11 Aralık 2019 Çarşamba

AKÇAPINAR, DOĞANALAN, DORAK Hem dağları hem gölleri mahvediyoruz…

AKÇAPINAR, DOĞANALAN, DORAK:
  Hem dağları hem gölleri mahvediyoruz…


Doğa yürüyüşlerimizde 21 Kasım Perşembe günü Mustafakemalpaşa’ya bağlı Akçapınar, Doğanalan ve Dorak köyleri arasında kâh ormanda, kâh Uluabat manzaralı arazide yürüdük. 

Bursa merkeze bu kadar yakın bir yerde, bu kadar güzel doğanın varlığı insana gurur veriyor.

Ancak tepelerde doğayı delik deşik etmiş, insanları göçe zorlayan mermer ocakları, aşağıda atıklarla suyu kirlenen Uluabat Gölü’nü düşününce içiniz burkuluyor; insana ve doğaya saygıyı öğrenmek için daha ne kadar bedel ödeyeceğiz diye karamsarlığa kapılıyorsunuz.
Koza Dağcılık bünyesinde katıldığım keşif gezisinde özel aracımızla
Karacabey yoluna düştük. Başköy civarında ana yoldan ayrılıp Fadıllı yoluna giriyoruz ve oradan Akçapınar’a varıyoruz.
Uluabat Gölü kıyısındaki Fadıllı ve Ayvaköy Nilüfer, Akçapınar ise Mustafakemalpaşa ilçesine bağlı.
Akçapınar köyü/mahallesi 16. Yüzyıl Kadı Sicillerinde adı geçen eski bir köy. Tarihçi dostum Raif Kaplanoğlu’na göre, burada Kamila veya Aivadji adlı antik yerleşimler bulunuyormuş. Çok sayıda antik yazıt çıkarılmış. Uluabat Gölü’nün güneyinde eski bir Rum köyü.
1904 yılında yapıldığı anlaşılan Hagios Paraskeva adlı bir kilise var. Kilise Osmanlı’nın yıkılması ve Cumhuriyetin kurulmasından sonra 1928’de camiye dönüştürülmüş. Tabi Rumlar gidince köye Yunanistan’dan mübadele ile gelen Türkler yerleşmiş. Nüfus 150 civarında.
AYVAİNİ MAĞARASI
Doğanalan’da yürüyen her yabancının mutlaka Ayvaini Mağarası’na gittiği düşünülüyor. Ama biz “Mağara”ya gitmedik.
Doğanalan yakınlarında başlayan mağara tam 5.5 km sonra Ayvaköy civarında sona eriyormuş… Anlaşılan yeraltı tüneli gibi bir şey.

Ama giriş bölümü sarp olduğu için sadece profesyonel, özel ekipmanlı mağaracılar girebiliyormuş.  İçinden “Karadonlu deresi” diye bir akarsu geçermiş. 60’tan fazla irili ufaklı gölet varmış. Sarkıtlar, dikitler ve travertenler varmış vs…  

ZEYTİN ZEYTİN…

Köyün ana geçim kaynağı zeytin. Zeytin bahçelerinde hasat başlamış. Uluabat kenarında zeytinciliğin bu kadar yargın olmasına şaşırmadım dersem yalan olur.

Sabah saatlerinde köy meydanında pek bir canlılık yok. Birazdan traktörüne binip ailece zeytin toplamaya gidecek birkaç kişiyle ayaküstü konuşuyoruz.
Köy meydanında, yıkılmaya terk edilmiş ama yıllara inat ayakta duran çift katlı ahşap/kerpiç evler görüyoruz. Köydeki geleneksel mimariyi çok iyi yansıtan yapılar. Ancak bütün köyler gibi burada da son 30-40 yıldır orijinal, özgün mimarinin terk edildiği, her yerde görülen beton-tuğla, kibrit kutusu gibi bazen yan yana bazen üst üste yapılan evleri görüyoruz.
Köyün ortasında bir Atatürk büstü ve
arkasında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazısı. 
Bir yazıya, bir de karşımızda “Burada ne yapsan oluyor, ama para etmiyor. Elimizde sadece zeytin kaldı” diyen, geçim derdindeki yoksul köylüye bakıyorum.
Elleri nasırlı bu adamda “Egemenlik” ile bir bağlantı falan kuramıyorum.
Toprakların çok verimli olduğu çok açık. Çok farklı ağaçlar var. “Trabzon hurması” ağaçlarında yapraklar dökülmüş, sadece meyveler var.
Aracı köyde bırakıp dağa yukarı yürümeye başlıyoruz.

Baltalık meşe ormanları, hayvansız meralar, terk edildiği için ormanın, meranın bir parçası olmuş, sadece sınır ağaçlarından, taşlardan fark edilen eski tarlalar…
Tepelere çıktıkça görmeye başladığımız mermer ocakları.

DOĞANALAN

Doğanalan köyüne girmeden, yeni trendlerden birisi olan bir “Hobi bahçesi” görüyoruz.
Belli ki, hayatını şehirde kazanmış dar
gelirli bir vatandaş, “memleket aşkı” ile birkaç dönümlük araziyi telle çevirmiş, kenarına iki katlı betonarme bina dikmiş. Pencerelerdeki perdeye bakarsan içinde yaşanıyor. Ama binanın dış cephesi sıvalı bile değil. Beton ve kolon kiriş betonları öylece görünüyor.
Burada, geleneksel ağaç-kerpiç evler ile beton-tuğla arasında birkaç girişim görmek sevindiriciydi. Zemin katı taş duvar, ikinci katı yığma ve eski “dolu” tuğlalardan, kolonsuz evler. Ama dış sıvası yapılmadan öylece kalmış. Bu
yapılar en az 30 sene önce, köyde elektrik yokken yapılmış olmalı ki, elektrik kabloları duvarın üzerinden döşenmiş. “Pimapen”, PVC pencere takmak içinde duvar yeniden yıkılmış vs.
Doğanalan’da nüfus 2013’dan 2018’e 230’dan182’ye gerilemiş. Köyün ortasında bir ağaca yakınlarının isimlerini yazıp asan vatandaş bile artık köyde yaşamıyormuş.
Kahvehanede sohbet ettiğimiz bir köylü, “Bu ağaç dilek ağacına döndü, bakın. Yakında tekke diye burada adak kesilirse kimse şaşırmasın” diye
takılıyor. Köy kahvesinde mola verip çay içerken, yıllar önce Bursa Büyükşehir Belediyesi’nden yakın tanıdık bir isimle karşılaşıyoruz.  Emekli olduktan sonra yazları köyde yaşıyormuş.
Doğanalan’da da çok sayıda terk edilmiş ev var. Tek katlı, tuvaleti dışarıda, yanında damı ve kümesi ile en az 40 yıl öncesinin köy yaşamını taptaze hatırlatan bir ev, kapı, pencere ve çatısındaki çökmelere rağmen hala ayakta görünüyor.
Evlerin duvarlarında genelde üzüm asmaları ve sarmaşıklar görürüz. Ama bir evin kenarında asma gibi sarılmış ve meyveleri salkım salkım dizilen “su kabağı”nı ilk kez burada dördüm.

Köy camisinin yanında sohbet etme fırsatı bulduğumuz bir köylü köyün geçim kaynağı olarak “ormancılık” deyince şaşırmıştım. Köyden çıkıp yürümeye başlayınca meşe odunu depolarını görünce anladım vaziyeti.
Yol boyunda, traktörle getirdiği meşe ağaçlarını birer metre uzunluğunda kesip istifleyen bir köylü, “Bu işin tadı kalmadı. Odunu sadece ekmek fırınları, falan alıyor. Olan parayı da Orman İşletmesi alıyor. Burada mazot parasına çalışıyoruz” diye yakınıyor.


TERKEDİLMİŞ MERMER OCAKLARI

Traktör yolundan ilerledikçe, yükseldikçe mermer ocaklarını görüyoruz.
Ancak ocaklarda bir hareket yok. Anlaşılan mermerciler mermer yatağını tüketmiş, kesilip alınacak düzgün taşlar kalmamış. 
Kocaman kayalar kimi zaman çöp gibi bir yere yığılmış, kimi zaman moloz dağları, kimi zaman da devasa kaya çukurları oluşmuş.
Dağ, tepe neredeyse köstebek yuvaları gibi delik deşik edilmiş.

Çirkin olan sadece yemyeşil ormanın içindeki moloz manzarası değil.
Kayalar, çukurlar öylece bırakılıp gidilmiş.
İnsan ister istemez, burada mermer çıkarıp para kazanan şirketlere öfke duyuyor.
Mermer firmaları senelerce ortalığı toza dumana katmak, yöre insanını, hayvanını, tüm canlıları canından bezdirmek yetmiyormuş gibi, işi bittikten sonra da öylece bırakıp gitmiş!

SUÇLU KİM?


Arızalı çıkan mermer blokları, moloz yığınları, çukurlar, eski elektrik direkleri, telleri, kamyon yolları…
Ama durumdan mermer şirketleri de şikayetçi. Bakın ne diyorlar:
“Buralar eskiden ormandı. Altından mermeri aldıktan sonra da arazinin düzeltilip ağaçlandırılması lazım. Ama biz ormancı değiliz kardeşim, ne anlarız. Biz bunun için devlete para veriyoruz. Devlet de parayı burayı rehabilite etmek ve ağaçlandırmak için alıyor. Ağaçlandırmıyorsa biz ne yapalım!”
Ağlar mısın güler misin…

ONAÇ…


Sonbahar gazelleri üstünde, traktör yollarından Onaç’a doğru indikçe Uluabat Gölü görünmeye başlıyor. Terk edilmiş mermer ocakları ve orman içinden Onaç’a inince, bu köyde yaşayanların, topraklarından çıkan mermerden yararlanıp yararlanmadığını merak ediyorum.
Girişte “Hoş Geldiniz” tabelasının arkasında işe yaramayacağı düşünüldüğü için bırakılan bir “blok mermer” duruyor.
Blok mermer deyince aklıma “Bursa’nın en ağır fuarı” diye tanıtılan fuar geliyor
aklıma. Türkiye maalesef mermer ihracatında en kötüsünü tercih ediyor ve mermeri öylece, ham haliyle, “blok mermer” olarak ihraç ediyor.
En büyük müşteri durumundaki Çin ise buradan “blok mermer” olarak götürdüğü (Çin şirketleri burada mermer çıkarıyor artık) ham mermeri işleyip katma değeri yüksek dekoratif mermer malzemeler olarak tekrar Türkiye’ye ihraç ediyor.
Mermer bizim toprağımızdan, tozu toprağı, kirliliği de bize; ama kazancın büyüğü yabancıya!
Mustafakemalpaşa’ya bağlı Onaç köyü, “Yörük köyü” imiş. Eski bir köy. İlçeye 24 kilometre uzakta. Defne Pınarı, İkizce Çeşmesi diye bilinen yerleri var.

Katırlı-Samanlı dağında yürürken “Onaç” adında, yakın zamana kadar varolan bir köyden söz edilmişti. Galiba öykü şu:
Rivayete göre, yoksul bir aile gelir ve bu köye yerleşmek ister. Köylüler de çok fakirdir ve karınlarını zor doyuruyorlardır. Gelen aileye, “Haa... Biz dokuz açtık. Bir de sen, geldin, olduk on aç” derler. Böylece orası “Onaç” diye anılmaya başlanmış. Onaç’ın eski adının "Natzi" olduğu yolunda da bilgiler var.
Terk edilen evlerin haline bakılırsa, pek çok insan Onaç’ı 15-20 sene önce terk etmiş. Ama camları kırık pencerelere, çakılı kapılara, perdesi örtülü evlere bakarak insanların yıllarca uzak kaldığı halde, buradan kopmak istemediklerini anlıyorsunuz.  

Köyde cami ve birkaç betonarme ev dışında neredeyse herşey bu terk edilmişliği yansıtıyor.
Sohbet için çevrede kimseye rastlamadığımız Onaç’ı bırakıp, yatay bir yoldan Dorak’a yöneliyoruz.
Yürüyüşü, başladığımız Akçapınar’da bitirmemiz gerekiyor. Zira aracımız orada. Rotayı kısaltıp 24 kilometreye düşürmek için kestirmeden asfalt yolu kullanıyoruz.
Asfalt yol, araba için harika… Ama yürümek için çok sıkıcı, tekdüze…

DORAK’TA GÖL MANZARASI

Dorak, dik bir yamaçtan, aşağıda Uluabat Gölü’nü gören manzaralı bir yer. Bu yüzden olmalı, köyün ön tarafında “seyir terası” gibi bir yer düzeltilip bank, oturma ve seyir yerleri düzenlenmiş.
Oradan Uluabat Gölünü seyrediyoruz.

ULUABAT: BİR DOĞA HARİKASI

Sağımızda Fadıllı, Akçalar. Karşımızda Karacabey tarafı…
Önümüzde göl ve kıyısında, çok geniş alanda rengi sararmış sazlık…
Solda küçük noktalar gibi manda sürüleri görüyoruz. Karaoğlan köyünde manda çiftliği varmış. 600 civarında manda varmış.

Emeklilik sonrası köye yerleşen birisi bize yöreyi tanıtıyor.
Önümüzdeki Uluabat veya Apolyont Gölü olarak bilinen gölün çevresinde Mustafakemalpaşa, Karacabey ve Nilüfer ilçelerine bağlı köyler var. Gölde irili ufaklı pek çok adacık var. Toplam alanı 13 bin 500 hektarmış. Deniz seviyesinde sadece 9 metre yüksekliğinde…
Bu yönüyle bakarsan, Susurluk Çayı ile Marmara’ya döküldüğü yer arasında neden deniz ulaşımı olmasın diye düşünüyorsunuz…
Göl, sandığımın tersine hayli sığ, en derin yeri 4 metre civarındaymış.

Kirliliğin kanıtı, balık türleri ve miktarındaki hızlı düşüş. Örneğin “Kocaman yayın balıkları artık yok”muş!  Pek çok balık türü de… “Sadece sazan, turna vs. kalmış.”
Gölün çevresindeki sazlık, çayır ve bataklıkta manda yetiştirmek çok doğru bir iş.  Seviniyorum. Ancak uçsuz bucaksız sazlıklar, bir zamanlar “hasırcı”ların elinde önemli bir malzemeyken, şimdilerde tamamen atıl.

Mustafakemalpaşa’da çok sayıda insan hasırcılıkla geçinirdi. Gelir bu sazlıkları biçer hasır yaparlardı. Artık hasırı evlerde kullanan kalmadı. Bu iş de öldü. İnsanlar işsiz kaldı” diyor.
Doğanın bize tanıdığı bir fırsatı tepmiş, hasırı yeni döneme uygun bir malzeme haline getirmeyi becerememiş, elimizin altında duran milyonlarca liralık değeri çöpe atmışız.
Köyde nüfus 2013-18 arası 147’den 135’e düşmüş
“Dorak”, Türkçe “çözülmemiş yoğurt” demekmiş. Çok eski bir köy. İ.Ö. 3 bin yıl öncesine uzanan kalıntılar
bulunmuş. “Dorak”  adının Yunanca “Kapı köy” anlamına gelen, “Dorou-Kome”den gelebileceği de düşünülüyor. “Kapı Köy”, “derbent (güvenlik açısından çevresi bentle vs. korunan)” adının topografyaya uygun olduğunu söylemek mümkün. 1922’de köyde yapılan kaçak kazılarda iki kral mezarı ile iki hizmetçi mezarı bulmuş, onlar da yağmalanmış.
Dorak’tan sonra aşağıya, göl kenarında kah eski Mustafakemalpaşa yolu, kah mermer kamyonları için yapılmasına başlanıp yarım bırakılan bir başka yolu takip ederek Doğanalan köyüne yürüyoruz.

Yol kenarındaki yaban meyvelerini, kıpkırmızı davulgaları bile gözümüz görmüyor.  Zira güneş battı batacak ve elimizde tepe lambaları yeterli değil. Neyse ki, ortalık iyice kararmadan Doğanalan’a varıyoruz.  Köydekiler gündüz  topladıkları zeytini selektörden geçirip Marmarabirlik’in deposuna teslim etme telaşında. “Almak isterseniz birinci kalite zeytini size 15 liradan veririz” diyor birisi. Ama zamanımız yok. Buradan aracımıza binip evin yolunu tutuyoruz.

Yürümeye, dağları, köyleri, gölleri velhasıl memleketi tanımaya devam…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder