3 Ağustos 2025 Pazar

İsviçre’de milli bayram farkı...



1 Ağustos’un İsviçre’de bayram günü olduğunu, sabah kahvaltılık almak için gittiğim bütün marketleri kapalı bulunca öğrendim. Aslında 31 Temmuz akşamı alışılmışın ötesinde havai fişek patlaması ve ikide bir öten kilise çanı dikkatimi çekmiş; ama bir anlam verememiştim.

Çevreye sorduğumda 1 Ağustos’un İsviçre’nin kurtuluş günü, milli bayramı olduğu söylendi.

Sabah sabah “Bugün milli bayram” deyince ilk tepki olarak gidip bayram törenini izlemek istedim. Kortej yürüyüşü, toplantı, konuşmalar, gösteriler falan.

Ama Ren nehrine açılan balkona çıkınca, kıyı boyunca kurulan upuzun masalar dikkatimi çekti.  Sıradışı bir canlılık. İnsanlar sofra kuruyor, masa donatıyor… Nehir boyunca…

Çok değişik bir bayram ve bayram kutlaması ile karşılaşınca merak ettim, sizler için araştırdım. Nedir 1 Ağustos bayramı, İsviçreliler bu milli bayramı nasıl kutlar, neler yaparlar…

Milli Bayram (BUNDESFİER)

Efendim,1 Ağustos İsviçre Ulusal Günü (Bern ve Basel’de Almanca konuşulduğu için Bundesfeier diyorlar. Fransızca ve İtalyanca konuşulan yerlerdeki adı ne bilmiyorum). Bundesfeier İsviçre’nin tamamında kutlanıyor. Yani bu gün ülke çapında bayram, resmi tatil; okullar, resmi kurumlar, bankalar, market dahil işyerleri kapalı.

Basel, Ren nehri kıyısı,
1 Ağustos

Peki nerden geliyor 1 Ağustos? İsviçreliler aslında neyi kutluyor?

Sıkı durun… 1 Ağustos İsviçre’nin kuruluşu olarak kabul edilen Federal Şartname’nin kabul edildiği tarihmiş... Kutlanan, işte bu “Federal Şartname”!

Düşünün, yıl 1291.

Bizde henüz Osmanlı devleti kurulmamış…

"Federal Şartname" adını görünce “Vay be adamlar ta o zaman federasyon kurmuş” filan diye düşünmeyin. Malum 13. Yüzyılda bizde olduğu gibi onlarda da beylikler, kabile yönetimleri, aşiret yönetimleri var. "Federal Şartname" denen şeyin halk arasındaki adı “Rütlischschwur/Rütlisch Yemini”

Peki, neyin yemini bu?

Uri, Schwyz ve Unterwalden adlı bölgelerdeki hakim üç kabile,-aşiret, klan, ne derseniz artık- bir araya gelip bölgeyi işgal eden Alman Habsburg Hanedanlığına karşı topraklarını birlikte savunmak için yemin ediyorlar!

Bugün İsviçre’nin resmi adı İsviçre Konfederasyonu (Confederation Helvetica/CH). İşte bu “Yemin” İsviçre Konfederasyonu’nun, yani bugünkü devletin temeli kabul ediliyor.

“Yabancı işgalcilere karşı yaşadıkları toprakları birlikte savunma” iradesi İsviçre tarihinde çok köklü ve farklı bir yere sahip. Zira burası bir “ulus devlet” yani tamamı tek bir ulustan olmasa da tek bir ulusun diğerleri üzerinde baskın/otoriter olduğu bir devlet değil. Bu geçmişte böyleymiş, bugün de böyle.

Aşiret döneminden modern devlete devam eden bir gelenek: Farklılıkları koruyarak beraber yaşama. Bunun en belirgin kanıtı da ülkede Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romence olarak 4 ayrı resmi dilin olması. Her kantonun kendi parlamentosu, yasaları var ve kendi resmi dilini kendisi belirleyebiliyor.

Mili bayramda kortej. Halktan kişiler katılıyor, geleneksel 
semboller ön planda. Çiftçiler, sanatkarlar...
Bu kadar küçük bir coğrafyada İsviçrelilerin başardığını keşke Selçuklu, Osmanlı döneminde bizim atalarımız da başarabilseydi de Türk, Arap, Yunan, Bulgar, Ermeni, Sırp, Kürt.. kendi farklılıklarını koruyup kendi iradeleriyle bir ortak yönetim oluşturabilseydi, belki dünyanın en demokraktik, büyük, zengin, mutlu ve güçlü ülkesi olurduk diye düşünmeden edemiyor insan...

Yani, İsviçre tarih boyunca birçok farklı kanton ve bölgenin “özerk” olarak bir arada olduğu bir yapıyı koruyabilmiş bir ülke.  Tek bir ulus değil, “özgür toplulukların demokratik birliği” yapısı yüzlerce yıldır korunmuş.

1 Ağustos günü, ilk kez 1891’de, birliğin 600. Yılı  dolayısıyla Bern’de kutlanmış.  Malum 19. Yüzyıl, "fetihler dönemi"nin çoktan sona erdiği, göçebelikten yerleşik topluma geçiş döneminin başladığı,  devlet sınırlarının netleşmeye başladığı dönemdir. Artık kabile yaşamları yerini merkezi devletlere bırakmaktadır. Aşiret liderlerinin, aşiretlerin dayanışmaları artık demokratik birlikler, federasyonlar halini almaya başlamıştır.

20. Yüzyıl boyunca yerel kutlamalar yaygınlaşır, dağlarda ateş yakmalar, anmalar, halk konuşmaları, marşlar vs oluşur…

1 Ağustos, 1994’de ülke çapında “ulusal bayram” ve tatil ilan edilir.

1 Ağustos’un simgeleri…  


Dağlarda ilk birlik yeminini eden üç aşireti temsilen, üçer parmağını kaldırmış üç kişi… Alp dağlarının zirvelerinde yakılan ateşler (Bergfeurer). Bu ateşler, Ortaçağ’da halkı yabancı saldırılara karşı uyarmak için yakılan uyarı, haberleşme ve birlik simgesi ateşleri simgeliyor.

Lampionumzug: Fener alayı yürüyüşleri… Özellikle çocuklar ellerinde renkli fenerlerle yürüyor.

Ulusal Marş (Schweizerpsalm) söylenmesi, havai fişekler.. konuşmalar halk oyunları, çiftçi pazarları…

Dikkatinizi çekmek istediğim şey şu ki, burada milli bayramda resmi devlet töreni, vali, garnizon komutanı vs. resmi erkanın gösterişli geçit töreni yapması, milliyetçi söylevler göremiyorsunuz. Gayet mütevazı, topluluk merkezli, kırsal temalı ve yer yer romantik, nostaljik etkinlikler... Hepsi İsviçrelilerin kendilerini nasıl gördüklerinin sembolü adeta.

1 Ağustos ülke çapında kutlanıyor. Ancak her kantonda aynı şekilde değil. Herkes kendine göre… Basel, Zürih, Bern, Luzern gibi şehirlerde halk genellikle havai fişek (Yaşadadığımız kasabada pek çok noktada havai fişek patladı. Pek organize değil gibi. Vatandaş  kendisi patlatıyor havai fişeğini..

Ren nehrinin iki kıyısında bayram canlılığı... Gündüz yeme içme eğlence, gece havai fişekler... 

Alplerde veya kırsalda ise eski geleneklerden olan dağ zirvelerinde ateş yakma (Bergfeuer) geleneği sürdürülür. Bu, birliğin ve özgürlüğün simgesi olarak görülür...

Açık havada yeme içme, uzun sofralar... Bunların çoğunu belediyeler ya da mahalle birlikleri üstlenirmiş.

Peki sofrada ne var? Tabi ki, kültürlerini yansıtan sosisler, fondü, peynirler, raklet, yerel ekmek ve olmazsa olmazlar; bira, şarap... Birlik, dayanışma…

Bu ülke her şeyi ile “nevi şahsına mühhasır” ve ulusal bayramları ile onu kutlama şekilleri de sıradışı.

Merkezileşme, ortak liderlik vs. değil, birçok farklı topluluğun (kanton) ve bölgenin özerk yapı içinde gönüllü, demokratik dayanışması…Ulusal marş, Almanca konuşulan yerlerde Almanca, Fransızca konuşulan yerlerde Fransızca söyleniyor. Törenlerde aileler, komşular bir araya geliyor... Ben görmedim ama özellikle Alplerin eteklerindeki yerleşim birimlerinde "En güzel inek", "En kaliteli peynir", şarap vs. insanların geleneksel üretimlerini sergileyip yarıştığı  etkinlikler oluyormuş. 

“Ulusal birlik” fikri İsviçre’de çeşitliliği kabul ederek inşa edilmiş. Bu yüzden milli bayramı herkes kutluyor; ama kendi tarzında...

Efsanevi Kahraman: Wilhelm Tell…


William Tell’i duymayanımız yoktır. Filmler, tiyatro oyunları... İsviçre’de ona “Wilhelm Tell” diyorlar.

Efsaneye göre Wilhelm Tell, Uri kantonunda 14. Yüzyılda yaşayan usta bir okçudur. Dönemin zalim Habsburg Valisi  AlbrechtGessier, bölgeyi işgal eder ve insanların sadakatini test etmek için Altdorf Meydanına şapkasını asar, herkesin şapkasını selamlamasını emreder.

Wilhelm Tell bunu reddeder. Zalim vali ceza olarak Wilhelm Tell’in oğlunu yakalatır, meydaya diker, başına bir elma koyar ve Tell’e, oğlunun başının üzerindeki elmayı okla vurmasını ister. Tell, elmayı tek atışta vurur. Ancak cebinde ikinci bir ok taşıdığı fark edilir. Zalim Gessler “ilk oku ıskalasaydın onu mu kullanacaktın” diye sorar.


Tell buna şöyle yanıt verir: “İkincisi senin kalbineydi!”

Bunun üzerine Tell hapse atılır. Ancak kaçmayı başarır ve zalim Gessler’i pusuya düşürüp öldürür.

Yani Wilhelm Tell, İsviçrelilerin Habsburg zulmüne karşı direnişin kıvılcımı olarak anılır. Tell burada bağımsızlık, tarafsızlık, zulme karşı direniş ruhunu simgeliyor. Mitolojik bir kişilik.

Tell’in UIri’de büyük bir anıtı var.

Ezcümle sevgili okurum ekonomisi, “doğrudan demokrasi” denilen siyasal yönetimi, coğrafyası, güçlü ekonomisi, zenginliği ile kendine özgü bir ülke olan İsviçre, ulusal bayramlarında da bu farklılığını kanıtlıyor.


14 Temmuz 2025 Pazartesi

 

Denizleri temizlemede yeni yöntem:

‘YÜZER BİTKİ ADALARI’

 

Çapraz Çayı üzerine yerleştirilen 
Yüzer Bitki Adaları...


BUÜ Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ayşegül Akpınar Marmara Denizi’ne ulaşan derelerdeki kirletici maddeleri azaltmak için ilham verici bir projeye imza attı: “Yüzer Bitki Adaları”… İlk örnekleri Nilüfer Çayı’nın denize döküldüğü yere yakın bir bölgede kuruluyor. Suyun yüzeyine yerleştirilen yeşil bitkilerin sudaki azot, fosfor gibi kirleticilerle beslenerek suyu temizlemesi sağlanıyor. Türkiye’de bir ilk olan uygulamanın dikkat çekici yanı düşük maliyetle kurulan bir tür biyolojik arıtma sistemi olması. 

Sevgili okurlar, birkaç gündür hayli heyecanlıyım. Düşünsenize, her fırsatta söylenen “Nilüfer Temiz Akacak” sloganına rağmen koskoca akarsuyun hala simsiyah, zehir halinde Marmara Denizi’ne akması hepimizi karamsarlığa iterken, Nilüfer’in temizlenmesi için bir ışık doğuyor! Gayet pratik ve düşük maliyetli bir bilimsel yöntemin keşfini duyuyorsunuz! Sizce de heyecan verici değil mi?

İlk müjdeyi KOZA Dağcılık bünyesindeki doğa yürüyüşlerinden, dağcılık faaliyetinden tanıdığım yol arkadaşımız Hasan Çekiç’den aldım. “Haberin yok mu senin? Biz Karacabey Hayırlar köyü vardı ya, orada suyu temizlemek için suyun üstüne yüzer ada faaliyetine katılıyoruz, KOZA’yı temsilen” dedi, davet etti.

Burası, Hayırlar köyü, Nilüfer Çayı’nın Susurluk Çayı ile birleştikten ve “Çapraz Çay” adını aldıktan sonra Karacabey Longoz’u kıyısında Marmara’ya dökülmeden önce geçtiği yer. Çayın öte yakasında da Akçasusurluk köyü var.

Yüzer Bitki Adası Prottokolü'ne katılanlar.Bakanlık, DOSAB
Başkanı Levent Eski,BUÜ Rektör Yrd.. Prof.Dr.İrfan Kırıştıoğlu
Doç.Dr.Ayşe Akpınar ile diğer katılmcılar.

Bursa dışında olduğum için yüzer ada gönüllüleri grubuna katılma şansım olmadı ama durumu, bu projenin sahibi bilim insanı Ayşegül hocadan öğrenip sizlerle paylaşmak; özellikle de ilgili kişi ve kurumları, çevre duyarlılığı olan bütün Bursalıları bu projeye desteğe davet etmek istiyorum.

 

‘YÜZEN BİTKİ ADALARI…’

 

Önce nereden çıktı bu “Yüzen Bitki Adası”, onu anlatalım.

Projenin sahibi Bursa Uludağ Üniversitesi (BUÜ) Park ve Bahçe Bitkileri Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ayşegül Akpınar. Ayşegül hocanın verdiği bilgiye göre, Marmara Denizi’nde “müsilaj” ortaya çıkmasının ardından, 2021’de, TÜBİTAK’ın bir çağrısı üzerine harekete geçiliyor. Ve pilot çalışma ile derelerde oluşan kirliliği tutmakla ilgili Türkiye’de ilk çalışma, kendisi tarafından başlatılıyor.

İlk denemelerin başarılı sonuç vermesinin ardından bu yöntemin daha büyük, yaygın uygulanması hedeflenerek, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, BUÜ ve Demirtaş OSB arasında bir protokol imzalanıyor. Böylece TÜBİTAK 1001 projesiyle gerçekleşen çalışmanın uygulamaya konulması ve yaygınlaştırılması sağlanıyor. Doç. Dr. Akpınar önderliğinde yürütülen bu projede Marmara’ya akan derelerden gelen kirliliği azaltmak amacı ile çok sayıda “yüzer bitki adası” kurulması sağlanıyor.

 

Yüzen bitki adası hazırlama


HEDEF ‘YAYILI KAYNAKLİ KİRLETİCİ’
 

Doç. Dr. Akpınar, Marmara’ya akan kirleticileri “yayılı kaynaklı” ve “noktasal kaynaklı” diye ikiye ayırıyor.

“Noktasal kaynaklı” dediği, endüstriyel deşarj gibi kaynağı belli olan kirleticiler. Bu yüzer adaların hedefi sadece “yayılı”, kaynağı belli olmayan, evsel, organik kökenli, tatlı su kaynakları aracılığı ile gelen azot, fosfor gibi müsilaja neden olabilecek kirleticiler.

Yani suyun üzerinde büyüyen bitkiler ağır zehirli, kimyasal atıkları vs. arıtmıyor, dolayısıyla da bu proje büyük arıtma tesislerinin bütün işini yapmıyor, ona alternatif değil.

Ayşegül hoca durumu şöyle açıklıyor:

Doç. Dr. Ayşegül Akpınar


“Marmara Denizi’ne kaynağı belli olmayan (yayılı) kirleticiler, tarım arazilerinde kullanılan azotlu ve fosforlu gübreleri ya da hayvancılık faaliyetlerini ve aynı zamanda evsel endüstriyel faaliyetlerle gelen kirliliği ifade etmektedir. Bu yayılı kaynaklı kirleticiler, dereler gibi tatlı su kaynakları aracılığıyla denizlere kirliliği taşımaktadır. Nehirler ve tatlı su kaynakları aracılığıyla denize taşınan azot ve fosfor yükü müsilaj gibi ekolojik dengenin bozulduğunu gösteren çeşitli sorunlara neden olmaktadır. Biz, tatlı su kaynaklarından denize ulaşan bu kirlilik yüklerini azaltmak için bitki temelli bir arıtma yöntemi üzerinde çalışıyoruz. Başta azot ve fosfor olmak üzere çeşitli kirleticileri kendi bünyesinde tutabilen bu bitkiler ile çevreye zarar vermeden arıtım sağlanıyor ve su kalitesi korunmaktadır. Bu çalışmalar alana özgüdür ve çalışacağınız alanın kirlilik durumunu belirledikten sonra bitki seçiminin doğru yapılması gerekir, bu konuda bir uzmanlık ister. Bu nedenle şu an seçtiğimiz bitkiler, mevcut lokasyonda ilk aşama için uygun olan bitkilerdir.”


Doç. Dr. Ayşegül Akpınar, proje kapsamında 1.000 adet yüzer adayı planladıklarını söyledi. Bursa Uludağ Üniversitesi öğrencileri ve akademik personel ile KOZA Dağcılık topluluğundan gönüllülerin de desteğiyle bunun yarısı şimdiden tamamlanmış. Tabi Bursa’nın en uzun ve pek çok kolu bulunan Nilüfer’in temizlenmesi için bu çok küçük bir miktar. Ayşegül hoca Bursa kamuoyunun, özellikle organize sanayi bölgeleri ve belediyelerin desteği ile uygulamayın yaygınlaştırılmasının yararına vurgu yapıyor.

Neden olmasın?

Örneğin başta Bursa Büyükşehir Belediyesi olmak üzere belediyelerimiz, Organize Sanayi Bölgeleri olarak NOSAB, BOSB, Gürsu, Kestel, Hasanağa, Kayapa, Çalı OSB’leri…


Ve, tek tek sanayi kuruluşlarımız…

Bu projeye destek verseler, çok düşük maliyetli bir yöntemle akarsuların temizlenmesine katkı sağlasalar ne de güzel olmaz mı?

27 Mart 2025 Perşembe

 Eğitimci, şair Ahmet Özer’in gözünden

’68 Kuşağı, Kızıldere..

 

Dursun EROĞLU


’68 Kuşağı” deyince pek çoğumuzun aklına Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi sol gençlik liderleri, 12 Mart, Kızıldere gibi zor dönemler, acılar geliyor. Ancak aynı dönemin gençlerinden eğitimci, şair Ahmet Özer ile tanışınca, aslında bu kuşağın salt siyasal başkaldırı ruhundan ibaret olmadığını; kültür sanat alanında da hatırı sayılır bir ’68 Kuşağı olduğunu fark ettim. Dahası, Nazım Hikmet’ten Sabahattin Ali’ye, Aziz Nesin’e, Yaşar Kemal’e insanların kalbinde taht kuran pek çok şair ve yazarın ‘68 Kuşağı ile aynı damardan beslendikleri gibi bir düşünceye kapıldım.

Sevgili dostlar, çocuk yaştaki tanıklığım çerçevesinde yazdığım Çocukluk Anılarımda Kızıldere kitabının yayınlanması benim için yayın dünyasına merhaba demek gibi bir anlam taşıdı. Gazetecilikte 40 yılı doldurmuş olamama rağmen tamamen yepyeni bir ortam ve çevre ile tanışmış oldum.

Şair Ahmet Özer ile tanışmamız kitabım üzerine oldu. Ankara’da yaşayan Özer ile tanışmamızı üniversiteden arkadaşım sevgili Sema Gözükara sağladı. En son Bilkent Üniversitesi ile Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda dersler veren Ahmet hocaya kitabımı takdim edince telefonla aradı ve dopdolu, uzunca bir konuşma yaptık. Onlarca kitabı yayımlanan bir aydın, “Aynı yaşlarda olduğu devrimci gençlerin kapana kıstırılıp öldürülmelerinin” anlatılmasından, belli ki hayli etkilenmiş, duygulanmış. Yine de bu denli üretken bir yazın ustasının daha ilk kitabını zorlukla bastırabilmiş, popüler birisi de olmayan bir gazeteci olarak beni telefonda araması; duygu ve düşüncelerini paylaşması büyük incelikti.



Ahmet hocam, sohbetin ardından aylık kültür sanat ve edebiyat dergisi Berfin Bahar’da Gazeteci Dursun Eroğlu’nun Çocukluk Anılarında Kızıldere” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 3 sayfa tutan yazıda Özer, yüreğinde ‘68 Kuşağı’nın haklı isyanını ve hazin sonlarını hissederek kitabın içeriğini anlatıyor.

1946 yılında Trabzon Maçka’da doğan, okullarda yaklaşık 30 yıl Türkçe öğretmenliği yaptıktan sonra 19 yıl Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Ahmet Özer, pek çok sanat ve edebiyat dergisinde yazar ve yöneticilik yapmış.

Bütün bunları yaparken şiirden röportaja edebiyatın farklı alanlarında tam 50 kitabı okurla buluşturabilen (50. son kitabı Damara Dokunmak yeni çıktı) bir aydından söz ediyoruz!

Bu derece verimli, üretken, aydın duyarlığına sahip bir ismin, kitabım hakkında kaleme aldığı satırlar önemliydi. İşte bazı değerlendirmeleri:

“Bir çocuk yüreğine sığınarak kaleme alınan yapıt, 51 yıl önce gerçekleştirilen bir toplu ölümün etkileyici bir fotoğrafını koyar önümüze. İçten, şaşırtıcı, ürpertici bir tanıklığın ifadesidir bu. Daha da önemlisi tarihe not düşmektir.”………

“Dursun Eroğlu’nun Kızıldere’de doğan bir çocuk olması, o coğrafyadan çıkıp gazetecilik eğitimi görmesi, tarihin alnında kanayan bir yara olan bu büyük olaya tanıklık etmesi, onu bu konuda yazmaya yöneltmiş. Aynı yaşlarda olduğumuz devrimci gençlerin kapana kıstırılıp öldürülmelerinin acısını 51 sonra önemli bir tanığın kaleminden okumak içimizi sızlatıyor. 30 Mart 1972’de basın ve radyonun verdiği haberlerden öğrendiğimiz bu kuşatma ve imha planını, bir çocuk gözünün ışıltısı ile okumak ülke yöneticilerinin gençlere bakışındaki acımasızlığı da sergilemeye yetiyor.

Eroğlu, “Kızıldere olayı”nı, bir başka kanaldan görmemize ışık tutuyor.”

(Ahmet ÖZER, Berfin Bahar, Sayı: 304, Sayfa: 62)

Usta yazarımız kitabımda birkaç maddi yanlışlığı da tespit etmiş. Bu yüzden kendisine özel bir teşekkürüm var ve ilk yeni baskıda düzeltme mutlaka yapılacaktır.

 

EDEBİYATTA ‘68 RUHU… 

 

Özer’in yazılarına ve röportajlarına bakınca onun dünyasında 68 kuşağının ruhunu, izlerini görebiliyorsunuz.

Ahmet hocayı anlamak için, kendisiyle yapılan bir röportajdaki sözlerini sizlerle paylaşmak istedim:


 Kuşak olarak dönem gereği bireysel tarihimizden evrensele açıldığımızda yaşanılan her şeyi gözlemlediğimiz ortada. Dünyada olan her olayın, her olgunun, her anın diyalektik bir akışla birbirine eklemlendiğini iyi biliyorduk. Bu noktadan hareket ettiğimizde düşüncenin, yazılanın, yaşanılanın izlenilenin önemli bir tanığıydık.

Bu tanıklık, bizi toplumsal sorumluluğun eşiğine getirmiştir. Özellikle şiir yazmaya başladığımız 60’lı yılları düşündüğümüzde dönemin dünya halklarının büyük isyanıyla karşılaşırız. O günleri kayıt altına alan dergilerde, gazetelerde, belgesellerde anlatılanlar; bugün çoğu kişiye bir masal gibi gelir. Sanki bir başka ülkeden, bir başka dünyadan buralara gelmiş gibiyiz.

… 1961 Anayasasının getirdiği özgürlükler, DİSK, TİP ve TÖS’ün ortaya koyduğu mücadele azmi, 68 Kuşağının dünyayı fethetme cesareti ve Nâzım Hikmet’in Yön Dergisi’yle zincirlerini kırması, Ant, Türk Solu gibi dergilerle ortaya konulan siyasal bilinç ve pırıl pırıl yüreklerin attığı kimi yayın organları, bizi bu düşünsel akışın içine aldı.

Dönemin, bugün hiçbiri yaşamda olmayan değerlerinin üretimde bulunduğu yılları kapsadığını düşünelim. Şairlerin şiirleriyle yazarların değişik türdeki ürünleriyle, devrimci içerikteki oyunlarla, bir uzun yürüyüşteydik.

Bu coşku emperyalizmin gücü ve yerli işbirlikçilerinin ortaklığıyla bilindiği gibi 12 Mart’ta yerini karşı devrime bıraktı. Binlerce insanın yaşamı karartıldı. Gencecik insanlar asıldı. Toplumsal uyanışın önü kesilmeye çalışıldı.

İşte bizim kuşağımız bu yaşananların içinden hem kendini hem de sorumlu olarak duyumsadığı kesimi, sınıfsal bilinciyle aşmanın yolunu aradı. Bunun en iyi başarılacağı yöntem de şiirdi. Aşkı da ölümü de ayrılığı da hapishaneyi de doğayı da toplumu da, daha doğrusu yaşamın bütün gerçekliğini şiirle ifade etmenin yarışındaydık.” (Gamze Akdemir, Cumhuriyet Kitap eki, 29 Haziran 2021)

Anlaşılan '68 Kuşağı sadece darağacında asılan Deniz'lerden, topluca katledilen Mahir ve arkadaşlarından vs. ibaret değilmiş... "68 Ruhu" diye henüz dipdiri olan birşey varmış.!

 

14 Haziran 2024 Cuma

Bir kalkınma göstergesi: ‘Çöp/Atık’!

 

Hayır hayır, bu yazıda “Temizlik imandan gelir”, “Aslan yatağından belli olur” minvalinde bir şey okumayacaksınız. Şehirlerimizin kronik sorunlarından birisi olan atık meselesine dikkatinizi çekip, bu alanda en başarılı ülke sayılan İsviçre’nin neler yaptığından söz edeceğim. 

Kişi başına en fazla “çöp” üretmekle dünya şampiyonu kabul edilen İsviçre’de gördüklerim bana tam da bunu düşündürdü: Çöp işi sahiden bir kalkınma göstergesi!

 “Çöp” diye tanımlayıp bir an önce atıp kurtulmak, yok etmek istediğimiz atıklar meğer hem sağlıklı bir çevre hem de zenginlik kaynağı olabiliyormuş. İsviçre modelinin bize gösterdiği şey, işte bu!

Atıkların yüzde 56’sını geri dönüştürüp, kalanını da yakıp elektrik üreten bir ülkeden söz ediyoruz. 

Peki o zaman, İsviçre’de yapılabilenleri neden biz de yapmayalım?  Neyimiz eksik? 

Hatta daha pratik, daha ileri modelleri hayata geçirmek, neden olmasın?

 

‘ÇÖP’ SORUN DEĞİL. KAYNAK…

 

Sevgili okurum, tanıyanlar bilir, kişisel nedenlerle yılın bir bölümünü İsviçre’de geçirmeye başladım ve 2024’de orada merhaba deyip 3 ay orada yaşadım. Size İsviçre’yi anlatma, methetme niyetinde değilim. Ama bu ülkede elde edilen başarılardan, yapılan işlerden ders çıkarmanın da kendi şehirlerimiz, ülkemiz açısından çok yararlı olacağına inanıyorum.

İsviçre’de olduğum günlerde sevgili dostum, Bursa’da kentimizin duyarlı aydınlarından Vedat Sezerile kentin sorunları, işte Kayapa’ya yapılacak atık yakma tesisi ve halkın tepkisi, işte Hamitler çöplüğündeki koku, yangın vs diye yazışırken; yahu bu atık sorunu İsviçre’de nasıl çözülüyor diye merak edip başladım araştırmaya…

Size bu yazıda İsviçre’deki “atık yönetimi”ni kısaca özetleyeceğim. Zira çok ayrıntılı bir konu ve bu özeti çıkarabilmek için hayli dolaşmam, araştırmam, okumam vs. gerekti. 

Önce belirteyim, orada bu iş bizimkinden tamamen farklı işliyor.  

Nasıl mı?

Öncelikle sabahleyin mutfakta ağzına kadar dolan çöp torbasının ağzını bağlayıp, sokağın başındaki konteynıra bırakmakla başlayalım.

 

‘VERGİLİ POŞET’

 

İsviçre’nin farklılığı işte bu çöp torbasından başlıyor…

Zira orada, herhangi bir çöp poşetine çöp doldurup bu konteynıra atamazsınız! Atarsanız çıkarılır, size de para cezası kesilir.

İsviçre’de çöp poşetleri “vergili torba” diye biliniyor. Yani devlet (belediye) çöp vergisini (Çevre Temizlik Vergisi) bu poşetler ile tahsil ediyor. Vergi, marketlerden satın aldığınız poşet fiyatının içinde.

Hani “Kirleten Öder” ilkesi var ya, o açıdan tam isabet! 

Yani Çevre Temizlik Vergisi herkesten aynı miktarda alınmıyor orada. 

Ne kadar fazla çöp poşeti doldurursan, o kadar fazla vergi ödüyorsun! (Biliyorsunuz bizde bu vergi BUSKİ gibi su faturaları ile tahsil edilir ve konteynırı tek başına dolduran da, el kadar küçük poşet bırakan da aynı vergiyi öder) 

İkinci konu ayrıştırma… Yaşadığımız şehir yaklaşık 10 bin nüfuslu bir yerdi. Ama caddelerde pek çok noktada geri dönüşebilen kağıt, metal, pet/alüminyum şişe, naylon, metal, cam vs. atıklar için özel konteynırlar var. 

Geri dönüşebilen atıklar genelde kaba ve çok yer tuttuğu için insanlar vergili poşete bunları koymak istemiyor haliyle. Geri dönüşüm kaplarına konulacak atıklar için herhangi bir şekilde ödeme yok. 

 

MOLOZLAR GERİ DÖNÜŞÜME!

 

Verilere göre, İsviçre’de atıkların ağırlık olarak yaklaşık yüzde 40’ı yapı inşaat vs. atıkları. Taş, toprak, tuğla, beton, demir, çakıl, asfalt vs. yani molozlar… 

Ama orada çöp dağları gibi “moloz dağları” da göremezsiniz.  

Depolama alanı” dedikleri yer, atıkların kamyonlarla getirilip ayrıştırıldığı alanlar. Moloz orada taş, toprak, tuğla, çakıl, demir, asfalt vs. olarak ayrıştırılıyor. Diyelim iş makineleri ile sökülüp atılmış asfalt parçaları ve kayalar, çakıl, kum, mıcır gibi atıklar; mıcır ocaklarında gördüğümüz konkesör tarzı makinelerle öğütülüp istenen kalınlıkta mıcır türü malzeme elde ediliyor. Bu malzemeler yapı ve yol inşaatlarında, dolgu malzemesi olarak kullanılıyor. Örneğin belediye bir sokakta altyapı için kazı yapmışsa, dolgu malzemesi olarak öncelikle bu tür dönüştürülmüş malzemeyi kullanmak zorunda… Atıklardan elde edilmiş malzeme varken, taş ocağından yeni çıkmış malzemeyi kullanmak, bildiğin, yasak! 

Bu durum inşaat malzemesi elde etmek için neden dağ taş her yerin bizdeki gibi kevgire dönmemiş olduğunu açıklıyor.

İsviçre’de son verilere göre kişi başına yılda 750 kilo çöp üretiliyor. Bu miktarın küresel düzeyde en yüksek miktar olduğu, bunun kalkınmışlık belirtisi olduğu ifade ediliyor. Galiba bununla da övünüyorlar. Açıkçası buna da pek şaşırmıyorum. Zira marketlerde mesela 1 kiloluk peynir, zeytin, tereyağı, şeker vs. göremiyorsunuz. Neredeyse raflarda her şey 100 gramlık ambalajlarda. Eee bu da daha fazla ambalaj malzemesi, sonuçta çöp demek!

İsviçre’nin en önemli farklılıklarından birisi sanayi kuruluşları ile entegre bir atık yönetimi uygulaması. Örneğin elektrikli, elektronik ekipmanlar, beyaz eşyalar vs. için üretici firmalar, kullanılamaz hale gelen, hurdaya ayrılan ekipmanları ücretsiz toplamakla yükümlü. Tüketiciler ise bunları iade etmekle… 

Örneğin 2014’te bu şekilde 126.000 ton kullanılmış ekipman toplanıp geri dönüştürülmüş.

Aynı şekilde artık kullanılamayan arabalar, eski lastikler de yine servis sağlayan firmalarca toplanma durumunda. 

Ayrıca belediyelerin ağı ile toplanan geri dönüşebilir atıklar özel firmalarca satın alınıp değerlendiriliyor. Bununla hem belediye toplama maliyetini karşılıyor hem de firmalar hammadde tedarikinde sorun yaşamıyormuş. 

 

ELEKTRİĞİN YÜZDE 5’İ ATIKLARDAN!

 

İsviçre’nin, örneğin Bursa’dan en önemli farkı Hamitler Çöplüğü benzeri çöp dökme alanları olmaması. Yani orada vızır vızır çöp kamyonlarının toz duman ve koku içinde çöp dağları oluşturmaları söz konusu değil. Çöpleri kamyonlarla getirip, dozerle düzleyip üzerine toprak atma, dikine borular yerleştirip metan gazından elektrik üretme gibi çabalar da yok… Dolayısıyla ne evine kokudan giremeyen Hamitler Mahallesi sakinleri, ne de yangın tehlikesi var… 

İsviçre’de geri dönüştürülemeyen atıklar için gidilen tek bir yol var: Yakma ve bu yolla elektrik üretme… 

 


Resimaltı: 

Benim kaldığım Bern kantonunda atıkların yakıldığı, ülkenin en yeni ve 3. Büyük yakma tesisi, Zuchwil’deki Kebag Enova. Baca gazı arıtma ünitesinde özel kumaşlar kullanılmış ve havayı kirletmediği konusunda iddialı.

 

Düşünün İsviçre’nin elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 5’inin bu tür termik santrallarla karşılandığı belirtiliyor. Bu yolla yılda elde edilen 30 petajul enerji, 700.000 tondan fazla ham petrolün kalofirik değerine denk gelirmiş.

 

ORGANİK ATIKLARDAN KOMPOST GÜBRE… 

 

İsviçre’de dışarıda yemek, hazır gıda yaygın olduğu için çöp torbalarında yiyecek atıkları çok fazlaymış. Bu yüzden çöp poşetlerinden çıkan gıda atıkları ayrılıp biyogaz ve kompost üretiminde kullanılıyor. 

Federal Çevre Dairesi'nin (FOEN) verilerine göre, 20 kişinin mutfak çöplerinden yılda 2 metreküp kompost elde ediliyor. 

Tabi kompost gübre üretiminde kullanılan atıkların önemli bir bölümü de belediye ve özel kişi/kuruluşların çim biçme, budama vs. park, bahçe işlerinde ortaya çıkan atıklar. 


Üretilen kompost gübre malum, tarla ve bahçelerde kullanılıyor. 



ARITMA ÇAMURUNDAN ELEKTRİK!

Oftringen'de yılda 2.500 to arıtma çamuru yakan ERZO Fabr.


 

Bursa için önemli bir sorun haline gelen arıtma çamuru da İsviçre’de “sorun” değil “kaynak”!  Zira, kanalizasyon ve atık su arıtma tesislerinde oluşan “arıtma çamurunu” biz nasıl ortadan kaldıracağız diye kara kara düşünürken, adamlar bu çamurları mercek altına almış. Bir dönem bunları da kompost gübre şeklinde tarımda değerlendirmişler. Ancak içinde lağımdan karışan ve ayrıştırılamayan, zararlı kimyasal maddeler dikkate alınarak kompost gübre olarak tarımda kullanımı 2006’da yasaklamış. Halen arıtma çamuru kurutulup yakılıyor. 

Adamlar herşeyi değerlendirme peşinde. Mesela arıtma çamuru kurutup yakmadan önce “metanizasyon/çürütme)” işlemine tabi tutulup metan gazı elde ediliyormuş. 

(Metan gazı deyince parantez açayım, İsviçre’de gördüğüm çiftliklerin hepsinde hayvan gübresi için havuzlar yapılmış. Gübre bu havuzlara sürükleniyor, sıvı atık yeterli olmadığında su ekleniyor ve gübre bu havuzlarda fermante olup, kokudan büyük ölçüde arındıktan sonra tankerlerle araziye sıvı gübre şeklinde pompalanıyor.  Ancak benim gördüklerim küçük aile işletmeleriydi. Metan gazı ile elektrik üreten özel firmalar, gübreyi büyük çiftliklerden taze taze toplayıp tesislere taşıyor, orada gaz ve sonuçta elektrik üretiyormuş. Tabi elde edilen kaliteli sıvı gübreyi çiftçilere sattıklarını söylemeye gerek yok.)

İsviçre’de şimdi de arıtma çamuru içindeki fosforu değerlendirmenin yolları araştırılıyor. Zira lağım sularının arıtılması ile ortaya çıkan çamurdaki fosfor ve nitrojen birer bitki besin maddesi. 

Vigier Çimento firması. Yılda 6.200 ton atık yakıyor.


Ancak şöyle bir ayrıntı var. Arıtma çamurunun yüzde 40’ı özel çamur yakma tesislerinde (IBE), yüzde 30’u evsel atıklar için yakma tesislerinde (UIOM), yüzde 30’u da çimento fabrikalarında yakılıyormuş. 

Bir araştırmaya göre, arıtma çamuru ve küllerinde bulunan fosforun yüzde 90'ının geri kazanılması mümkün. Bu da yılda 6.000 ton fosfora tekabül ediyor. Amaç fosforun geri dönüştürülerek bu kaliteli besin maddesinin tarımda gübre olarak değerlendirilmesi.

Atık yönetimi konusu aslında çevre politikasının merkezindeki konulardan birisi. İsviçre’nin bu alanda başarılı olduğunu görmek için fazla araştırma yapmaya gerek yok. Zira, dereleri tertemiz akan, hava kirliliği görmediğim ve toprağın her karışının değerlendirildiği bir ülke. Bunu dolaşırken görüyorsunuz. 

Peki geri dönüştürülemeyen atıklar ile arıtma çamurunun yakıldığı tesisler çevreyi hiç mi kirletmiyor?

Şaşıracaksınız (ben şaşırmıştım) ama bu yakma tesisleri bizdeki gibi şehir dışında bir yerlere yapılmak istenmiyor. Tersine, şehirlerin içinde… Bacasından, doğalgaz bacalarından çıkana benzer, su buharı gibi bir bulut yükleniyor, o kadar. 

Havayı, suyu ve toprağı kirletmenin büyük cezaları var.

Toprak deyince, bu konu orada adeta kutsal!

Toprak yenilenemeyen bir kaynaktır” tespiti ile “Toprağın üst ve alt katmanlarının soyulması sonucu ortaya çıkan toprak malzemelerin geri kazanılması zorunludur” deniyor.

 

İSVİÇRE’DEN NEYİMİZ EKSİK?

 

İsviçre’de “çöp” konusu özetle bu.  

Peki şimdi bu modelin, Bursa’da çevre ilçeler, hatta Nilüfer, Osmangazi veya Yıldırım belediyeleri; ve hatta Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından tek başına sorunsuz uygulanma şansı var mı?

Unutmadan ekleyeyim, bu atık konusu orada sadece şehirleri değil, irili ufaklı bütün köyleri, yerleşim birimlerini, sanayi alanlarını, hatta tarla, orman ve gölleri, ülkenin tamamını kapsıyor. 

Belediyelerimizin neyi ne ölçüde yapabileceğini ben bilemem. Ancak gördüğüm şu ki İsviçre’de bütün kantonlar arasında oluşturulan entegre bir atık yönetim sistemi var.  Örneğin sistemin en önemli parçalarından atık yakma tesisleri sadece belli merkezlerde var ve atıklar pek çok belediyeden buraya taşınıyor. 

Dereleri temiz akan, toz duman, koku içinde çöp dağları olmayan, en küçük atığı bile geri kazanıp ekonomisine kazandıran, pırıl pırıl bir Bursa ve Türkiye düşü ile…

 

İyi bayramlar.

 

 

19 Nisan 2023 Çarşamba

Camın hikayesi bizim hikayemiz!


İ

stanbul Beykoz Cam ve Billur Müzesi’nde dolaşırken, memleketin ekonomisi, siyaseti bir film şeridi gibi geçti gözümün ödünden. 

 Selçuklu döneminden itibaren cam üretiminde öncü olmaya başlayan Türkler, 17’nci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın müşterisi oluyor. 

Fatih, Kanuni dönemlerinde yerli cam eşya kullanan Osmanlı Sarayları, 17. Yüzyıldan itibaren Fransız, İtalyan malları ile doluyor.

Ve gösterişle, savurganlıkla açılan yol, bağımlılığa ve ülkenin iflasına gidiyor!

Saygıdeğer okurlar, bugün gelin size  camın hikayesini anlatayım.  Eminim bizim hikayemize ne kadar da benzediğini siz teslim edeceksiniz.

Çayınızı, kahvenizi alın, gelin…

Arkeolojik kanıtlar, yeryüzünde camın ilk kez M.Ö 2.350’lerde Mezopotamya’da ortaya çıktığını gösteriyor. Cam yapımında en önemli atılım, MÖ 1. Yüzyılda Suriyeli camcıların “üfleme tekniğini” keşfetmesi ile yaşanıyor.   

Romalılar, bu tekniği 200 sene sonra ülkelerine taşıyor.  

Türklerde cam imalatı Selçuklu döneminde başlar.

11-15. Yüzyıllar cam imalatının hızla yaygınlaşmasına sahne olur.

Selçuklu ve Memlûklular döneminde "mineli cam" üretimi vardır. 

Gıyasettin Keyhüsrev için özel cam tabak üretilir.

Timur Suriye’yi teslim alınca Halep, Rakka ve Şam’daki cam ustalarını alır, Semerkant’a götürür.

Selçuklunun yönetim merkezlerinden Konya civarında bulunan “Kubadabat Tabağı” dönemin en önemli buluntusu.  

Yerli cam bardak ve kandiller, cam bilezikler, revzenler (bir tür alçı çerçeveli renkli cam, vitray) Fatih Sultan Mehmet döneminde sarayda baş köşededir.

Kanuni Sultan döneminde ilk kez saray pencerelerinde, mimaride düz cam kullanılır. 

Mimar Sinan bunlardan yararlanır.

Yavuz Sultan Selim Tebriz’den cam ustaları (cam eşya değil, cam eşya yapacak usta!) getirir.

Camcı esnafı Sultan 3. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet’in sünnet töreninde, sarayda camcılık gösterisi yapar.

Veee, 1660’larda 21’i İstanbul merkezde (sur içi) olmak üzere Eyüp, Galata, Tophane ve Üsküdar’da üzere toplam 31 cam atölyesi tespit edilir. 

 Aynacılık, şişecilik ve camcılık meslekleri vardır artık.

SARAYDA YERLİ MALI ‘OUT’!

Ancak 18. yüzyılın başından itibaren cam imalatında bir anda Avrupa öne geçer.

Peki bu nasıl oluyor?

1787’de ilk kez 1.Abdülhamit saraya Avrupa’dan cam “Laledanlar” getirtir.

Artık Osmanlı Sarayı gibi yerler Avrupa’dan getirilen cam eşyalarla süslenmeye başlar. Padişahlar camdan at arabasına kadar pek çok eşyayı, yüksek faturalar ödeyerek siparişle Avrupa'da ürettirirler.  

1837’de, Beykoz Cam ve Billurat (kristal) Fabrikası inşa edilir.  İki yıl sonra Fransa’dan cam ustaları ve mühendisler getirilir.

Olaya bakın…

Beykoz’daki fabrikada cam üretimi vardır; ama sarayın tercihi Avrupa olmaya devam eder! 

Zira 17. yüzyıldan itibaren Venedik’te ve Fransa’da “birinci sınıf cam eşyalar” vardır.

Beykoz’daki fabrikada üretilen gülabdan (bir tür sürahi), vazo, ibrik, şekerlik, kâse, tuzluk, çeşmi-bülbül (kapaklı sürahi) ve daldırma kapları gibi eşyalar her halde ikinci sınıftır sarayın gözünde…

Sarayın gözdesi, İtalyan Retortoli, Vetro A Fili; Fransız Baccarat markalı pahalı eşyalardır.

Cam damacana ve karlıklar, avizeler, şamdanlar, cam ve aynalar, vazolar, cam bahçeler, bardaklar, tabaklar, kaseler, kaşık, çatallar ile gösterişli “Saltanat Mutfağı” eşyaları…

ABRAHAM PAŞA’NIN BAHÇESİ

Beykoz’daki müzeye yaklaşınca sanki İstanbul dışına çıkmış gibi hissediyorsunuz. Çevre yemyeşil orman, mis gibi temiz hava.



Müze adını burada faaliyet gösteren Beykoz Cam ve Billurât Fabrika-i Hümâyûnu’ndan almış. 

Müze binası aslında eski bir ahır. 

Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın kapı kethüdası ve Sultan Abdülaziz tarafından vezirliğe kadar yükseltilen Abraham Paşa’ya aitmiş. Abraham Paşa buraya köşkler, kuşhane, tiyatro binası yapmış.

 “Paşabahçe” markası da buradan esinlenilmiş.  Eskiden buraya “Paşanın Bahçesi” deniyormuş, “Abraham Paşa’nın bahçesi”

Müzede sergilenen bin 480 parça eşyanın büyük bölümü Avrupa’dan Osmanlı Sarayı’na getirilen eşyalar. 

Çoğu Abdülaziz ve 2. Abdülhamit dönemine ait.

Müze yaklaşık 360 dönüm araziye kurulmuş. 117 farklı türde ağacıyla yeşilin her tonuna sahip. Aracınızla geliyorsanız, girişte hem otopark hem müze giriş ücreti ödüyorsunuz.

Düşünüyorum da…

İyi ki, tarihi misyonunu tamamlayan Osmanlı yıkılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş.

Batıya bağımlılığa dur diyen Ankara yönetimi kolları sıvayıp Türkiye Şişe ve Cam Farikaları A.Ş.’yi (ŞİŞECAM) 4 Temmuz 1935’te faaliyete geçirmiş.

İyi ki Paşabahçe markamız var ve bugün yerli, milli markamız sayesinde hiç bir yabancı ülkenin cam vazosuna, kasesine, bardağına, tabağına muhtaç değiliz. Kalitede de, ürün yelpazesinde de kimseden geri kalmıyor.

Ve de iyi ki kamu kuruluşu değildi, diyorum içiden.

İş Bankası iştiraki olarak  özel bir kurum olmasaydı belki de şimdiye kadar çoktan yabancılara “özelleştirilecekti!”

Ama bir soru kafamı kemirmiyor da değil.

Acaba, bugünün sarayı, devlet yönetiminin merkezi kabul ettiğimiz “Beştepe Külliyesi”inde…

Mutfağından, banyo tuvaletine, pencerelerinden sofralarına, gardrobundan araba garajına… 

Acaba diyorum, bu saraydaki malların yüzde kaçı yerli, milli?

Hani her fırsatta yerli ve milli iddiası ortaya atılıyor ya!