi zaman moloz dağları, kimi zaman da
devasa kaya çukurları oluşmuş.
Dağ, tepe
neredeyse köstebek yuvaları gibi delik deşik edilmiş.
Çirkin olan
sadece yemyeşil ormanın içindeki moloz manzarası değil.
Kayalar, çukurlar
öylece bırakılıp gidilmiş.
İnsan ister
istemez, burada mermer çıkarıp para kazanan şirketlere öfke duyuyor.
Mermer firmaları
senelerce ortalığı toza dumana katmak, yöre insanını, hayvanını, tüm canlıları
canından bezdirmek yetmiyormuş gibi, işi bittikten sonra da öylece bırakıp
gitmiş!
SUÇLU KİM?
Arızalı çıkan
mermer blokları, moloz yığınları, çukurlar, eski elektrik direkleri, telleri,
kamyon yolları…
Ama durumdan mermer
şirketleri de şikayetçi. Bakın ne diyorlar:
“Buralar eskiden ormandı. Altından mermeri aldıktan sonra
da arazinin düzeltilip ağaçlandırılması lazım. Ama biz ormancı değiliz
kardeşim, ne anlarız. Biz bunun için devlete para veriyoruz. Devlet de parayı
burayı rehabilite etmek ve ağaçlandırmak için alıyor. Ağaçlandırmıyorsa biz ne
yapalım!”
Ağlar mısın güler
misin…
ONAÇ…
Sonbahar gazelleri
üstünde, traktör yollarından Onaç’a
doğru indikçe Uluabat Gölü görünmeye
başlıyor. Terk edilmiş mermer ocakları ve orman içinden Onaç’a inince, bu köyde yaşayanların, topraklarından çıkan
mermerden yararlanıp yararlanmadığını merak ediyorum.
Girişte “Hoş Geldiniz” tabelasının arkasında işe
yaramayacağı düşünüldüğü için bırakılan bir “blok mermer” duruyor.
Blok mermer
deyince aklıma “Bursa’nın en ağır fuarı”
diye tanıtılan fuar geliyor
aklıma. Türkiye maalesef mermer ihracatında en
kötüsünü tercih ediyor ve mermeri öylece, ham haliyle, “blok mermer” olarak
ihraç ediyor.
En büyük müşteri
durumundaki Çin ise buradan “blok mermer” olarak götürdüğü (Çin
şirketleri burada mermer çıkarıyor artık) ham mermeri işleyip katma değeri
yüksek dekoratif mermer malzemeler olarak tekrar Türkiye’ye ihraç ediyor.
Mermer bizim
toprağımızdan, tozu toprağı, kirliliği de bize; ama kazancın büyüğü yabancıya!
Mustafakemalpaşa’ya
bağlı Onaç köyü, “Yörük köyü” imiş. Eski
bir köy. İlçeye 24 kilometre uzakta. Defne
Pınarı, İkizce Çeşmesi diye bilinen yerleri var.
Katırlı-Samanlı dağında yürürken “Onaç”
adında, yakın zamana kadar varolan bir köyden söz edilmişti. Galiba öykü şu:
Rivayete göre, yoksul
bir aile gelir ve bu köye yerleşmek ister. Köylüler de çok fakirdir ve
karınlarını zor doyuruyorlardır. Gelen aileye, “Haa... Biz dokuz açtık. Bir de sen, geldin, olduk on aç” derler.
Böylece orası “Onaç” diye anılmaya
başlanmış. Onaç’ın eski adının "Natzi"
olduğu yolunda da bilgiler var.
Terk edilen
evlerin haline bakılırsa, pek çok insan Onaç’ı
15-20 sene önce terk etmiş. Ama camları kırık pencerelere, çakılı kapılara,
perdesi örtülü evlere bakarak insanların yıllarca uzak kaldığı halde, buradan
kopmak istemediklerini anlıyorsunuz.
Köyde cami ve
birkaç betonarme ev dışında neredeyse herşey bu terk edilmişliği yansıtıyor.
Sohbet için
çevrede kimseye rastlamadığımız Onaç’ı
bırakıp, yatay bir yoldan Dorak’a
yöneliyoruz.
Yürüyüşü,
başladığımız Akçapınar’da bitirmemiz
gerekiyor. Zira aracımız orada. Rotayı kısaltıp 24 kilometreye düşürmek için
kestirmeden asfalt yolu kullanıyoruz.
Asfalt yol, araba
için harika… Ama yürümek için çok sıkıcı, tekdüze…
DORAK’TA GÖL
MANZARASI
Dorak, dik bir yamaçtan, aşağıda Uluabat
Gölü’nü gören manzaralı bir yer. Bu yüzden olmalı, köyün ön tarafında “seyir terası” gibi bir yer düzeltilip
bank, oturma ve seyir yerleri düzenlenmiş.
Oradan Uluabat
Gölünü seyrediyoruz.
ULUABAT: BİR DOĞA
HARİKASI
Sağımızda Fadıllı, Akçalar. Karşımızda Karacabey tarafı…
Önümüzde göl ve
kıyısında, çok geniş alanda rengi sararmış sazlık…
Solda küçük
noktalar gibi manda sürüleri görüyoruz. Karaoğlan köyünde manda çiftliği
varmış. 600 civarında manda varmış.
Emeklilik sonrası
köye yerleşen birisi bize yöreyi tanıtıyor.
Önümüzdeki Uluabat veya Apolyont Gölü olarak bilinen gölün çevresinde Mustafakemalpaşa, Karacabey ve
Nilüfer ilçelerine bağlı köyler var. Gölde irili ufaklı pek çok adacık var.
Toplam alanı 13 bin 500 hektarmış. Deniz seviyesinde sadece 9 metre
yüksekliğinde…
Bu yönüyle
bakarsan, Susurluk Çayı ile Marmara’ya döküldüğü yer arasında neden deniz
ulaşımı olmasın diye düşünüyorsunuz…
Göl, sandığımın
tersine hayli sığ, en derin yeri 4 metre civarındaymış.
Kirliliğin
kanıtı, balık türleri ve miktarındaki hızlı düşüş. Örneğin “Kocaman yayın balıkları artık yok”muş! Pek çok balık türü de… “Sadece sazan, turna vs. kalmış.”
Gölün
çevresindeki sazlık, çayır ve bataklıkta manda yetiştirmek çok doğru bir iş. Seviniyorum. Ancak uçsuz bucaksız sazlıklar,
bir zamanlar “hasırcı”ların elinde önemli bir malzemeyken, şimdilerde tamamen
atıl.
“Mustafakemalpaşa’da çok sayıda insan
hasırcılıkla geçinirdi. Gelir bu sazlıkları biçer hasır yaparlardı. Artık
hasırı evlerde kullanan kalmadı. Bu iş de öldü. İnsanlar işsiz kaldı”
diyor.
Doğanın bize
tanıdığı bir fırsatı tepmiş, hasırı yeni döneme uygun bir malzeme haline
getirmeyi becerememiş, elimizin altında duran milyonlarca liralık değeri çöpe
atmışız.
Köyde nüfus 2013-18
arası 147’den 135’e düşmüş
“Dorak”, Türkçe “çözülmemiş yoğurt”
demekmiş. Çok eski bir köy. İ.Ö. 3 bin yıl öncesine uzanan kalıntılar
bulunmuş.
“Dorak” adının Yunanca “Kapı köy” anlamına gelen, “Dorou-Kome”den gelebileceği de düşünülüyor.
“Kapı Köy”, “derbent (güvenlik
açısından çevresi bentle vs. korunan)” adının topografyaya uygun olduğunu
söylemek mümkün. 1922’de köyde yapılan kaçak kazılarda iki kral mezarı ile iki
hizmetçi mezarı bulmuş, onlar da yağmalanmış.
Dorak’tan sonra aşağıya, göl kenarında kah eski Mustafakemalpaşa yolu, kah
mermer kamyonları için yapılmasına başlanıp yarım bırakılan bir başka yolu
takip ederek Doğanalan köyüne
yürüyoruz.
Yol kenarındaki yaban
meyvelerini, kıpkırmızı davulgaları bile gözümüz görmüyor. Zira güneş battı batacak ve elimizde tepe lambaları
yeterli değil. Neyse ki, ortalık iyice kararmadan Doğanalan’a varıyoruz.
Köydekiler gündüz topladıkları
zeytini selektörden geçirip Marmarabirlik’in
deposuna teslim etme telaşında. “Almak
isterseniz birinci kalite zeytini size 15 liradan veririz” diyor birisi. Ama
zamanımız yok. Buradan aracımıza binip evin yolunu tutuyoruz.
Yürümeye,
dağları, köyleri, gölleri velhasıl memleketi tanımaya devam…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder