18 Mart 2019 Pazartesi

Pınarcık, Dağdibi: Yaylalar bahçe, mesire yeri…



Doğa yürüyüşlerimizde dün (17.03.2019 Pazar günü) Keles’e bağlı Pınarcık ve Dağdibi köyleri civarındaki çam ormanı ve eski yaylalarda, belki de mevsimin son karlı yürüyüşlerinden birisini gerçekleştirdik. Hava güllük güneşlik ve serindi.
Hani şair Nazım Hikmet “…ve ben ömrümde ilk defa/gökyüzünün bu kadar benden uzak/ bu kadar geniş/bu kadar mavi olduğuna şaşarak…” demiş ya…
Elbette, “Pazar günü güneşe çıkarılan” mahkûmlar değiliz. Ama büyük şehirlerin kirli havasında geceleri binbir çeşit yıldızlı, gündüzleri masmavi gökyüzüne çoğu zaman hasret kalışımız da aşikâr… 

Parlak güneş, bembeyaz bulutlar, Uludağ’ın karlı tepeleri, zümrüt yeşili çam ormanları, yeni uyanan çiğdemler, sümbül ve mor menekşeler, karın altından çıkıp canlanmaya başlayan çayırlar, kabalaklar, coşan çeşmeler, dereler…
Ama köylerde, insanlarda bu coşkuyu görmeyince biraz içiniz burkuluyor. Bütün “dağlı” yöreler gibi bu topraklar da artık yaşlı ve emeklilere kalmış.
Eski yaylalar mülkiyete açılmış.  Bir zamanlar binlerce sığırın, koyun keçinin otlanıp insanları bedava beslediği otlaklar, satışta, parayı basanın her şeyi yapabildiği bir yer haline gelmiş. Bursa’ya göç edenlerin bazılarının ise bir ayağı köyde olduğu anlaşılıyor.

Pınarcık eski muhtarı.

Koza Dağcılık rehberliğinde yaklaşık 60 doğasever, Pazar günü evde televizyon seyretme ya da AVM dolaşma yerine, erkenden minibüslere dolduk ve Bursa-Keles yolunda, Baraklı’ya varmadan, soldaki Pınarcık yoluna düştük. Anayoldan ayrılınca 2 kilometre sonra Pınarcık köyüne vardık. Sabah çaylarını köy kahvesinde içtik. Rastlantı bu ya, köyde uzun seneler muhtarlık yapan bir abiyle karşılaştım. Biraz sohbet ettik.
Pınarcık, bir zamanlar bölgenin merkez köyü imiş. İlk ve Ortaokul, Sağlık Ocağı vs. varmış. Köyde binlerce keçi, binlerce koyun, binlerce de sığır varmış.


Yaylalar mülkiyete açılmış. Arazilerin üçte ikisi terk…


Bir zamanlar yayla, mera olan yerler bahçe, sayfiye yeri

Tabi bugün sadece adı “yayla” kalan yerlerin sahiden yayla, mera olduğu seneler…
O günler tarih olmuş. Bugün hayvancılık sadece insanların kendi ihtiyaçlarına dönük yapılıyormuş.
“Şimdi yayla kalmadı. Olsa da zaten onu güdecek çocuk kalmadı. Gençler şehre gitti. Koyunlara bile ahırda bakıyoruz. Ot, saman, yem çok pahalı” diyor eski muhtar.

“Ya niye parayla satın alıyorsunuz. Tarlalarınızda yetiştiremiyor musunuz otu, yemi?” diyorum.
“Nerdeee” diyor.

“Kim ekip dikecek…Köyde arazilerin üçte ikisi terk edildi. Ne yapsan zarar, ne yapsan zarar.. En  son çileğe özendi millet. İhracat falan, iyiydi. O da bitti” diyor.
Pınarcık, Uludağ’ın daha çıplak ve kar kitlesi daha net görünen güney cephesinin dibinde, çam ormanı ve Uludağ manzaralı çok güzel bir yer.
Köyde eski mimari ağaç ve kerpiç üzerine. Bu yapılar aslında hem depreme karşıda esnek ve güvenli; hem de ısı yalıtımı daha yüksek görünüyor. Ancak köydeki eski evlerin neredeyse tamamı öylece yüzüstü bırakılmış. 
Herkes kendine beton-tuğla ev yapmaya başlamış. Dış cephesi bile sıvanıp boyanamamış, yalıtımsız evler…
Buralar epeydir “mahalle”, yani şehirli sayılıyorlar. Ay sonunda belediye başkanı için oy kullanacaklar.

Eski muhtara, “Belediye buraya ne kazandırdı” dediğimde belediye otobüs seferini, su ve kanalizasyon altyapısının iyileştirildiğini anlatıyor.
Ama burası “köy” iken nasılsa, “mahalle” iken de öyle.
Mesela “Ahır ile evleri hiç ayırma planı oldu mu” dediğimde bir anekdot anlattı:
Sağlık ocağımızda bir bayan doktor vardı. Demiş ki, ‘Bu ahırlarınızı evin altından kaldırın. Hastalıktan kurtulamazsınız. Ev kadını ne yaparsa yapsın, hayvanlarla beraber yaşamaya devam ederseniz pislik mikrop içinde kalırsınız. Hastalık bitmez…’ Doğru söylemiş ama buranın bir hayat şekli, gelenekleri var. Komşular ayak diredi, ‘Olmaz, eski köye yeni adet mi getiriyorsun sen. Sen kim oluyorsun da işimize karışıyorsun… İstemiyoruz seni’ dediler.  Sonra doktor tayin istemiş, gitti...”

Dağlı yörelerde insanların daha içine kapalı, bağnazlığa varan bir tarzı olduğu izlenimine kapıldım. Öreğin, gölgede düzenlenen bir yemek şenliğinde bile yemekleri erkekler pişirip, erkekler konuklara servis ediyordu. Hâlbuki yemekleri çoğu yerde kadınlar pişirirdi, şenlikte kadın erkek herkes elinden geleni yapardı.
Pınarcık’ta başlayan yürüyüşümüzde ilk hedef 5 kilometre yukarıdaki 1320 rakımlı Denizler Yaylaydı. Buraya, bazen hayli yokuş traktör yolu, çoğu zaman da dik eğimli orman içi serbest yollardan çıktık.
Ardından Küçükboğazova… Burası, İnegöl’deki “Boğazova” değil, sadece isim benzerliği.. Tabi bir de çevredeki yem yeşil ormanların arasında geniş çayırlıklar, sahiden ortada bir dere ve dağ başında “ova” halleri ile benzemiyor değil.

Rakım burada 1600 metrelere çıkıyor. Yukarıda, 1720 rakımlı tepe var. Zemin kar. Kar kalınlığı en fazla 50 sentim, sertleşmiş. Gruptan çoğumuz yukarıya çıkmak istiyoruz, ancak, sanırım biraz geç kalırız diye, vazgeçildi. Çavuşdüzü’ne çıkma hayalini bir başka sefere bırakarak, burada kısa bir mola verip aşağıya döndük…
Yine ağaçların arasından, patikalardan, bazen traktör yolundan aşağı bir çeşmenin olduğu yere indik, öğle molası verdik. Yemeğimiz yedik, sırt çantalarımızdaki çay kahvelerimiz içtik, ateş yaktık, sucuklar kızardı…
Yukarı çıkarken, biraz da rotayı kısaltmak için hayli dik yokuşlardan tırmanmıştık. İnişte patika ve ormaniçi serbest yürüyüşle, Dağdibi köyüne indik.

Dağdibi köyü Pınarcık’a çok yakın bir köy. Yürüme mesafesinde olmalı ki, Pınarcık’taki en son okulun girişinde “Pınarcık Dağdibi İlkokulu” yazılıyordu.
Yaklaşık 15 kilometrelik bir yürümeden sonra Dağdibi köyüne vardığımızda, köy kahvesinde sıcak çaylarla, hafta sonu “hele bir bahçeye gidelim” diye Bursa’dan gelen köylülerle sohbet bizi bekliyordu.
Çıktığımız en üst noktadaki Küçükboğazova terk edilmiş bir mera, yayla görüntüsü veriyor.

Bir ayağı şehir, bir ayağı köyde…
Dağdibi. Delikanlı şehirde yaşıyor, arada köye gidiyor.
 Ancak yol boyu gördüğümüz Ericek Yayla, Denizler Yayla ve Görecek Yayla’da gördüklerimi, köydeki insanlara sordum.  Çünkü adına “yayla” denen yerlerde bildiğin mülkler oluşturulmuş, mera gibi görünen alanlar tel örgü ile çevrilmiş, meyve bahçeler, sulama sistemleri yapılmış, yazları kalmak için bağ evi, prefabrik türü yapılar pedah olmuştu.
Kahvehanede oturan orta yaşın üzerindeki bir köylünün açıklaması şöyle oldu:
“Evet oralar çok eskiden yaylaydı. Yazın herkes malını davarını oralara çıkarırdı. Çoktu o zaman sığır, koyun, keçi… Binlerce hayvan.. Şimdi köyde o hayvanın onda birisi bile kalmadı. Daha sonra yaylalardan kadastro geçti. Birileri gitti yer satın aldı. Bağ bahçe yaptılar. Tabi yayla işi de öldü. Büyükşehir olduktan sonra eski yaylacılık tamamen bitti.”

“Yabancılar aldı yerleri” sözlerinden, bu eski yaylalarda yer satın alıp, “tapulu arazi” edinen, oraya yazlık evler yapan insanların çoğunun Erzurum, Kars, Artvin gibi değişik yörelerden Bursa’ya gelip yaşayan insanlar olduğunu anlıyorum.
Yürüdüğümüz rotanın yaklaşık yarısı karlıydı. Ancak bu eski “yaylalar”da kar kalmamıştı.  Yol boyunca sadece iki aile gördük. Birisi bahçesinde budama yapıyordu. Diğerinde de kadınlar çocuklarıyla geziniyordu.
Köy merkezlerinde kar kalmamış. Ormanda kerestelik çam ağaçları bizi büyülese de kayın ve meşe hayli yaygın. Yani evlerde yakacak odun sıkıntısı olmadığı görülebiliyor.
Dağdibi. Eski ziraat aletleri depolanmış. Müze gibi..

Dağdibi’ne inince, yolumuzun üzerinde rastladığımız maden ocaklarına benzer çukurları sordum. Meğer buralardan Epçeler ile Dağdibi arasında yapılan sulama göletlinin önünü tutmak için dolgu malzemesi ve killi toprak alınmış.  
Dağdibi ve Pınarcık’ta nüfus 300’er kişi civarında.  İki köyde de insanlar çilek üretimine özenmiş. TIR’larla ihracat yapılan seneler olmuş. Ancak son senelerde “para etmiyor”muş.
Köylülere, “Sahipleri şehirden dönmeyen, boş duran arazileri kullanmak istemiyor musunuz?” diye sordum.
Anlaşılan, sorun sadece köyde genç, çalışacak insan kalmamış olması değil.  Çiftçi üst üste zarar ede ede, ekip dikmekten iyice soğumuş. Düşünün ki köyün ekmek, süt ve yumurtası bile şehirden geliyormuş. Süt kooperatifine süt satan birkaç aile dışında.
Dağdibi’nde bir gençle karşılaşmak güzeldi. Açıklaması “Ben Bursa’da yaşıyorum. Burada evimiz, bahçemiz var. Ona baklaya geldim. Bizim bir ayağımız köyde olmak zorunda” diyor.
Tarım arazilerinin “yabancılara”, dönümü 50 bin lira fiyatlardan satıldığı söylense de tarlanın, bahçenin, ekip dikmenin iyice gözden düştüğü gayet açık.
Köylülerden birisi, eliyle işaret ederek, “Aha şu karşıdaki Gököz köyünde Recep Altepe Doğa Parkı yaptırdı. Bungalov evler. Turistler için. Ondan sonra, buralarda da tarla fiyatları artmaya başladı” diyor.
Yürümeye, doğayı, toplumu, velhasıl memleketi tanımaya devam…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder