KARAVANLA İLK GEZİMİZ...
Sevgili arkadaşlar, dostlar, bildiğiniz gibi son iki yazı
doğduğum köyde (Tokat, Almus, Ataköy) bir ev yapma gayreti ile geçirdim.
Neredeyse güneşin doğuşu ile başlayıp
batışı ile biten ve hafta sonu, bayram tatili vs. demeden aralıksız süren çabanın
sonunda artık miadı dolmuş bir samanlığı eve dönüştürüp içinde yaşamaya
başlayabildik. Tabi fiziksel olarak yorucu olmakla birlikte kafamın rahat
olduğu bir dönem oldu… Veee artık bir
tatili, denizi hak ettiğimizi düşünerek,
sevgili eşim Aysel ile
birlikte, minik karavanımızı arkaya atıp
yılın son deniz fırsatını yakalamak umuduyla 1 Kasım gecesi sabaha doğru
Bursa’dan yola çıktık.
Karavanı geçen sene edinmiştik, ancak onda yaşamaya yeni başlıyorduk. Karavanla gezmek nasıl bir şeydi? Alışabilecek miydik. Sabah güneş doğmadan yola çıkıp, denize girebilme şansımızı artırmak umuduyla doğru Didim’e gitmeye karar verdik. Didim’e hiç gitmemiştim. Aslında benim için Aydın, İzmir, Manisa bölgesi doğru dürüst gidip gezdiğim yerler değildi, merak ediyordum.
Yaklaşık 500 km’ye yakın yolu kat ederek öğlen sonrası Didim’e ulaştık. Hava sıcaklığı fena sayılmazdı. Didim civarında en çok merak ettiğim, hayli methini duymuş olduğum yer, Akbük olduğu için doğru Akbük’e vardık ve karavanı tenhalaşmış sahile yakın bir yere, zeytin ağaçlarının yanına park ettik. Kısa bir keşiften sonra içme olmasa da kullanma suyu kaynağı ve kullanabileceğimiz WC bulduk. Oh daha ne olsun. Elektrik ihtiyacımızı güneş panellerinden karşılıyoruz, su ve tuvalet olduktan sonra karavancı başka ne ister. Deniz önümüzde, tertemiz, turkuaz… Yakında belediyenin çöp konteynırı da var..
3 Kasım sabahı deniz kıyısında, dalgaların sesini, kuşların
cıvıltısını duyarak kahvaltı yapmak süperdi.
3 gün hiçbir yere gitmeyi düşünmeden Akbük’te kaldık. Öğle saatlerde denize girip, kalan zamanda dinlenerek, çevreyi dolaşarak geçirdik. Yola çıkarken hayli yiyecek içecek aldığımız için market vs. ihtiyacımız da olmadı. Bu arada bol bol kitap okudum. 2-13 kasım arasında, Charles Dickens’in “Great Expectations” kitabını ikinci kez okudum. Maksat İngilizceyi geliştirmek olunca, tavsiye ederim, bir kitabı defalarca okumakta yarar var, her seferinde yeni şeyler keşfediyorsunuz… Aynı yazarın “A Tale Of Two Cities” kitabı da bitti sayılır.
Yaban domuzlarının geceleri mahallede, sokak aralarında,
plajda, bahçede dolaşmasına ilk kez Akbük ile Didim de şahit olduk.
Bu arada eşimin üniversiteden arkadaşı Nezihe hanım ile Erdoğan Küllü çiftini Didim’deki yazlıklarında ziyaret ettik. Günün büyük bölümünü onlarla geçirdikten sonra ee, madem Didim’e geldik, haydi plaja deyip yakındaki Gümüş Plajı denen bir plaja gittik. Gayet güzel, sığ bir plaj. Kıyıda kocaman bir turistik tesis var, Türkmetal Sendikası’nın yeriymiş..
Ardından adını çokça duyduğum Altınkum plajına gitmek istedik. Ama buraya karavanla, bu mevsimde de olsa gelmek akıl karı değilmiş. Plajın çevresindeki duş, WC dahil herşey kapanmış, denize giren yok. Hava kapalı, deniz dalgalı. Arabayı bir köşeye bırakıp Didim’de dolaşmaya başlamıştık ki, sağanak yağmur bastırdı... Şiddetli yağıştan kurtulmak için bir kafede birşeyler yeme içmeyi tercih ettik. Cisi cisi yağmurun keyfini çıkarttık derken, karavana döndüğümüzde şok olduk! Karavanın tavan kapağını açık unutmuşuz, yağmur suyu içeri girmiş, ortalıkta ne varsa ıslanmış… Aslında yağışın olacağı belliydi, ama havalandırmayı kapatmayı akıl edememişiz. Olan oldu. Hayli de gerildik. Neyse ki elbiseler bagajdaydı, kuruydu, ertesi gün ıslak olanları güneşe serip kurutabildik.
Yağış ve ardından kapalı iki günden sonra artık denize de giremez olmuştuk ve Bursa’ya doğru dönüşe başladık. İlk durağımız Kuşadası’ndaki Milli Park oldu. Aslında “Park4Night” uygulaması burada karavan için park edilebilecek duşu, wc’si olan bir koy gösteriyordu. Ancak kapısında Dilek Yarımadası Büyük Menderes Deltası Milli Parkı yazan yere vardığımızda içeride park edip gece kalamayacağımız söylendi. Giriş için HGS otomobillerden 25 tl alıyormuş, çekme karavanla bizden kaç lira aldılar bilmiyorum. (Sonradan öğrendim ki, 75 tl yazmış) Girdik ve çok güzel bir koyda park edip, kahvaltı yaptık, denize girdik. Milli Park’ın konumu çok güzeldi. Tertemiz plaj ve koy, yemyeşil orman, bitki örtüsü, doğal kaynak suyu çeşmeler, duş, tertemiz wc vs.
Çevreden uzaklaşmak istemeyince, kapanma saatine yakın çıktık ve Milli Parkın girişine yakın bir yere karavanı park edip geceyi orada geçirdik. Sabah güneş doğunca, hemen yakındaki Zeus Mağarası denen yeri gezdik. Bu mağara yeraltı sularının yer yüzüne çıktığı noktadaki kalker taşlarını zamanla eritmesi ile oluşan ve mitolojideki tanrı Zeus ile güzellik tanrıçası Afrodit’in yıkandığı rivayet edilen bir yer… Bir tür obruk.
Kuşadası Güzelçamlı civarından sonraki durağımız İzmir Menderes’e bağlı Yoncaköy’ün plajı oldu. Burası yüzlerce metre uzunluğunda, gayet güzel kumu olan çok büyük bir plaj aslında. Ama ne duş, tuvalet, ne temiz su… Belli ki yaz aylarda paralı plajlara gidemeyen insanların denize girdiği bir yer. Yer yer piknik ateşleri yakılmış belli. Ve kıyı boyunca kumul ve bataklık otlarının çevresi galiba insanlar için “doğal wc” olmuş! Neyse ki karavanda kartuş wc var. Plajın ortasından yol geçiyor, yolun kıyısına belediyenin çöp koyteynırları var. Su yok, ama kendi suyumuz olduğu için sorun olmadı. Plajda sabah kahvaltısı, denize girmek, akşam yemeği…
Sonraki gün ise hemen 10 km ilerideki Ahmetbeyli koyuna
gittik. Burada plajın girişindeki otopark Menderes Belediyesi’ne aitmiş. Park
aslında ücretli ama giriş açıktı ve iki gün boyunca görevli göremedik. Bizimle
beraber birisi Hollanda’dan gelen Türk aile ile Tekirdağlı, emekli olduktan sonra
karavan alıp yola düşen bir çiftle tanıştık.
Ahmetbeyli koyundan sonra İzmir’i pas geçip Dikili’ye gittik. Dikili tahminimin ötesinde kocaman bir şehir havasında. Dikili’de denize giremedik. Kıyıya yakın tenha bir sokakta konakladıktan sonra ertesi gün sabah kahvaltısını Ayvalık’ın ünlü Sarımsaklı Plajı’nda yaptık. Çok geniş ve gayet güzel kumu olan bir plaj. Belli ki yaz aylarında cıvıl cıvılmış. Ama her yer kapanmış. Geceyi burada geçirdikten sonra doğru Ayvalık Cunda’nın yolunu tuttuk. Doğrusu Cunda’da daha önce defalarca gittiğim bir yerdi ve eski Rum evlerini gezdiğim yerlerde karavanı park eder kalırız diye hayal ediyordum. Ama bir anda kendimizi kalabalık insanların, daracık sokakların arasında bulduk ve limanın girişindeki otoparkta da yer bulamayınca adanın kuzeyine yöneldik.
Adanın kuzeyine, Çataltepe
plajına doğru gidince aradığımız sessiz, sakin ve tenha kıyıları
bulabildik. Burası gündüz denize girebildiğimiz son plaj oldu ve son gün
Armutçuk pazarında yeni toplanmış zeytinden de aldıktan sonra evin yolunu
tuttuk.