İçimizdeki sefalette son verebilecek bir kitap:
Sefiller!
Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i (Les Miserables) okurken heyecanlanıp,
şiddetle okumalarını tavsiye ettiğim akranların, dostların ilk tepkisi “Yapma Dursun! Ortaokulda,
lisede okuduğumuz kitabı bu yaşta, yeniden mi okutacaksın bize” olmuştu.
Doğrusu
öğrencilik, gençlik yıllarında ben de okumuştum Sefiller’i. Hatta filmini de seyretmiştim yıllar sonra.
Ancak bu sefer bambaşka
bir Sefiller keşfetmiş gibiyim. Bu yazıda, kitabı okurken altını çizdiğim satırları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Öncelikle,
elimdeki kitap Türkiye İş Bankası’nın
“Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi”
kapsamında yayımlanan iki cilt ve toplam (858+848=)1.706 sayfalı kocaman bir
kitap. Anlaşılan öncekiler ya özetmiş, ya da kitabın orijinal beş cildinden birisiymiş!
Yani okuduğunuz kitap beş cilt, tam bir Sefiller değil de bu eski kitaplardan birisiyse unutun
gitsin, siz Sefiller’i hiç okumadınız
sayın.
Bende Sefiller merakı, kitabı Fransızca aslından okuma girişimiyle
başladı. Daha ilk cildi bitirmeden kitabın sesli okuma kaydı elime geçti ve bilgisayarda
aslından PDF olarak okuduğum kitabı, yaklaşık
70 saatte hem okumuş hem dinlemiş oldum!
Fransızca aslını okurken, zaman zaman elimde Volkan
Yalçıntoklu tarafından yapılan Türkçe
çevirisine baktım. Kitabın gerçekten de çok güzel, sade ve akıcı bir çeviri
olduğunu hissettim. Kendim çevirmeye kalksam bu kadarını başaramazdım. Yalçıntoklu’nun eserin ruhunu,
derinliğinden seviye kaybetmeden verebildiğini düşünüyorum.
Veee şimdi
göğsümü gere gere, İş Bankası
yayınlarından çıkan, makul fiyatla satılan bu kitabı bütün arkadaşlarımın
okumasını şiddetle tavsiye ediyorum. Herkesin mutlaka kendine buradan dersler çıkaracağını
sanıyorum.
Hugo, Fransızların gözünde sıradan bir yazar değildir. O bir ozandır. Les Misérables, Jean Valjean’ın, Coset’in, Marius’un maceralarını öğrenmek için okunacak bir kitap değil. Hugo, toplumu, kurumları, yaşamı, inançları, toplumsal çelişkileri, savaşları teker teker şairane bir analize tabi tutuyor. Hani Yaşar Kemal’in toprağın, börtü böceğin onlarcasının adını sıralaması gibi her kesimden insanın haleti ruhiyesini, saiklerini, dünyasını araya virgüller, noktalı virgüller koyarak nefesinizi zorlayana kadar sıralıyor…
Hugo, Fransızların gözünde sıradan bir yazar değildir. O bir ozandır. Les Misérables, Jean Valjean’ın, Coset’in, Marius’un maceralarını öğrenmek için okunacak bir kitap değil. Hugo, toplumu, kurumları, yaşamı, inançları, toplumsal çelişkileri, savaşları teker teker şairane bir analize tabi tutuyor. Hani Yaşar Kemal’in toprağın, börtü böceğin onlarcasının adını sıralaması gibi her kesimden insanın haleti ruhiyesini, saiklerini, dünyasını araya virgüller, noktalı virgüller koyarak nefesinizi zorlayana kadar sıralıyor…
Kitabı okurken
kendinizi gerçek bir öykünün içine hissedebiliyorsunuz. Çevrenizdeki pek çok
olayı anlamanıza katkıda bulunacak bağlantılar yakalıyorsunuz.
Aradan neredeyse
2 asır da geçse, insanların temel davranış saiklerinde değişimin bu kadar hızlı olmadığını fark ediyorsunuz.
Güncel pek çok
şeyle bağlantılar kuruyorsunuz. Örneğin papaz M. Myriel’i dinlerken, bizde Laikliğin neden bu kadar yavan
kaldığını daha iyi anladım diyebilirim.
Ya da sefaletin kol gezdiği; hırsız,
katil, cümle suçların işlendiği Paris sokaklarındaki o sefil hayatın içinde
barındırdığı “larva”ların, “sans culottes/donsuz/ayaktakımı”
kesimin toplumsal ilerlemenin nasıl lokomotifi haline geldiğini görünce, “Bizden adam olmaz”,”Layık olduğumuz gibi
idare ediliyoruz” hezeyanlarının ne kadar boş ve ömür törpüsü olduğu
sonucuna varıyorsunuz.
“Sefalet”… Meğer toplumda hem zenginlik üretmek
hem de zenginliği kardeşçe paylaşmanın zemini olabiliyormuş!
“Sosyalizm” diye heyecanlanıp koca koca laflar söyledikten sonra üstü başı kir pas içinde,
ter kokan bir işçi ile bırak aynı masada yemek yemeyi, aynı havayı teneffüs
etmekten bile kibirle kaçınan boş “ütopist”ler
geldi gözümün önüne.
İlk cilde adını
veren, biricik kızının karnını doyurabilmek, onu mutlu etmek için emeği
yetmeyince önce saçlarını, sonra dişlerini, sonunda bedenin satmak zorunda kalıp
adı orospuya çıkan; buna rağmen de
başarılı olamayıp sefalet içinde ölüp cesedi bir çukura atılan Fantine’i
okudukça namus, fazilet, insanlık, onur, şeref gibi değerleri sorguluyorsunuz.
Keza aç karnını
doyurmak için çaldığı bir parça ekme yüzünden kürek cezasına çarptırıldıktan
sonra bütün ahlaki değerlere,
topluma güvenini kaybeden Jean Valjean’ı adeta insanlığa
kazandıran papazın özgün kişiliğini gördükçe, gözünüzün önüne siyasi
referanslarla dinsel kurumların başına getirilen, kutsalı para ve şatafat olan
bizdeki din adamlarını düşünüyor, sorguluyorsunuz…
Tabi, J. Valjean ile sefil bir hayatın
içinden nasıl sağlam kişilikler, değerler ve toplumsal liderler çıkabileceği hissine kapılıyorsunuz…
İŞTE ALTINI
ÇİZDİĞİM SATIRLAR…
“Doğru ya da yanlış, insanların hakkında söylenenler,
onların yaşamları ve özellikle kaderleri üzerinde, yaptıkları işler kadar
önemli bir etkiye sahiptir.”
“- Çok değerli kardeşlerim, Fransa’da bir milyon üç yüz
yirmi bir köy evinin bir kapısı, iki penceresi, bir milyon sekiz yüz bin evin
bir kapısı ve bir penceresi, üç yüz kırk altı bin evin sadece kapısı var.”
“…piskoposluğa terfi etmesinden bir süre sonra imparator Monsieur Myriel’e de, diğer bir çok piskopos
gibi baron unvanı vermişti.”
“… Napolyon’a karşı tutumu bile imparatoruna hayran olan
ama piskoposunu seven ve zavallı bir sürüyü andıran halk tarafından
kabullenilmiş, sessizce bağışlanmıştı...”
“…aşırı fedakâr bir ermişin yanında bulunmak
tehlikeliydi; telafisi imkânsız bir yoksulluk size de bulaşabilirdi. Yükselmeye
yarayan ilişkiler ağını sarsabilir, dolayısıyla sizi istemediğiniz bir inzivaya
yöneltebilirdi.”
“…Toplumu başına gelenlerin sorumlusu olarak görüyor ve
kendi kendine bir gün bunun hesabını ondan sormakta tereddüt etmeyeceğini, verdiği
zararla kendisine verilen ceza arasında büyük bir uçurum olduğunu söylüyor ve
nihayet aslında haksızlıktan değil, yozlaşmadan kaynaklandığı sonucuna
varıyordu.”
“Toplumu mahkûm ettiğinde kötülüğe, kaderi mahkum
ettiğinde inançsızlığa yöneldiğini hissetti.”
“Duygusuz yürek gözyaşlarını kurutmuştu.”
“1862’nin Paris’i banliyösü Fransa olan bir şehirdir.”
“Emniyet Müdürü kedinin aslana dönüşmesinin mümkün
olamayacağına inanıyordu; yine de Paris halkı mucizeler yaratmakta ustaydı.”
“Şeker yemezseniz ömrünüz uzar… Şimdi erkeklere dönüyorum.
Beyler gönülleri fethedin. Birbirinizin sevgililerini taciz edin. Değiş tokuş yapın. Aşkta dostluğa yer yoktur.
Güzel bir kadının bulunduğu her yerde düşmanlık vardır. Karargâhta oturmak yok,
göğüs göğse savaş… Güzel bir kadın ‘casus belli’dir (diplomaside
savaş nedeni). Açıkça işlenen suçtur.
Tarihteki bütün savaşlara kadınların iç etekleri yol açmıştır. Kadın erkeğin hakkıdır.”
“Dostlarım, şunu aklınızda iyi tutun, kötü ot ya da kötü
insan yoktur, sadece kötü çiftçiler vardır.”
“…bazı kişiler sadece konuşma ihtiyaçlarını tatmin etmek için
kötülük yaparlar. Konuşmaları, salondaki sohbetleri, bekleme odalarındaki
gevezelikleri odunu çabuk tüketen sobalara benzer, çok yakacak gerekir ve
yakacak malzemeleri çevrelerindeki insanlardır.” Cild 1 Sayfa 214.
“Büyük bir sefalet amansız hareketlere vesile olurdu.”
“Bu sınıftan kadınlar yasalarımız tarafından tamamıyla polisin
insafına bırakılmıştır. Polis istediğini
yapar, onları keyfince cezalandırıp mesleklerini icra etmek ve özgürlük olarak
adlandırdıkları iki hüzünlü şeyden mahrum eder.”
“Büyük kederler, sefilleri dönüştüren ilahi ve korkunç
bir ışıktır.”
“Dedi, haykırdı sözcükleri… İnsan bazen dış dünyanın
sessizliğini bozmadan kendi kendine söylenir, kendisiyle konuşur, haykırır.
Büyük bir uğultu vardır, ağzımız hariç her yanımız konuşur.”
“Savcılar hep böyle davranmazlar mı? Kürek mahkûmu
olduğuna göre, hırsızlık yaptığına inanılırdı. Jean Valjean isminin altında
ezildiği için belki de delil aramaya gerek duymuyorlardı.”
“…Cennette kalıp şeytana dönüşmek! Cehenneme gidip melek
olmak! Ne yapmalı ulu tanrım, ne yapmalı!”
“Bu dilde karı ve koca eş; Paris sanatın ve uygarlığın merkezi,
kral hükümdar; monsenyör piskopos, papalığın kutsal temsilcisi; savcı kovuşturmanın
belagatli yorumcusu; savunalar kulağın algıladığı vurgulamalar, 14.Luis dönemi altın
çağ, tiyatro, Melpomene tapınağı, haneden, krallarımızın ulvi soyu, konser
müzikal şölen, vilayet garnizon komutanı, sayın general, yiğit savaşçı vs.. Papaz
okulu öğrencileri ruhani reislik adayları, gazeteler de çıkan yanlış haberler
sayfalarının sütunlarında zehir saçan sahtekarlık vs anlamına geliyordu…”
“Rahip… ne de olsa bir kürek mahkûmu ve bir fahişe söz
konusuydu. Bu yüzden Fantine’in defnedilmesini çok sadeleştirdi. Öyle ki onu
yoksulların cesetlerinin üst üste yığıldığı bir çukura gömdürdü. Böylece Fantine
mezarlığın herkese ait olan ve hiç kimseye ait olmayan yoksulların çürüyüp
gittiği bir köşesine gömüldü. Ne mutlu ki tanrı ruhları nerede bulacağını
bilir. Karanlıklara, kemiklerin arasına yatırılan Fantine küllerle hiç içe
geçmiş bir yoksul çukuruna atılmıştı. Mezarı da yatağına benzemişti.”
SAVAŞ KİMİN İÇİN?
“Napolyon savaşa bütünselliği içinde bakar, ayrıntıların
acıklı tablosuna dair küçük hesaplar yapmazdı. Rakamlar sonucu, yani zaferi
işaret etmedikçe onları umursamaz, sonuca kendi damgasını vuracağından emin
olduğu için başlangıçta işlerin yolunda gitmemesine aldırmazdı. Hiçbir sorun
çıkmayacağını düşünerek sabırla beklemesini biliyor, kendini kaderle bir tutuyor,
ona adeta şöyle diyordu: Cesaret edemezsiniz.”
“(Waterloo savaşını anlatıyor) …dörtnala koşturan
Napoleon kaçakları sıkıştırıyor, tehdit ediyor, onlara yalvarıyordu. …Yaşasın
imparator diye bağıran tüm ağızlar sanki onu zorlukla tanırlarmış gibi açık
kalıyorlardı… Atlar hücum ediyor, toplar kaçıyor, nakliye askerleri kaçmak için
mühimmat sandıklarını taşıyan arabaların atlarının koşum takımlarını çözüyor,
dört tekerleğini havaya dikilmiş şekilde devrilen yük arabaları kaçanların
önünü kesip katliamlara neden oluyor, izdiham yaşanıyor, herkes birbirini eziyor,
ölüler ve canlıların üzerinde yürünüyor, kollar kendilerini kaybediyor, kaçan
kırk bin askerin yığıldığı yollar patikalar, köprüler, ovalar, tepeler,
vadiler, ormanlar, baş döndürücü bir kalabalığı ağırlıyor, çığlıklar, kılıç
darbeleriyle açılan yollar, artık ne dost, ne subay ne general var: Tasvir
edilemez bir dehşet. Zieten Fransa’yı keyfince kılıçtan geçiriyor. Aslanlar
karacalara dönüyor. İşte kaçış böyleydi.”
KARGA İLE TİLKİ!
(Paris Adliye Sarayında savcılar Corbeau ve Renard için söylenen şiir):
“Bir dosyanın üzerine tüneyen üstat Corbeau,
Gagasında bir haciz belgesi tutar
Yayılan kokuyu duyan üstat Renard
Ona şu hikâyeyi anlatmaya başlar
Karga kardeş merhaba!”
“…insan, çocukluğunun geçtiği bir şehre sürekli olarak
gidip geldiğinde geçtiği yollara dikkat etmez. O çatıların, o kapıların, o pencerelerin
kendisi için bir anlam ifade etmediğini, o duvarların kendine yabancı olduğunu,
o ağaçların sıradan bir manzara teşkil ettiğini, içine girilmeyen o evlerin
hiçbir işe yaramadığını, üzerinde yürünen o kaldırımların taşlardan ibaret
olduğunu düşünür. Daha sonraları orada olmadığınızda o caddeler, o sıradan
ağaçlar gözünüzde tüter. O çatıların, pencerelerin kapıların eksikliğini
hisseder hiç kimsenin girmediği o evlere her gün girildiğini, o kaldırımlarda
ruhunuzu, yüreğinizi, kanınızı bırakmış olduğunuzu fark edersiniz… Çünkü bir
ülkenin görünümüne bir annenin yüzü gibi bağlanılır.”
RAHİBELER…YAŞARLAR
MI?
“(Rahibelerin yaşamını anlatıyor) Katı
İspanyol disiplinine geri dönelim...
Rahibeler yıl boyunca çok az yemek yer, büyük perhizde kendi özel
günlerinde oruç tutarlar. Sabah saat bir de uyanıp üçe kadar dua okur, sonra
sabah ayinine katılırlar. Önce şayaktan çarşaflarda samanların üzerinde
uyurlar. Hiç yıkanmazlar, asla ateş yakmazlar. Her Cuma kendilerini
kırbaçlarlar, çok kısa teneffüsler dışında
hiç konuşmaz ve altı ay boyunca, yani 14 Eylül deki kutsal haç gününden
Paskalyaya kadar abadan elbiseler giyerler.”
“Yatılı okul öğrencileri tıpkı rahibeler gibi ebeveynlerini
sadece ziyaretçi odasında görebiliyorlardı. Anneleri bile onları
kucaklayamıyordu.”
“Bir ülkede manastırların çok sayıda bulunması onları
hareketliliğin düğümlendiği noktalar, gelişmenin önünü tıkayan engeller haline
getirir. Şehir merkezleri olması gereken yerde açılan manastırlar tembelliğin
kurumsallaşmasına yol açar. Büyük insan topluluklarında manastır cemaatleri,
meşenin üzerindeki ökseotunun, insanın derisindeki siğilin yerini tutar.
Gelişmeleri ve refahları ülkenin yoksullaşması anlamına gelir.” Sf. 600
“Bakire kalmanın neye yaradığını anlamıyorum. Kilisede
onlara ayrılmış bi şapel olduğunu ve Meryem ananın cemaatine girdiklerini
biliyorum; ama lanet olsun, güzel, yiğit bir kocaya sahip olmak ve bir yıl
sonra memenizi emen, baldırlarında zarif yağ kıvrımları olan ve şafak gibi
gülerek göğsünüzü küçük pembe batileriyle döven sarışın, tombul bir yumurcağın
annesi olmak, akşam ayininden sonra mumla ayine katılmaktan (Turris eburneayı söylemek) daha iyidir!”
“… Birisi isterse onunla evlenirdim. Tanrının bizi birbirimize
tapınmak, cıvıldamak, güzelleşmek, güvercin, horoz olmak, sabahtan akşama kadar
aşkı gagalamak, güzel karımızda hayranlıkla kendimizi izlemek, gururlu,
muzaffer olmak, yiyip içmek dışında başka bir amaç için yaratmış olduğunu
düşünmek imkansızdır; yaşamın amacı budur…”
SAVCI VE POLİSLER
KÜREK KÜREK MAHKUMU YARATIYOR..
“Diğer büyükşehirlerde serseri bir çocuk harcanıp giden
bir yetişkine dönüşürken, neredeyse her yerde kendi haline bırakılan bir çocuk
onurunu ve vicdanını kemiren suçların uğursuz bataklığına sürüklenirken,
Paris’in dıştan yıpranmış ve yozlaşmış gibi görünen yumurcağının yüreğinin
tertemiz kaldığını ısrarla belirtmemiz gerekiyor.”
“Rüzgârın oyuncağı olan yelkenli gemilerin yanında
gerektiğinde yedeğe çekilen, kah kürekle, kah buhar gücüyle istediği tere giden
bir gemi olmazsa donanmadan söz edilemez, o zamanlar günümüzün buharlı
gemilerinin işini kadırgalar görüyor. Bu yüzden kadırgalar inşa etmek
gerekiyordu. Ama kadırga kürek mahkumları olmadan harekete geçemeyeceği için,
kürek mahkûmlarına ihtiyaç vardı.. Colbert (14. Louis’in maliye bakanı) taşradaki yöneticilerden ve parlamenterlerden ellerinden geldiğince kürek
mahkûmu yaratmalarını istiyor ve üst düzey yöneticiler ile yargıçlar bu görevi
keyifle yerine getiriyorlardı. Ayin alayı geçerken şapkasını çıkarmayan birisi
Protestanlık suçlamasıyla kürek mahkûmiyeti cezasına çarptırılıyordu. Sokakta on
beş yaşında yatacak yeri olmayan bir çocuğa rastlandığında hemen küreğe
gönderiliyordu.
... Bazen çocuk ihtiyacı karşılanamadığında polis, babası
olan çocukları da topluyordu. Umutlarını kaybeden babalar polislerin üzerine
saldırıyor, meclis bu duruma müdahale edip idam cezası veriyordu. Kimin için?
Polisler için mi? Hayır babalar için.”
YOKSUL
MAHALLELERİ
BALDIRI
ÇIPLAKLARIN ERDEMİ
“Giyotine benzeyen şarkılar bir gün şu başı, bir gün bir
başka başı kayıtsızca keserler. Değişen sadece başlardır.”
“... Haçlı seferlerinin soyluluğu, imparatorluğu, yani
kılıç soyluluğunu…”
“…Ve geleceğin doğmasında hiçbir şey düş kadar etkili
olamaz. Bugünün ütopyası yarın ete kemiğe bürünür.”
“Bozguncular iyi nişan alan körlerdir.”
“Sosyalistlerin öne çıkardığı bütün sorunlar… iki temel
başlıkta toplanabilir:
İlk başlık: Zenginliği üretmek
İkinci başlık: Zenginliği bölüşmek.”
“(Toplumsal
olayların en fazla olduğu Saint Antoine kenar mahallesinden söz ediyor) Kalabalık bir karınca yuvasını, çalışkan
cesur ve öfkeli bir arı kovanını andıran bu kenar mahalle bir ayaklanmanın
bekleyişi ve arzusuyla titreşiyordu. …Buradaki canlılığı ve kasveti hiçbir şey
tasvir edemezdi. Bu mahallenin tavan aralarında yürek sızlatan acılar
gizlenmiştir; ayrıca nadir rastlanan keskin zekâlılar da buranın sakinleri
arasında yer alıyordu. Hüznün ve zekânın aşırı uçlarının birbiriyle temasa
geçmesi özellikle tehlikeliydi.
… Devrim sırasında yoksulluk hem neden hem de sonuçtu.
İndirdiği darbe, sonunda kendine geri dönüyordu. Gizli potansiyel itibarından
her zaman silaha sarılmaya ve ayaklanmaya hazır olan bu erdemli öfkeli, duyarlı
halk adeta bir kıvılcımı bekler gibiydi.
…Meyhaneleri tarihi bir üne sahiptir. Çatışma dönemlerinde
insanların şaraptan ziyade tartışmalarla sarhoş olduğu yerlerdir.”
“…Vahşi.. Bu sözcük üzerinde anlaşalım. Devrimin kaotik günlerinde yırtık pırtık giysileri,
havaya kaldırdıkları topuzları, mızraklarıyla öfkeden kudurmuş halde gürleyerek
eski Paris’e akın eden bu adamlar ne istiyorlardı? Baskıların, zorbalıkların
sona ermesini, insanlar için iş, çocuklar için eğitim, kadınlar için sosyal
haklar, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, düşünce özgürlüğü, dünyanın cennet
bahçesine dönmesini, o iyi ve tatlı kutsal şeyi, toplumsal ilerlemeyi istiyorlardı.
Ama bunu ürkütücü bir biçimde yarı çıplak bir halde ellerle topuzlarda bir
gürlemeyle dile getiriyorlardı. Vahşilerdi evet, ama onlar uygarlığın
vahşileriydi.
… Vahşi olduklarını kabul ettiklerimiz, ama iyilik uğruna vahşi ve ürkütücü olan bu adamların
karşısında şeritli, sırmalı, süslemeli giysileri, ipek çorapları, beyaz tüylü şapkaları,
sarı eldivenleri, cilalı ayakkabıları, güleç yüzleriyle dirseklerini mermer
şöminenin yanındaki kadife masaya yaslanış sükunetle geçmişin, Ortaçağın
kraliyetin, kutsal hakkının softalığın, cehaletin, köleliğin, ölüm cezasının
devamını savunan, alçak sesle ve nezaketle
savaşı, kılıcı, ateşte yakılma cezasını, darağacını göklere çıkaran
adamlar vardı. Bize gelince, uygarlığın barbarları ile barbarlığın uygarları
arasında bir tercih yapmamız istenseydi,
barbarların yanında yer alırdık.”
“M. Babeuf’ün itinayla okuduğu kitaplar: ilki ünlü
parlamenter Delancre’a ait ‘İblislerin İhaneti’, diğeri Mutor del la Rubaudier’in ‘Vauvert’in İblisleri’ ve Bievre’in ‘Cüce
Cinler’ kitabı.
“.. Soyluların metreslerini teşhir ettikleri,
burjuvaların ise gizledikleri o dönemlerde…” (17, 18. Yüzyıl)
“Seine nehri kıyısındaki mahallelerde büyük bir kuşpalazı
salgını varmış. Bilim bu felaketten, yerini tendürdiyota bırakan boğaza şap
üfleme yöntemini denemek için yararlanmış.”
“Paris’te bireyin
kimliği başka sokağa taşınınca değişir… Tenardier bu fırsattan yararlanarak
Jondrette adını almıştı.”
ARGO:SEFALETİN
DİLİ
“Argo tam olarak nedir? Sefaletin dilidir... Bir milletin
ya da bölgenin konuştuğu dil saygıya layıksa sefaletin konuştuğu dil incelemeye
ve özen gösterilmeye ondan daha fazla layıktır.”
“Argo bazı kötü davranışlarda bulunmak üzere olan dilin
kılık değiştirdiği vestiyerden başka bir şey değildir... Hiçbir dil argo kadar
metafor içermez.”
TOPLUMSAL
ÇELİŞKİLER
“Ayrıca toplumsal düzensizliklerin, aksaklıkların incelenmesinin
ve düzeltilmeleri için altlarının çizilmesinin kişilerin tercihlerine kalmış
bir mesele olmadığı konusunda ısrarlıyız. Uygarlığın yüzeyinde kanalları, taht
mücadelelerini, prenslerin doğumlarını, kralların evliliklerini, savaşları,
meclisleri, kamuya mal olmuş önemli şahsiyetleri, devrimleri inceleyen bir olay
tarihçisinin daha derinleri, çalışan, acı çeken, bekleyen halkı, canından bezmiş
kadınları, can çekişen çocukları, insanların insanlara karşı giriştikleri
amansız savaşları, anlamsız vahşetleri, önyargıları, kanıksanmış
adaletsizlikleri, yasaların yeraltında geri tepmelerini, ruhların gizemli
evrimini, kalabalıkların fark edilmeyen çırpınışlarını, açlıktan ölenleri, çapulcuları,
baldırı çıplakları, öksüzleri, kimsesizleri, bahtsızları, alçakları, karanlıklarda
gezinen tüm larvaları araştıran bir gelenek ve düşünce tarihçisinden daha
saygın bir görev üstlendiğini düşünüyorum. Altındaki mağaraları görmezden gelerek
bir dağı tanımak mümkün müdür…”
“Devrimin ahlaki bir anlamı vardır. Hak duygusu görev
duygusunu geliştirir. Herkesin yasası (Robespier’i tanımına göre) şudur: Kişinin özgürlüğü başka bir kişinin özgürlüğünün başladığı
yerde biter.”
“Yarını reddetmenin tek yolu ölmektir.”
“Sevmek adeta düşünmenin yerini alır. Aşk geri kalan her
şeyin tamamen unutulmasıdır.”
“Aşkın bir yere ulaşması (evliliğe vs.)..
işte insanın garip isteklerinden birisi…”
“… Bütünün parçaya karşı verdiği savaşa devrim, parçanın
bütüne saldırmasına ise isyan denir.”
“…aynı ırktan çatışmacılar arasında sadece yaş farkı
vardı. Hepsi yirmi yaşında düşünceleri, kırk yaşında aileleri için ölen
dirençli insanlardı...”
“.. herkesin herkes için özveride bulunmasına eşitlik
denir. Herkesin herkesin hakkını korumasına kardeşlik denir…”
“İsyan ve bastırma girişimcileri eşit silahlarla
dövüşmezler… Bastırma girişimcilerinin barikattaki isyancı sayısı kadar alayı,
barikattaki fişeklik sayısı kadar cephaneliği vardır… Bu yüzden bire karşı yüz
kişinin karşı karşıya geldiği çatışmalardır aniden patlayan devrim olmadıkça… Her
zaman barikatların ezilip geçilmesiyle sonuçlanır. Devrim ağırlığını koyunca
herkes ayağa kalkar, sokaklar kızışır, her Fransa’yı görür. ”
“Horatius onlardandı, Goethe onlardandı, belki La
Fontaine de öyleydi, bu kimseler gibi acıları sükünetle izleyen, hava güzelse
Neron’u görmeyen, güneşin ışıltısında insanların yakıldığı odun ateşini fark
etmeyen, giyotine sadece bir parıltı, bir ışık oyunu görmek için bakan, ne
açlığı, nehıçkırığı, ne inilgiyi, ne alarm çanını duyan, mayıs başlarıında
kızıl ve altın sarısı bulutlar dolandıkça hoşnut olan ve yıldızların ışığı
sönüp gidene, kuşların cıvıltısı kesilene dek mutlu olmaya karar vermiş,
sonsuzluğun mükemmel egoistleri bu silsilede yer alırlar. Bunlar karanlık
ışıltılardır. Acınacak halde olduklarının farkında bile değildirler.”
“…Evler bazen mezara benzer. Bu kapının önünde can
çekişen isyancı, tüfeklerin, çekilmiş kılıçların yaklaştığını görür, bağırsa
duyulacağını ama yardımına gelinmeyeceğini bilir; duvarlar koruyabilir,
insanlar onu kurtarabilir, ama bu duvarların kulakları etten, bu insanların
yürekleri taştandır. Suçlu kim? Hiç kimse ve herkes. Şu yaşadığımız kusurlu
zamanlar…”
“Patlak veren bir ayaklanma halkın önünde sınav veren bir
düşüncedir. Halk geçer not vermezse düşünce olgunlaşmamış demektir; ayaklanma
küçük bir kargaşadan öte gidemez.
Her çağrıda ütopyanın canı her istediğinde savaşa girmek
halkın işi değildir. Uluslar her zaman kahramanlık gösterecek ve dava uğruna
ölecek bir ruh halinde olamazlar.
Gerçekçidirler. Ayaklanma onları tiksindirir, bunun ilk
nedeni sonucunun sıklıkla felaket olmasıdır; ikinci nedeni ise hareket
noktasının her zaman için bir soyutlama olmasıdır.”
“(sayıca az isyancıları kastediyor) Hiçbir itiraz kabul
etmeksizin insanın kendi üzerinde söz sahibi olmasını, adaleti, hakikati
savunur ve gerekirse üç yüz Spartalı
gibi ölür.”
“Bazen mide yüreğe üstün gelir. Fransa’nın yüceliği midesini
diğer halklardan daha az düşünmesinden, kemerini daha kolayca sıkabilmesinden
ileri gelir. İlk uyanan ve son yatan odur. Önde gider. Araştırmacıdır.
LAĞIM:SUYA GİDEN
SERVET
“… bilim günümüzde en verimli ve en etkili gübrenin insan
gübresi olduğunu artık biliyor. Çinlilerin bu bilgiye bizden önce vakıf
olduklarını utanarak belirtelim… ..Çin buğdayından tohumun yüz misli ürün elde
edilir. Hiçbir yarasanın gübresi verimlilik konusunda bir başkentin atıklarıyla
boy ölçüşemez. .. Peki bu altın gübreyi ne yapıyoruz? Uçurumlara süpürüyoruz…
Büyük paralar harcayarak penguen ve fırtınakuşu pisliği
toplamak için Güney Kutbuna gemiler gönderiyor, elimizde bolca bulunan refah
kaynağını denize döküyoruz. Dünyanın ziyan ettiği insan ve hayvan gübresi deniz
yerine toprağa dökülseydi hiç kimse aç kalmazdı.”
“-Sayın baron, ben yaşlanmış eski bir diplomatım. Eski
uygarlık beni çok yıprattı. Biraz da yamyamları incelemek istiyorum.
-
Eee sonra?
-
Sayın baron, bencillik dünyanın temel yasadıdır. Yevmiyeyle
çalışan tarım işçisi bir yolcu arabası geçtiğinde arkasını dönüp bakar, toprak
sahibiyse arkasını dönmez. Yoksulun köpeği zengine havlar, zenginin köpeği
yoksula havlar. Herkes kendi başının çaresine bakar. İnsanların amaçları
çıkarlarıdır… (Bu lafları Marius’a
söyleyen kişi tek amacı kandırıp, ondan para aşırmak olan çakalın önde gideni,
Tenardier..) Cilt: 2, sayfa 811.
……………….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder