27 Mart 2025 Perşembe

 Eğitimci, şair Ahmet Özer’in gözünden

’68 Kuşağı, Kızıldere..

 

Dursun EROĞLU


’68 Kuşağı” deyince pek çoğumuzun aklına Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi sol gençlik liderleri, 12 Mart, Kızıldere gibi zor dönemler, acılar geliyor. Ancak aynı dönemin gençlerinden eğitimci, şair Ahmet Özer ile tanışınca, aslında bu kuşağın salt siyasal başkaldırı ruhundan ibaret olmadığını; kültür sanat alanında da hatırı sayılır bir ’68 Kuşağı olduğunu fark ettim. Dahası, Nazım Hikmet’ten Sabahattin Ali’ye, Aziz Nesin’e, Yaşar Kemal’e insanların kalbinde taht kuran pek çok şair ve yazarın ‘68 Kuşağı ile aynı damardan beslendikleri gibi bir düşünceye kapıldım.

Sevgili dostlar, çocuk yaştaki tanıklığım çerçevesinde yazdığım Çocukluk Anılarımda Kızıldere kitabının yayınlanması benim için yayın dünyasına merhaba demek gibi bir anlam taşıdı. Gazetecilikte 40 yılı doldurmuş olamama rağmen tamamen yepyeni bir ortam ve çevre ile tanışmış oldum.

Şair Ahmet Özer ile tanışmamız kitabım üzerine oldu. Ankara’da yaşayan Özer ile tanışmamızı üniversiteden arkadaşım sevgili Sema Gözükara sağladı. En son Bilkent Üniversitesi ile Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda dersler veren Ahmet hocaya kitabımı takdim edince telefonla aradı ve dopdolu, uzunca bir konuşma yaptık. Onlarca kitabı yayımlanan bir aydın, “Aynı yaşlarda olduğu devrimci gençlerin kapana kıstırılıp öldürülmelerinin” anlatılmasından, belli ki hayli etkilenmiş, duygulanmış. Yine de bu denli üretken bir yazın ustasının daha ilk kitabını zorlukla bastırabilmiş, popüler birisi de olmayan bir gazeteci olarak beni telefonda araması; duygu ve düşüncelerini paylaşması büyük incelikti.



Ahmet hocam, sohbetin ardından aylık kültür sanat ve edebiyat dergisi Berfin Bahar’da Gazeteci Dursun Eroğlu’nun Çocukluk Anılarında Kızıldere” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 3 sayfa tutan yazıda Özer, yüreğinde ‘68 Kuşağı’nın haklı isyanını ve hazin sonlarını hissederek kitabın içeriğini anlatıyor.

1946 yılında Trabzon Maçka’da doğan, okullarda yaklaşık 30 yıl Türkçe öğretmenliği yaptıktan sonra 19 yıl Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Ahmet Özer, pek çok sanat ve edebiyat dergisinde yazar ve yöneticilik yapmış.

Bütün bunları yaparken şiirden röportaja edebiyatın farklı alanlarında tam 50 kitabı okurla buluşturabilen (50. son kitabı Damara Dokunmak yeni çıktı) bir aydından söz ediyoruz!

Bu derece verimli, üretken, aydın duyarlığına sahip bir ismin, kitabım hakkında kaleme aldığı satırlar önemliydi. İşte bazı değerlendirmeleri:

“Bir çocuk yüreğine sığınarak kaleme alınan yapıt, 51 yıl önce gerçekleştirilen bir toplu ölümün etkileyici bir fotoğrafını koyar önümüze. İçten, şaşırtıcı, ürpertici bir tanıklığın ifadesidir bu. Daha da önemlisi tarihe not düşmektir.”………

“Dursun Eroğlu’nun Kızıldere’de doğan bir çocuk olması, o coğrafyadan çıkıp gazetecilik eğitimi görmesi, tarihin alnında kanayan bir yara olan bu büyük olaya tanıklık etmesi, onu bu konuda yazmaya yöneltmiş. Aynı yaşlarda olduğumuz devrimci gençlerin kapana kıstırılıp öldürülmelerinin acısını 51 sonra önemli bir tanığın kaleminden okumak içimizi sızlatıyor. 30 Mart 1972’de basın ve radyonun verdiği haberlerden öğrendiğimiz bu kuşatma ve imha planını, bir çocuk gözünün ışıltısı ile okumak ülke yöneticilerinin gençlere bakışındaki acımasızlığı da sergilemeye yetiyor.

Eroğlu, “Kızıldere olayı”nı, bir başka kanaldan görmemize ışık tutuyor.”

(Ahmet ÖZER, Berfin Bahar, Sayı: 304, Sayfa: 62)

Usta yazarımız kitabımda birkaç maddi yanlışlığı da tespit etmiş. Bu yüzden kendisine özel bir teşekkürüm var ve ilk yeni baskıda düzeltme mutlaka yapılacaktır.

 

EDEBİYATTA ‘68 RUHU… 

 

Özer’in yazılarına ve röportajlarına bakınca onun dünyasında 68 kuşağının ruhunu, izlerini görebiliyorsunuz.

Ahmet hocayı anlamak için, kendisiyle yapılan bir röportajdaki sözlerini sizlerle paylaşmak istedim:


 Kuşak olarak dönem gereği bireysel tarihimizden evrensele açıldığımızda yaşanılan her şeyi gözlemlediğimiz ortada. Dünyada olan her olayın, her olgunun, her anın diyalektik bir akışla birbirine eklemlendiğini iyi biliyorduk. Bu noktadan hareket ettiğimizde düşüncenin, yazılanın, yaşanılanın izlenilenin önemli bir tanığıydık.

Bu tanıklık, bizi toplumsal sorumluluğun eşiğine getirmiştir. Özellikle şiir yazmaya başladığımız 60’lı yılları düşündüğümüzde dönemin dünya halklarının büyük isyanıyla karşılaşırız. O günleri kayıt altına alan dergilerde, gazetelerde, belgesellerde anlatılanlar; bugün çoğu kişiye bir masal gibi gelir. Sanki bir başka ülkeden, bir başka dünyadan buralara gelmiş gibiyiz.

… 1961 Anayasasının getirdiği özgürlükler, DİSK, TİP ve TÖS’ün ortaya koyduğu mücadele azmi, 68 Kuşağının dünyayı fethetme cesareti ve Nâzım Hikmet’in Yön Dergisi’yle zincirlerini kırması, Ant, Türk Solu gibi dergilerle ortaya konulan siyasal bilinç ve pırıl pırıl yüreklerin attığı kimi yayın organları, bizi bu düşünsel akışın içine aldı.

Dönemin, bugün hiçbiri yaşamda olmayan değerlerinin üretimde bulunduğu yılları kapsadığını düşünelim. Şairlerin şiirleriyle yazarların değişik türdeki ürünleriyle, devrimci içerikteki oyunlarla, bir uzun yürüyüşteydik.

Bu coşku emperyalizmin gücü ve yerli işbirlikçilerinin ortaklığıyla bilindiği gibi 12 Mart’ta yerini karşı devrime bıraktı. Binlerce insanın yaşamı karartıldı. Gencecik insanlar asıldı. Toplumsal uyanışın önü kesilmeye çalışıldı.

İşte bizim kuşağımız bu yaşananların içinden hem kendini hem de sorumlu olarak duyumsadığı kesimi, sınıfsal bilinciyle aşmanın yolunu aradı. Bunun en iyi başarılacağı yöntem de şiirdi. Aşkı da ölümü de ayrılığı da hapishaneyi de doğayı da toplumu da, daha doğrusu yaşamın bütün gerçekliğini şiirle ifade etmenin yarışındaydık.” (Gamze Akdemir, Cumhuriyet Kitap eki, 29 Haziran 2021)

Anlaşılan '68 Kuşağı sadece darağacında asılan Deniz'lerden, topluca katledilen Mahir ve arkadaşlarından vs. ibaret değilmiş... "68 Ruhu" diye henüz dipdiri olan birşey varmış.!

 

14 Haziran 2024 Cuma

Bir kalkınma göstergesi: ‘Çöp/Atık’!

 

Hayır hayır, bu yazıda “Temizlik imandan gelir”, “Aslan yatağından belli olur” minvalinde bir şey okumayacaksınız. Şehirlerimizin kronik sorunlarından birisi olan atık meselesine dikkatinizi çekip, bu alanda en başarılı ülke sayılan İsviçre’nin neler yaptığından söz edeceğim. 

Kişi başına en fazla “çöp” üretmekle dünya şampiyonu kabul edilen İsviçre’de gördüklerim bana tam da bunu düşündürdü: Çöp işi sahiden bir kalkınma göstergesi!

 “Çöp” diye tanımlayıp bir an önce atıp kurtulmak, yok etmek istediğimiz atıklar meğer hem sağlıklı bir çevre hem de zenginlik kaynağı olabiliyormuş. İsviçre modelinin bize gösterdiği şey, işte bu!

Atıkların yüzde 56’sını geri dönüştürüp, kalanını da yakıp elektrik üreten bir ülkeden söz ediyoruz. 

Peki o zaman, İsviçre’de yapılabilenleri neden biz de yapmayalım?  Neyimiz eksik? 

Hatta daha pratik, daha ileri modelleri hayata geçirmek, neden olmasın?

 

‘ÇÖP’ SORUN DEĞİL. KAYNAK…

 

Sevgili okurum, tanıyanlar bilir, kişisel nedenlerle yılın bir bölümünü İsviçre’de geçirmeye başladım ve 2024’de orada merhaba deyip 3 ay orada yaşadım. Size İsviçre’yi anlatma, methetme niyetinde değilim. Ama bu ülkede elde edilen başarılardan, yapılan işlerden ders çıkarmanın da kendi şehirlerimiz, ülkemiz açısından çok yararlı olacağına inanıyorum.

İsviçre’de olduğum günlerde sevgili dostum, Bursa’da kentimizin duyarlı aydınlarından Vedat Sezerile kentin sorunları, işte Kayapa’ya yapılacak atık yakma tesisi ve halkın tepkisi, işte Hamitler çöplüğündeki koku, yangın vs diye yazışırken; yahu bu atık sorunu İsviçre’de nasıl çözülüyor diye merak edip başladım araştırmaya…

Size bu yazıda İsviçre’deki “atık yönetimi”ni kısaca özetleyeceğim. Zira çok ayrıntılı bir konu ve bu özeti çıkarabilmek için hayli dolaşmam, araştırmam, okumam vs. gerekti. 

Önce belirteyim, orada bu iş bizimkinden tamamen farklı işliyor.  

Nasıl mı?

Öncelikle sabahleyin mutfakta ağzına kadar dolan çöp torbasının ağzını bağlayıp, sokağın başındaki konteynıra bırakmakla başlayalım.

 

‘VERGİLİ POŞET’

 

İsviçre’nin farklılığı işte bu çöp torbasından başlıyor…

Zira orada, herhangi bir çöp poşetine çöp doldurup bu konteynıra atamazsınız! Atarsanız çıkarılır, size de para cezası kesilir.

İsviçre’de çöp poşetleri “vergili torba” diye biliniyor. Yani devlet (belediye) çöp vergisini (Çevre Temizlik Vergisi) bu poşetler ile tahsil ediyor. Vergi, marketlerden satın aldığınız poşet fiyatının içinde.

Hani “Kirleten Öder” ilkesi var ya, o açıdan tam isabet! 

Yani Çevre Temizlik Vergisi herkesten aynı miktarda alınmıyor orada. 

Ne kadar fazla çöp poşeti doldurursan, o kadar fazla vergi ödüyorsun! (Biliyorsunuz bizde bu vergi BUSKİ gibi su faturaları ile tahsil edilir ve konteynırı tek başına dolduran da, el kadar küçük poşet bırakan da aynı vergiyi öder) 

İkinci konu ayrıştırma… Yaşadığımız şehir yaklaşık 10 bin nüfuslu bir yerdi. Ama caddelerde pek çok noktada geri dönüşebilen kağıt, metal, pet/alüminyum şişe, naylon, metal, cam vs. atıklar için özel konteynırlar var. 

Geri dönüşebilen atıklar genelde kaba ve çok yer tuttuğu için insanlar vergili poşete bunları koymak istemiyor haliyle. Geri dönüşüm kaplarına konulacak atıklar için herhangi bir şekilde ödeme yok. 

 

MOLOZLAR GERİ DÖNÜŞÜME!

 

Verilere göre, İsviçre’de atıkların ağırlık olarak yaklaşık yüzde 40’ı yapı inşaat vs. atıkları. Taş, toprak, tuğla, beton, demir, çakıl, asfalt vs. yani molozlar… 

Ama orada çöp dağları gibi “moloz dağları” da göremezsiniz.  

Depolama alanı” dedikleri yer, atıkların kamyonlarla getirilip ayrıştırıldığı alanlar. Moloz orada taş, toprak, tuğla, çakıl, demir, asfalt vs. olarak ayrıştırılıyor. Diyelim iş makineleri ile sökülüp atılmış asfalt parçaları ve kayalar, çakıl, kum, mıcır gibi atıklar; mıcır ocaklarında gördüğümüz konkesör tarzı makinelerle öğütülüp istenen kalınlıkta mıcır türü malzeme elde ediliyor. Bu malzemeler yapı ve yol inşaatlarında, dolgu malzemesi olarak kullanılıyor. Örneğin belediye bir sokakta altyapı için kazı yapmışsa, dolgu malzemesi olarak öncelikle bu tür dönüştürülmüş malzemeyi kullanmak zorunda… Atıklardan elde edilmiş malzeme varken, taş ocağından yeni çıkmış malzemeyi kullanmak, bildiğin, yasak! 

Bu durum inşaat malzemesi elde etmek için neden dağ taş her yerin bizdeki gibi kevgire dönmemiş olduğunu açıklıyor.

İsviçre’de son verilere göre kişi başına yılda 750 kilo çöp üretiliyor. Bu miktarın küresel düzeyde en yüksek miktar olduğu, bunun kalkınmışlık belirtisi olduğu ifade ediliyor. Galiba bununla da övünüyorlar. Açıkçası buna da pek şaşırmıyorum. Zira marketlerde mesela 1 kiloluk peynir, zeytin, tereyağı, şeker vs. göremiyorsunuz. Neredeyse raflarda her şey 100 gramlık ambalajlarda. Eee bu da daha fazla ambalaj malzemesi, sonuçta çöp demek!

İsviçre’nin en önemli farklılıklarından birisi sanayi kuruluşları ile entegre bir atık yönetimi uygulaması. Örneğin elektrikli, elektronik ekipmanlar, beyaz eşyalar vs. için üretici firmalar, kullanılamaz hale gelen, hurdaya ayrılan ekipmanları ücretsiz toplamakla yükümlü. Tüketiciler ise bunları iade etmekle… 

Örneğin 2014’te bu şekilde 126.000 ton kullanılmış ekipman toplanıp geri dönüştürülmüş.

Aynı şekilde artık kullanılamayan arabalar, eski lastikler de yine servis sağlayan firmalarca toplanma durumunda. 

Ayrıca belediyelerin ağı ile toplanan geri dönüşebilir atıklar özel firmalarca satın alınıp değerlendiriliyor. Bununla hem belediye toplama maliyetini karşılıyor hem de firmalar hammadde tedarikinde sorun yaşamıyormuş. 

 

ELEKTRİĞİN YÜZDE 5’İ ATIKLARDAN!

 

İsviçre’nin, örneğin Bursa’dan en önemli farkı Hamitler Çöplüğü benzeri çöp dökme alanları olmaması. Yani orada vızır vızır çöp kamyonlarının toz duman ve koku içinde çöp dağları oluşturmaları söz konusu değil. Çöpleri kamyonlarla getirip, dozerle düzleyip üzerine toprak atma, dikine borular yerleştirip metan gazından elektrik üretme gibi çabalar da yok… Dolayısıyla ne evine kokudan giremeyen Hamitler Mahallesi sakinleri, ne de yangın tehlikesi var… 

İsviçre’de geri dönüştürülemeyen atıklar için gidilen tek bir yol var: Yakma ve bu yolla elektrik üretme… 

 


Resimaltı: 

Benim kaldığım Bern kantonunda atıkların yakıldığı, ülkenin en yeni ve 3. Büyük yakma tesisi, Zuchwil’deki Kebag Enova. Baca gazı arıtma ünitesinde özel kumaşlar kullanılmış ve havayı kirletmediği konusunda iddialı.

 

Düşünün İsviçre’nin elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 5’inin bu tür termik santrallarla karşılandığı belirtiliyor. Bu yolla yılda elde edilen 30 petajul enerji, 700.000 tondan fazla ham petrolün kalofirik değerine denk gelirmiş.

 

ORGANİK ATIKLARDAN KOMPOST GÜBRE… 

 

İsviçre’de dışarıda yemek, hazır gıda yaygın olduğu için çöp torbalarında yiyecek atıkları çok fazlaymış. Bu yüzden çöp poşetlerinden çıkan gıda atıkları ayrılıp biyogaz ve kompost üretiminde kullanılıyor. 

Federal Çevre Dairesi'nin (FOEN) verilerine göre, 20 kişinin mutfak çöplerinden yılda 2 metreküp kompost elde ediliyor. 

Tabi kompost gübre üretiminde kullanılan atıkların önemli bir bölümü de belediye ve özel kişi/kuruluşların çim biçme, budama vs. park, bahçe işlerinde ortaya çıkan atıklar. 


Üretilen kompost gübre malum, tarla ve bahçelerde kullanılıyor. 



ARITMA ÇAMURUNDAN ELEKTRİK!

Oftringen'de yılda 2.500 to arıtma çamuru yakan ERZO Fabr.


 

Bursa için önemli bir sorun haline gelen arıtma çamuru da İsviçre’de “sorun” değil “kaynak”!  Zira, kanalizasyon ve atık su arıtma tesislerinde oluşan “arıtma çamurunu” biz nasıl ortadan kaldıracağız diye kara kara düşünürken, adamlar bu çamurları mercek altına almış. Bir dönem bunları da kompost gübre şeklinde tarımda değerlendirmişler. Ancak içinde lağımdan karışan ve ayrıştırılamayan, zararlı kimyasal maddeler dikkate alınarak kompost gübre olarak tarımda kullanımı 2006’da yasaklamış. Halen arıtma çamuru kurutulup yakılıyor. 

Adamlar herşeyi değerlendirme peşinde. Mesela arıtma çamuru kurutup yakmadan önce “metanizasyon/çürütme)” işlemine tabi tutulup metan gazı elde ediliyormuş. 

(Metan gazı deyince parantez açayım, İsviçre’de gördüğüm çiftliklerin hepsinde hayvan gübresi için havuzlar yapılmış. Gübre bu havuzlara sürükleniyor, sıvı atık yeterli olmadığında su ekleniyor ve gübre bu havuzlarda fermante olup, kokudan büyük ölçüde arındıktan sonra tankerlerle araziye sıvı gübre şeklinde pompalanıyor.  Ancak benim gördüklerim küçük aile işletmeleriydi. Metan gazı ile elektrik üreten özel firmalar, gübreyi büyük çiftliklerden taze taze toplayıp tesislere taşıyor, orada gaz ve sonuçta elektrik üretiyormuş. Tabi elde edilen kaliteli sıvı gübreyi çiftçilere sattıklarını söylemeye gerek yok.)

İsviçre’de şimdi de arıtma çamuru içindeki fosforu değerlendirmenin yolları araştırılıyor. Zira lağım sularının arıtılması ile ortaya çıkan çamurdaki fosfor ve nitrojen birer bitki besin maddesi. 

Vigier Çimento firması. Yılda 6.200 ton atık yakıyor.


Ancak şöyle bir ayrıntı var. Arıtma çamurunun yüzde 40’ı özel çamur yakma tesislerinde (IBE), yüzde 30’u evsel atıklar için yakma tesislerinde (UIOM), yüzde 30’u da çimento fabrikalarında yakılıyormuş. 

Bir araştırmaya göre, arıtma çamuru ve küllerinde bulunan fosforun yüzde 90'ının geri kazanılması mümkün. Bu da yılda 6.000 ton fosfora tekabül ediyor. Amaç fosforun geri dönüştürülerek bu kaliteli besin maddesinin tarımda gübre olarak değerlendirilmesi.

Atık yönetimi konusu aslında çevre politikasının merkezindeki konulardan birisi. İsviçre’nin bu alanda başarılı olduğunu görmek için fazla araştırma yapmaya gerek yok. Zira, dereleri tertemiz akan, hava kirliliği görmediğim ve toprağın her karışının değerlendirildiği bir ülke. Bunu dolaşırken görüyorsunuz. 

Peki geri dönüştürülemeyen atıklar ile arıtma çamurunun yakıldığı tesisler çevreyi hiç mi kirletmiyor?

Şaşıracaksınız (ben şaşırmıştım) ama bu yakma tesisleri bizdeki gibi şehir dışında bir yerlere yapılmak istenmiyor. Tersine, şehirlerin içinde… Bacasından, doğalgaz bacalarından çıkana benzer, su buharı gibi bir bulut yükleniyor, o kadar. 

Havayı, suyu ve toprağı kirletmenin büyük cezaları var.

Toprak deyince, bu konu orada adeta kutsal!

Toprak yenilenemeyen bir kaynaktır” tespiti ile “Toprağın üst ve alt katmanlarının soyulması sonucu ortaya çıkan toprak malzemelerin geri kazanılması zorunludur” deniyor.

 

İSVİÇRE’DEN NEYİMİZ EKSİK?

 

İsviçre’de “çöp” konusu özetle bu.  

Peki şimdi bu modelin, Bursa’da çevre ilçeler, hatta Nilüfer, Osmangazi veya Yıldırım belediyeleri; ve hatta Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından tek başına sorunsuz uygulanma şansı var mı?

Unutmadan ekleyeyim, bu atık konusu orada sadece şehirleri değil, irili ufaklı bütün köyleri, yerleşim birimlerini, sanayi alanlarını, hatta tarla, orman ve gölleri, ülkenin tamamını kapsıyor. 

Belediyelerimizin neyi ne ölçüde yapabileceğini ben bilemem. Ancak gördüğüm şu ki İsviçre’de bütün kantonlar arasında oluşturulan entegre bir atık yönetim sistemi var.  Örneğin sistemin en önemli parçalarından atık yakma tesisleri sadece belli merkezlerde var ve atıklar pek çok belediyeden buraya taşınıyor. 

Dereleri temiz akan, toz duman, koku içinde çöp dağları olmayan, en küçük atığı bile geri kazanıp ekonomisine kazandıran, pırıl pırıl bir Bursa ve Türkiye düşü ile…

 

İyi bayramlar.

 

 

19 Nisan 2023 Çarşamba

Camın hikayesi bizim hikayemiz!


İ

stanbul Beykoz Cam ve Billur Müzesi’nde dolaşırken, memleketin ekonomisi, siyaseti bir film şeridi gibi geçti gözümün ödünden. 

 Selçuklu döneminden itibaren cam üretiminde öncü olmaya başlayan Türkler, 17’nci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın müşterisi oluyor. 

Fatih, Kanuni dönemlerinde yerli cam eşya kullanan Osmanlı Sarayları, 17. Yüzyıldan itibaren Fransız, İtalyan malları ile doluyor.

Ve gösterişle, savurganlıkla açılan yol, bağımlılığa ve ülkenin iflasına gidiyor!

Saygıdeğer okurlar, bugün gelin size  camın hikayesini anlatayım.  Eminim bizim hikayemize ne kadar da benzediğini siz teslim edeceksiniz.

Çayınızı, kahvenizi alın, gelin…

Arkeolojik kanıtlar, yeryüzünde camın ilk kez M.Ö 2.350’lerde Mezopotamya’da ortaya çıktığını gösteriyor. Cam yapımında en önemli atılım, MÖ 1. Yüzyılda Suriyeli camcıların “üfleme tekniğini” keşfetmesi ile yaşanıyor.   

Romalılar, bu tekniği 200 sene sonra ülkelerine taşıyor.  

Türklerde cam imalatı Selçuklu döneminde başlar.

11-15. Yüzyıllar cam imalatının hızla yaygınlaşmasına sahne olur.

Selçuklu ve Memlûklular döneminde "mineli cam" üretimi vardır. 

Gıyasettin Keyhüsrev için özel cam tabak üretilir.

Timur Suriye’yi teslim alınca Halep, Rakka ve Şam’daki cam ustalarını alır, Semerkant’a götürür.

Selçuklunun yönetim merkezlerinden Konya civarında bulunan “Kubadabat Tabağı” dönemin en önemli buluntusu.  

Yerli cam bardak ve kandiller, cam bilezikler, revzenler (bir tür alçı çerçeveli renkli cam, vitray) Fatih Sultan Mehmet döneminde sarayda baş köşededir.

Kanuni Sultan döneminde ilk kez saray pencerelerinde, mimaride düz cam kullanılır. 

Mimar Sinan bunlardan yararlanır.

Yavuz Sultan Selim Tebriz’den cam ustaları (cam eşya değil, cam eşya yapacak usta!) getirir.

Camcı esnafı Sultan 3. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet’in sünnet töreninde, sarayda camcılık gösterisi yapar.

Veee, 1660’larda 21’i İstanbul merkezde (sur içi) olmak üzere Eyüp, Galata, Tophane ve Üsküdar’da üzere toplam 31 cam atölyesi tespit edilir. 

 Aynacılık, şişecilik ve camcılık meslekleri vardır artık.

SARAYDA YERLİ MALI ‘OUT’!

Ancak 18. yüzyılın başından itibaren cam imalatında bir anda Avrupa öne geçer.

Peki bu nasıl oluyor?

1787’de ilk kez 1.Abdülhamit saraya Avrupa’dan cam “Laledanlar” getirtir.

Artık Osmanlı Sarayı gibi yerler Avrupa’dan getirilen cam eşyalarla süslenmeye başlar. Padişahlar camdan at arabasına kadar pek çok eşyayı, yüksek faturalar ödeyerek siparişle Avrupa'da ürettirirler.  

1837’de, Beykoz Cam ve Billurat (kristal) Fabrikası inşa edilir.  İki yıl sonra Fransa’dan cam ustaları ve mühendisler getirilir.

Olaya bakın…

Beykoz’daki fabrikada cam üretimi vardır; ama sarayın tercihi Avrupa olmaya devam eder! 

Zira 17. yüzyıldan itibaren Venedik’te ve Fransa’da “birinci sınıf cam eşyalar” vardır.

Beykoz’daki fabrikada üretilen gülabdan (bir tür sürahi), vazo, ibrik, şekerlik, kâse, tuzluk, çeşmi-bülbül (kapaklı sürahi) ve daldırma kapları gibi eşyalar her halde ikinci sınıftır sarayın gözünde…

Sarayın gözdesi, İtalyan Retortoli, Vetro A Fili; Fransız Baccarat markalı pahalı eşyalardır.

Cam damacana ve karlıklar, avizeler, şamdanlar, cam ve aynalar, vazolar, cam bahçeler, bardaklar, tabaklar, kaseler, kaşık, çatallar ile gösterişli “Saltanat Mutfağı” eşyaları…

ABRAHAM PAŞA’NIN BAHÇESİ

Beykoz’daki müzeye yaklaşınca sanki İstanbul dışına çıkmış gibi hissediyorsunuz. Çevre yemyeşil orman, mis gibi temiz hava.



Müze adını burada faaliyet gösteren Beykoz Cam ve Billurât Fabrika-i Hümâyûnu’ndan almış. 

Müze binası aslında eski bir ahır. 

Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın kapı kethüdası ve Sultan Abdülaziz tarafından vezirliğe kadar yükseltilen Abraham Paşa’ya aitmiş. Abraham Paşa buraya köşkler, kuşhane, tiyatro binası yapmış.

 “Paşabahçe” markası da buradan esinlenilmiş.  Eskiden buraya “Paşanın Bahçesi” deniyormuş, “Abraham Paşa’nın bahçesi”

Müzede sergilenen bin 480 parça eşyanın büyük bölümü Avrupa’dan Osmanlı Sarayı’na getirilen eşyalar. 

Çoğu Abdülaziz ve 2. Abdülhamit dönemine ait.

Müze yaklaşık 360 dönüm araziye kurulmuş. 117 farklı türde ağacıyla yeşilin her tonuna sahip. Aracınızla geliyorsanız, girişte hem otopark hem müze giriş ücreti ödüyorsunuz.

Düşünüyorum da…

İyi ki, tarihi misyonunu tamamlayan Osmanlı yıkılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş.

Batıya bağımlılığa dur diyen Ankara yönetimi kolları sıvayıp Türkiye Şişe ve Cam Farikaları A.Ş.’yi (ŞİŞECAM) 4 Temmuz 1935’te faaliyete geçirmiş.

İyi ki Paşabahçe markamız var ve bugün yerli, milli markamız sayesinde hiç bir yabancı ülkenin cam vazosuna, kasesine, bardağına, tabağına muhtaç değiliz. Kalitede de, ürün yelpazesinde de kimseden geri kalmıyor.

Ve de iyi ki kamu kuruluşu değildi, diyorum içiden.

İş Bankası iştiraki olarak  özel bir kurum olmasaydı belki de şimdiye kadar çoktan yabancılara “özelleştirilecekti!”

Ama bir soru kafamı kemirmiyor da değil.

Acaba, bugünün sarayı, devlet yönetiminin merkezi kabul ettiğimiz “Beştepe Külliyesi”inde…

Mutfağından, banyo tuvaletine, pencerelerinden sofralarına, gardrobundan araba garajına… 

Acaba diyorum, bu saraydaki malların yüzde kaçı yerli, milli?

Hani her fırsatta yerli ve milli iddiası ortaya atılıyor ya!

 

  

 

 

5 Ocak 2023 Perşembe

Turizmi işin duayeni ile konuştuk (2)


‘Batılılaştık mı? 

Hayır, Araplaştık!’

 

B

ursa’da turizmin durumunu sürpriz bir isim olarak, turizm rehberlerinin duayeni  Ersen Yelkenkaya ile konuşmaya devam ediyoruz.

Bitinya’dan itibaren değişik kavimlere ait yaklaşık  2 bin 500 yıllık tarihi geçmişi bilinen ve zengin tarihi mirasa sahip Bursa’yı yabancı turistlere anlatmak oldukça zevkli bir şey olmalı. Görünen o ki Yelkenkaya tarihi eserlerle ilgili hayli araştırma yapmış, hepsinin çoğu zaman farkında olmadığımız, bilmediğimiz yönlerini zevkle anlatıyor. Ancak anlattıklarından yıldan yıla bu heyecanın azaldığı, “restorasyon” süreçlerinde yapılan yanlışlar nedeniyle pek çok şeyin tahrip olması yüzünden neredeyse “anlatacak birşey kalmadığı” kaygısı yaşadığını hissettim. Örneğin bir dönem göğsümüzü gere gere “Yeşil Bursa” dedikten sonra, şimdi kente Uludağ’ın eteklerinden aşağıdaki beton yığınıyla kaplı ovaya bakıp “Nerede bu Yeşil Bursa” diye kendi kendimize sormamız gibi…

Turizmci gözüyle Bursa’daki değişimi konuşmaya devam ediyoruz.



TEK DÜZE CADDELER, YOK OLAN MÜZELER…


-          Bursa’da özellikle son 20-30 senedir çok sayıda tarihi eser restore edildi. Kapalıçarşı ve hanlar bölgesine yoğunlaşıldı. Kent merkezinde, ana caddelerde ‘cephe giydirmeleri’  yapıldı, caddeleri daha güzel göstereceği hesaplandı. Bunların olumlu katkısı oldu mu turizme?

 -          Kapalı Çarşı’yı restore ettik. Nasıl yaptık? Bakırcılar Çarşısı’ndan sonrasını tamamen birbirinin aynısı, yazısı, vitriniyle vs. monoton bir şekle çevirdik. Oysa bir şehrin çarşısı o şehrin folklorik değeridir. Yurt dışından, başka şehirlerden gelen kişiler oradaki, kimisi mavi, kimisi yeşil,  vitrininde değişik şeyleri olan o karmaşanın içinde güzelliği görüp fotoğrafını çekerlerdi. Şimdi bulamıyorlar onu. Bir kapıdan giriyorsun, öbür kapıya kadar dümdüz, hepsi aynı. Askeri kışlayı geziyoruz sanki.

Askeri kışla derken, Işıklar Askeri Lisesi’nden bahsedeyim. Liseyi gezdiğin zaman kumandanın olduğu bölüm ayrı bir bölümdür. Oraya geldin mi ayrı bir düzen vardır. Orayı da kapadık. Işıklar Askeri Lisesi,  Bursa’nın değerlerinden bir tanesi daha yok oldu.

Bursa’da köşkler vardı. Kaç tanesi ayakta kaldı? Ne yazık ki çok azı kaldı. Ne yaptık? Bazı köşkleri restore ettik. Restorasyon sonunda Sağlık Müzesi, Uçak Müzesi gibi müzeler yaptık. Ama şimdi nerede o müzeler? Kapandı. Şimdi yoklar. Peki, yok olacak bir şeyi niye yaptık?

 

-           Tarihi eserleri onarıp aslına uygun hale getireceğiz, restore edeceğiz derken aslını ortadan kaldırdık galiba… Örneğin Balibey Hanı hakkında hayli haber yazmıştım, sahip çıkılsın, onarılsın diye. Sonra oradaki han tamamen ortadan kaldırılıp yerine meyilli bir arazide kalın taş duvarlı kafeteryalar yapıldı. Ortaya ‘2006 model Balibey Hanı!’ gibi tuhaf bir şey çıktı.

 -          Altıparmak’tan Yahudiliğe doğru gelip Çatalfırın’a dönüp Çakırhamam’a çıkarken solda Şehabettinbey Camisi vardır.  O caminin minaresinde, yapıldığı tarihteki mermer levhalar vardı. Restore edeceğiz dedik. Kapadık, sadece minareyi yıkıp yeniden yaptık.

 

TOPHANEDEKİ CUMHURİYET ANITI NEREDE?

 


Çakırhamam’da Demirtaş Paşa’nın türbesi vardı. O türbede her birisinin üzerinde lokmalar vardı. Her birisine ayetler vardı. Nerde? Yerine demir parmaklıklar geldi… Zafer Plaza’ya gelmeden arada Tuğla’da yapılmış bir cami vardı. Daha dün boyadık, restore ettik, tuğla cami özelliği yok oldu. Daha neler neler…

Bursa Osmanlı’nın baş şehri. Orhangazi ve Osmangazi Tophane’de yatıyor. Oraya gittiğimizde Osmanlı’nın 1326’daki Bursa’yı fethinden itibaren anlatmaya başlarız turistlere. Osmangazi’nin türbesinin tam yanında Cuhmuriyet Anıtı vardı. Orada yatan şehitlerin, Yunan işgalinde geçen 2 yıl 2 ayda… Bursa işgali çok önemlidir. Türkiye’de ilk kez, Bursa işgal edildiği zaman TBMM kürsüsüne örtü örtülmüş ve Bursa kurtulduğu vakit kaldırılmıştır bu örttü?  Peki o anıt şimdi nerede? Tıpkı Bursa Stadyumu, Kapalı salonlar ve iki okulun yok olması gibi hepsinin yerinde yeller esiyor.

 

ANLAYIŞ FARKI…

 

 -          Tarihi eserlere karşı yaklaşımda bir sorun var galiba…

-          Peki Mustafa Kemal Atatürk? Savaştan çıkmışız… En son Bursa’ya niçin geldi? Merinos Fabrikasının açılışı için… Yünlü sanayiyi Atatürk araştırmış, öğrenmiş, bizim yerli koyunların yününün kalın lifli olması nedeniyle dokuma sanayiinde kullanılamayacağını, bunun yerine yünü ince lifli merinos koyunu yetiştirmek gerektiğini belirlemiş, merinos koyunları getirerek, orayı külliye, kompleks, okulu, taşıması, yuvası, tiyatro teşkilatı… kendisi de gelip zeybek oynayarak noktasını koyduğu bir kuruluştu Merinos. Nerede Merinos Fabrikası şimdi?  Nerede o Merinos’ta çalışanların ta gidip de Altınyıldız markası çıkıncaya kadar giydikleri ince yünlü kumaşlar, ceketler, pantolonlar? Öyle bir fabrika bugün çalışıyor olsa da turistlere gezdirseydik, fotoğrafını hayranlıkla çeker, kendi ülkelerinde anlatırlardı.

Bursa-Mudanya arasında bir tren hattı vardı. 1958’de verimli olmadığı için kaldırdık. Peki onu daha geliştirmiş olsak da, bugün Mudanya yolundaki Cumartesi Pazar tıkanıklığını önlemiş olsaydık güzel olmaz mıydı? Kimilerine göre olmazdı, oralara lüks villa yapamayacaklardı….

Tren istasyonlarına bakalım… Merinos, Atatürk Çiftliği vs. tren istasyonları, sırayla gidiyordu.  Bugün kaç tanesi ayakta kaldı? Bir hevesle Merinos İstasyonu’nu kahvaltılık yer yaptık, ama üç gün sonra kapattı. Halbuki siz yurt dışına gittiğinizde, 10 yıl sonra da gitseniz aynı düzenin işlediğini görüyorsunuz. Biz bu kadar mı maymun iştahlıyız?

 

PROFİLDEN MİNARE!

 

Bakın Osmanlı kuruluşundan itibaren herşeyi disipline etmiş, her konuda kaideleri olan bir devlet. Osmanlı camilerine bakarsanız sultanların yaptırdığı camilerin yüksekliği ve şerefe adedi farklıdır. Mesela Süleymaniye’nin 10 şerefesi vardır. Kanuni yaptırmıştır. Neyi gösterir? Kanuni Osmanlı’nın 10. Padişahıdır... Minarenin yüksekliği de sultanlara özgüdür. 2 minarede 3’erden şerefe vardır. Kanuni, İstanbul’un fethinden sonraki 6. Sultandır. Onu simgeler.

Bursa’da Sivaslıoğlu Camisini restore ettiler. İslam dininde minareler ezan okuyanın sesi yayılsın diye en yüksek yere yapılır. Minarenin şerefesi nasıl da aşağıda kalmış… Neden öyle yaptılar?


Minarede şerefelerin altında petek dediğimiz süslemeler olur. Her zaman çok değişiktirler. Şimdi öyle yok.  İzmir yolunda iki tane Arap tarzı minare var. Mudanya kavşağındaki minareye bakın… Profil demirden yapılmış.  Peki biz o kadar mı örf ve adetlerimizden uzağız. Bir Fransıza İngilizce konuşturamazsın. Bilir, ama konuşmaz. Fransızca konuşur.

Çocukluğumuzda milli bayramlarda askerin yürüyüşüne, resmi geçidine gider seyrederdik. Vatan sevgisi oralarda başlardı. İlkokul çocuğu 23 Nisan’da çıkar anne babası da ona el sallardı. Şimdi çocuklarımız 23 Nisan kutlayamıyor ki… Biz hem okurduk, hem resmi geçide katılırdık, hem eğlenir, hem gezer hem de bugünkü çocuklardan daha fazla bilgi sahibi olurduk.

 -          Bursa’nın tarihi ve doğal zenginlikleri turizm açısından bir avantaj. Ama bu avantajın kullanılamadığı, tarihi ve de  doğal zenginliği çarçur ettiğimiz ortada. Peki neler yapılabilir? Karar vericilere neler önerirsiniz?

-          Çok katı kurallar koymak lazım. Milyonlar harcanıyor… Ama sanki milyonlar bu değerleri yok etmek harcanıyor. 1968’lerde Bursa’ya iki tane otomobil fabrikası geldi. Şimdi 17 Organize Sanayi bölgesi oldu. Bursa bu kapasiteyi kaldırabilecek miydi? Peki biz bunları çevreye, Orhangazi dahil, dağıtamaz mıydık? Herkes merkezden çıkıp fabrikaya mı girmek zorunda? Eski Bursa’yı, Tophane ve civarını çember içine alıp eski haliyle korusak, gelen turistlere, ‘İşte eski Bursa, işte buyurun Yeni Bursa’ deseydik, yapamaz mıydık? Restore eden arkadaşlar orijinaline  riayet etselerdi bugün Muradiye Hamamı, Muradiye Medresesi cam vitrinli olmazdı.  

 

‘BİZ  ÖRFÜMÜZDEN BU KADAR MI FİRE VERDİK?”


Ne oldu eski hamamlardaki kurnalar?  Pirinç musluklar? Kime gitti? Niye biz onları restore edip içine bitki, saksı koymak suretiyle yeşilliği koruyamaz mıydık? Bir film koptuktan sonra aynısını yapıştıramazsın. Fransa’da Mont Saint Michel diye bir şato var. Kayaların içinde oyulmuş, med-cezir gördüğün bir şato.  En son yine restore edildi, ama benim 1950’lerde gördüğümle aynı şato. Yol yapıldı, bazı yerleri cilalandı, ama eski hali korundu. Belçika’da Burge var. Hala asırlar öncesinin halini görebilirsin. Bizde hani ayağında poturu ile öküzleri dürten dedelerimiz…

Evet zaman değişiyor ama eskinin defterden silinmemesi lazım. 

Sadaka taşı diye bir şey vardır. Camilerde sağ elin verdiğini sol el vermesin düşüncesinin doğrulandığı, camilerin  sol arkasına konulan bir taş. Muradiye’de, Emirsultan’da var. Biz bırak onu, yaptığımız en ufak iyiliği bütün millet görsün diye uluorta reklamını yapıyor, herkesin gözünün içine sokuyoruz.  Yani biz o kadar mı adetlerimizden, örfümüzden fire verdik. Söyleyince kötü oluyor, ama söylemek zorundayız.

 

‘KORUYAMAMAKLA ÇOK  ŞEY KAYBEDİYORUZ’


      -          Tarihi mekânlar, zenginlikler maalesef halkın gözünde hak ettiği yerde değil. Neredeyse bütün tarihi mekânlar, eserler talan edilmiş. Defineciler kazmadık ye bırakmamış. Özellikle Osmanlı öncesine, gayrimüslimlere ait eserlere sadece içinde altın bulmak ya da yurt dışına kaçırıp satmak gözüyle bakılıyor. Osmanlı dönemine ait eserlere bakış da hayli duygusal! Bu binaları nasıl onarır da işletir, para pazanırız deniyor olmalı… Bursa’da özellikle Recep Altepe zamanında pek çok tarihi eser restore edildi ve bu mekanlar ticari yerler olarak kullanılıyor.

 -          Türkiye, Atatürk’ün dediği gibi büyük bir medeniyet beşiğidir... İznik hazineleri toprağın altındadır.  Medeniyetlerin geçiş noktasıyız ve her geçen bir şeyler düşürmüş. Artı bir de doğal güzellikler… Şelaleler. O kadar güzellikler var ki saymakla bitmiyor. Göbeklitepe, Zeugma…

Avrupa’da bunlar yok. Avrupa’da daha çok başka ülkelerden bir şekilde getirilmiş (Ben bunu örneğin Türkiye’den kaçırılmış olarak  anlıyorum) eserler… mesela Berlin Müzesi’ne gidip görün… Türkiye’yi hayranlıkla izliyorsunuz… Biz mal zengini, kültür zengini olduğumuzdan şımarmışız.. Kıymetini bilmez, har vurur harman savurur… Torunlar şirketleri iflas ettiriyor. Çünkü o disiplini koruyamıyor.  Biz eserlerin çokluğu ve onları koruyamamaktan çok şey kaybediyoruz. Avrupa’da defineci yok mu? Var ama yakalanırsa anası ağlıyor. Bizde daha yeni. ‘Allah aşkına taş duvardan ne olacak’ tabiri… Yeni yeni öğreniyorduk ki şimdi kütle turizmi çıktı… Belediyeler bedava turlar düzenliyor. Kokartlı rehber de yok.

 


‘BATILILAŞTIK MI? HAYIR, ARAPLAŞTIK!’

 Biz Cumalıkızık’ı bir saat anlatırız.  ‘Boşver ya evlerini, çatısının ters balık sırtı olmasını falan, desenlerini, pervazlarının darlığını, bana konağı göster, gözleme nerede’, diyorlar!… Cumalıkızık ilk açıldığında böyle miydi? Girer girmez çığırtkanlar çıkıyor önüne. ‘Geeel geeelll.. Komşuya gitme bana gel…’  Eskiden gelene ‘Buyurun’ denirdi… ‘Komşum da siftah etsin sonra gel’ diyen esnaf nerede kaldı? Ne oldu? Batılılaştık mı? Hayır, Araplaştık!

Yahu oraya giden insan seksen çeşit, şehirden alınmış gıdaları mı yemeye gidiyor? Maalesef insanlar elinden tutunca senin cebindeki paranın hesabını yapıyor.

 -          Bursa’da turizm açısından pek çok olumsuzluk yaşanıyor. Ancak bir yandan da turistik otel inşaatları devam ediyor. Bu insanlar para kazanmasa otel yapmaz. Bunu her şeye rağmen turizmde bir canlılık olarak değerlendirebilir miyiz?

 -          Rekabet piyasası diye bir şey var. Keşke yeni betonarme oteller yapacağımıza eski Çelikpalas gibi yerleri canlandırsaydık... Şimdi Çelik Palas’ın eskisi ile alakası yok. Belli planlarla geliştirilse, bir düzeni olsa hepimiz yararlanacağız. 3-5 kişi yaralansın diye baltalıyoruz.

GÜMTOB Almanya’dan otellerin dışlarını süsleme, yeşillendirme projesi getirdi. Almanya’da bu işi uzun yıllarda yapmışlar. Bizde hemen yapıldı, çok hızlı... Şimdi seninle gezelim hangi otelin önünde yeşillik var, geriye ne kaldı… Al sana bir örnek. Yeşil Bursa’ya ne güzel yakışırdı. Hani Yeşil Bursa?

 -          Bursa turizminde son 20 yılı nasıl değerlendirirsiniz?

 

-          Hele son 20 yıldır her şey para olarak anlaşılır oldu. Turizmi yukarı kaldırmamış şart. Turizm deyince otelcilik anlaşılıyor. Halbuki turizm bir bilimdir. Herkes turizmci olamaz. Gezi de tesis de olsa turizm bir disiplin ister. Gidip yemek yiyip dönüyorsan o turizm değildir. ‘Gidelim arabada göbek atalım, yiyip içelim…’ Kardeşim sen göbek atıp köçek oynatacaksan git evinde yap... Gezilerde bizden istiyorlar, ‘hadi müzik koy eğlenelim’… Ya sen oynamaya mı geldin!  

 

121 GÜNLÜK ULUDAĞ, İÇKİ YASAĞI…

 

-          Bursa turizmden kaydadeğer bir miktarda döviz kazanmıyor galiba.

-           Ya turizmi istemiyoruz ya da para kazanmak istemiyoruz. Uludağ’daki oteller senede 121 gün çalışıyor. 365 günden 121 günü çıkar, yılın geri kalanında ne yapıyor bu oteller? Kapalı, kilitli. Şehir içindeki otellere bakıyorsun fiyatları çok yüksek. Peki yabancı turistleri günübirlik Bursa’ya getireceğimize, Ulucami gibi bir ekseni gezdirip göndereceğimize, Gölyazı, Yıldırım külliyesi gibi yerleri de ekleyerek, ucuz fiyata Uludağ’daki otellerde konaklama yaptırsak ne olur? Yılın büyük bölümü kapalı… O 4 ayı da tam dolu değil…

Destinasyonları genişletmek, şelalelere… Doğa, tarih, kültür, folklor… Yabancı turist bunları önemser ve sade bir yemekle ufak bir şişe bira ister. Garson cevap verir: ‘Alkol yasak’… Adam Bursa’da nerede içecek? Kebapçıda, köftecide yasak… Adam alışmış, yemeğin yanında bir kadeh birasını istiyor. İçtiği  bir bardak, sarhoş olma değil amaç.. Yiyemiyor, içemiyor… Adam bir daha gelir mi?

Gastro turizmi diyoruz. Sultanlar şerbetçiotu yetiştirirmiş. Şerbetçiotu bira yapımında kullanılan bir şey. Demek ki içiyorlarmış. Bizde varsa yoksa alışveriş merkezleri… Bir turistin Korukark’ta, ‘Fransa’da bu kadar lüksü yok’ dediğini hatırlarım… Ayağımıza giyecek donumuz yok, ama AVM’leri peş peşe yaptık. Onun yerine Kapalı Çarşıyı yok ettik. Adam buraya AVM görmeye mi gelecek? 

 

(Son)