Türkiye seçime
gidiyor. Adına “baskın seçim” mi dersiniz, “erken
seçim” mi dersiniz...
Ama 24 Haziran’da
sandığa gideceğiz ve bu seçim pek çok bakımdan
“olağan” bir seçim olmayacak.
Siyasete bakıyorsunuz, memleket “Ak Parti ve Diğerleri” olarak hızla kutuplaştırılıyor. Siyaset dışı
olması gereken polis memurlarının sokakta muhalefet partisi afişlerini yırttığı
haberlerini görüyoruz gazetelerde.
Bir siyasetçi düşünün, savcılıktan “İyi Hal Kağıdı” alarak Cumhurbaşkanı adayı oluyor, ama bu onun cezaevinden çıkmasına yetmiyor!
Siyaset doğal zemininden uzaklaşmış, siyasi partiler “benzemez parti ittifakları” kurma peşinde.
Bir siyasetçi düşünün, savcılıktan “İyi Hal Kağıdı” alarak Cumhurbaşkanı adayı oluyor, ama bu onun cezaevinden çıkmasına yetmiyor!
Siyaset doğal zemininden uzaklaşmış, siyasi partiler “benzemez parti ittifakları” kurma peşinde.
Koltukları koruma
hayat memat meselesi gibi hissediliyor.
Boşverin
demokrasi, parlamento, hürriyet laflarını...
Adına Cumhurbaşkanı deniyor, ama...
Bildiğin “Başkan” seçiyoruz.
Hem de en
kralından, en dediğim dedikçisinden!
KHK’larla, kendi bütçesini kendisi yapmasıyla,
meclisin yasa yapma işini de fiilen devralan, meclisi işlevsiz hale getiren,
yardımcılarıyla sarayda oturup ülkeyi tek başına yöneten bir başkanımız olacak!
“Güçlü” vurgusu yapılıyor...
Herhalde kodum mu
oturtan, yargıya, emniyete her şeye hakim bir güç olacak bu başkan...
Ama bir ekonomi
gazetecisi olarak bunların hepsi, ekonomide yaşananlar ve de yaşanacaklara
bakınca solda sıfır kalıyor...
Sevgili okurum,
gözlemim odur ki, Türkiye hızla bir
felakete sürükleniyor...
Son yıllarda GSYH içinde sanayiin payı yüzde 15’lerin
altına düştü.
Yani üretmiyoruz...
Fabrikaların
neredeyse tamamı ithal hammadde ve aramalıyla çalışıyor.
Makineler,
cihazlar zaten ithal...
Tarım, kırsal
kesim resmen bitmiş...
Hafta sonları Bursa çevresindeki doğa yürüyüşlerine
katılıyorum. İnanın dağ taş, yaylalar, meralar bomboş... Yemyeşil otların
kurumaya bırakıldığını görünce isyan ediyorum ve etin neden ithal edildiğini,
niye pahalı olduğunu daha iyi anlıyorum.
Köyler boşalmış.
Genç kalmamış köylerde.
Köy ortasında kocaman
bir cami ve minare, avlusunda yaşlı birkaç kişi...
Tarlalar,
bahçeler...
Çoğu boş bırakılmış, terk edilmiş...
Çoğu boş bırakılmış, terk edilmiş...
Bir dönem, emeğinin
karşılığını alamayan köylü çocuklarını okula gönderip memur olması hayalini
kurardı. Şimdi oradan da umut kesilmiş.
Üniversite mezunları işçiliğe tav durumda, işsiz.
Üniversite mezunları işçiliğe tav durumda, işsiz.
Köylü örgütsüz...
Ürettiği malın fiyatını belirleme konumunda değil; tüccarın, celebin,
kabzımalın, marketlerin eline bakıyor...
Peki KOBİ’ler,
esnaf, küçük orta ölçekli sanayicinin durumu daha mı iyi?
Neredeee!
Nasıl ki, çiftçi, tarım kesimi hiç bir hazırlık, altyapı yapılmadan uluslararası rekabete sokulmuş ve kendi pazarını kaybetmişse, bizim “yerli”, “milli” olan sanayimiz de maalesef haksız rekabet durumunun mağduru olmuş vaziyette.
Nasıl ki, çiftçi, tarım kesimi hiç bir hazırlık, altyapı yapılmadan uluslararası rekabete sokulmuş ve kendi pazarını kaybetmişse, bizim “yerli”, “milli” olan sanayimiz de maalesef haksız rekabet durumunun mağduru olmuş vaziyette.
Türkiye’de tarımı, sanayiyi desteklemekle
çiftçilere ve fabrika sahiplerine rüşvet
vermek karıştırılıyor galiba...
Hükümetlere
sorarsan esnaf sanayici baş tacı...
Her türlü vergi, SSK prim desteği, ucuz kredi, enerji vs. kıyağı...
Her türlü vergi, SSK prim desteği, ucuz kredi, enerji vs. kıyağı...
Tarım ha keza...
İşte şu kadar ilaç gübre desteği, yem, buzağı desteği...
Oysa bunlar “rüşvet”ten öte gitmiyor.
Çünkü bunları üretimi
artırmıyor, maliyeti düşürmüyor, kaliteyi ve markalaşmayı yaygınlaştırmıyor, sanayiyi fasonculuktan kurtarmıyor...
Ve ülke olarak rekabet
gücünüzü artırmıyor.
Elbette bunların
çözümleri var, evet, yol bellidir iş yapmak isteyenlere...
Ama dikkatler
buralarda değil...
İktidarın bütün
dikkati, göz dolduran, devasa rantlar, çalışmadan büyük kazançlar vadeden “Mega Projeler”de...
Bakınız sevgili
okurum, bizi “uçuruma” götüren
eğilimin en önemli enstrümanlarından birisi işte bu göz boyayan "mega" projeler...
Zira, bunların
tamamı yabancıların parasıyla yapılıyor...
Öyle, "kredi, borç" diye açıklanacak iş değil ayrıca!
Öyle olsa niye garanti vereceksin? Sorumluluk krediyi alan şirketin olur, o kadar.
Halbuki burada parayı veren, işin gerçek sahibi...
O işletiyor. Hani dükkan onun!
Öyle, "kredi, borç" diye açıklanacak iş değil ayrıca!
Öyle olsa niye garanti vereceksin? Sorumluluk krediyi alan şirketin olur, o kadar.
Halbuki burada parayı veren, işin gerçek sahibi...
O işletiyor. Hani dükkan onun!
Ekonominin unutulan
kuralı şu: Para daima sahibine çalışır!
Boğaz Köprüleri, 3. Havaalanı, Körfez Geçiş
Köprüsü, Otoyollar, Tüp geçit, Şehir Hastaneleri vs.vs.
Bunların tamamı,
devletin kâr garantisiyle yabancı finans
kurumlarına yaptırdığı işler...
Bir bakıma onlar için kurulan tatlı para kazanma işleri...
Bir bakıma onlar için kurulan tatlı para kazanma işleri...
Bu Kamu Özel Ortaklığı’nı (Pulic Private Partnership) keşfeden de
biz değiliz.
Bunlar Dünya Bankası’nın koordinatörlüğünde
yürüyen işler.
Merak edenlerden, lütfen yazımı sakin sakin okumalarını tavsiye ediyorum. https://dursunerolugazeteyazlar.blogspot.com/2017/08/ekonomideki-basarnn-perde-arkas-ppp-1.html Tıklayın, dört bölümde tek tek projelerle,
araştırıp yazdım.
“Felaket” diyorum, çünkü bunlar sürdürülemez...
Hepsi vatandaşın
cebindekini almaya göre ayarlanmış!
Üstelik de bu “mega projeler”, fark ettiyseniz kamusal yatırımlardır.
Yani devletin
vatandaşa bedava hizmeti olması gereken şeyler...
Yol, su, elektrik,
hastane vs...
Şimdi bunları kâr
garantili işe çeviriyoruz...
“Sürdürülemez” diyorum ya...
Sadece bir
örnekle yetineyim:
“Türkiye’ye Nükleer Yakışır” gibi parlak,
“milli nükleer santral” kuracakmışız algısı
yaratmaya hevesli reklamlarla, yüzde 100’ü
Ruslara ait bir nükleer santral kuruldu.
Akkuyu...
Akkuyu...
20 küsur milyar
dolarlık devasa bir iş.
Sıkı durun:
Bizde elektriğin
satış fiyatı nedir?
1 Nisan’dan
geçerli kw/h olarak vergi ve fonlar
dahil evlerde ve ticarethanelerde 46
kuruş, sanayide 40 kuruş. Fiyattan dağıtım bedeli ile vergi ve fonları
çıkardığın zaman bu rakam ev ve ticarethanelerde 24 kuruş, sanayide 22 kuruş.
Hatırlayın,
sanayi elektriğinin daha birkaç hafta önce 27 kuruşa çıkarılması tepkiyle
karşılanmış, gazetelerde “Sanayiciyi
elektrik çarptı” haberleri çıkmıştı.
Peki şimdi ne
yaptık?
Ruslara 12,5 sent
fiyatla alım garantili anlaşma yaptık.
12,5 sent 4,5 lira dolar kuruyla tam 56,25 kuruş ediyor.
Bu fiyat alım
fiyatı... Buna her halde vergiler, fonlar, dağıtım bedeli vs. eklenecektir ve
kabaca yüz kuruşa tırmanacaktır.
Soru şu:
Piyasanın iki katından fazla pahalı olan bu nükleer
santral elektriğini kime satacağız?
Aradaki farkı kim
ödeyecek?
Buna kaç yıl
dayanacağız?
Şehir
hastanelerinde binalar ve cihazların büyüsü, faturayı önümüze koyunca yerle
bir olacak...
Şimdi sandığa
gidiyoruz.
Bakınız, kim
seçilirse seçilsin, Türkiye’yi her
halükarda çok sıkıntılı bir dönem bekliyor...
Zaten işler tıkır
tıkır yürüyor, yürüyecek olsa erken seçim olmazdı.
Sandık öncesi kritik
soru şu:
Muhalefet
partileri bu kötü gidişe alternatif bir ekonomi politikasına sahip mi?
“Ekonomiyi nasıl düze çıkaracağız? Yabancı
sermayeye güven vererek çıkaracağız” laflarına bakarsanız, bir netlik görünmüyor.
Neoliberal politikalara açık itiraz yok.
Neoliberal politikalara açık itiraz yok.
Buna rağmen açıklamalardan,
muhalefetin oluşturduğu ittifakın seçilmesi durumunda bu kötü gidişe aynen iktidarın
planladığı gibi bodoslama dalınmayacağını, temkinli politikalar geliştirileceğini
söylemek mümkün. Örneğin, Ruslarla 12,5
sentlik garanti anlaşmasını iptal etmeselerse de belki rakam düşürebilir vs.
Ayrıca iç barış, kutuplaşmanın
hafiflemesi, hoşgörü ortamı, OHAL’ın kaldırılması, meclisin yeniden
güçlendirilmesi, parti devleti
algısının dağılması gibi hedefler, üretime dönük bir ekonomiye geçilmesi, dış
ticarette ve cari hesaplarda denge gözetilmesi gibi eğilimlere bir yol açma
şansı yaratabilir diye umuyorum.
Zaten “Cumhur ittifakı”nın karşısındaki “Millet ittifakı” seçilip iktidarı aldığında bu kötü gidişe dur
diyemezse, hızla kendi sonunu hazırlayacak, yüksek kurla ucuzlayan Türkiye’yi talan etmek isteyen mahfillerce
“ayakbağı” kabul edilecek (Yakın
tarihte Ecevit hükümetinin başına geleni hatırlayalım), 24 Haziran’da seçimi
kaybeden Ak Parti yeniden kurtarıcı olarak önümüze konulacaktır...
Kişisel kanım,
muhalefete bu şansın verilmesi yönünde.
16 yıl kesintisiz
iktidarda bulunan ekibin değişimi, en
azından bu bodoslama gidişe mola verilmesini sağlar; üretime, kalkınmaya dönük
bir haritanın oluşmasına ortam yaratabilir, diye düşünüyorum.
Hepinize şeker tadında, küskünlerin barıştığı, büyük küçük herkesin birbirine sevgiyle baktığı bir bayram dileğiyle...