'KÖŞE' OLMAK - 'YAZAR' OLMAK !…
Gazetecilikte 'Köşe yazarı' olmak, eskiden bir olaydı, uzun yıllar muhabirlik yapmanız gerekirdi. 'Köşe'de tarafsız yorumlar yapabilmek çok üst, kalifiye bir işti, saygındı. Köşe yazarlarına biz üstat gözüyle bakardık, zira onlar bizim yaptığımız muhabirlik işinin ustalarıydı.
Ama şimdi köşe yazarı olmak için muhabirlik yapmaya,
hatta gazeteci bile olmaya gerek yoktu!
Herkes bir köşede yazıyordu işte ve
gazetenin başındaki yöneticiler, patronlar çok hoşlandılar bu işten…
Adam kakara
kikiri, yediğini içtiğini yazar, rakip takıma iki de laf çaktın mı, sosyetenin
gündemindesin!
Köşe yazarı deyince benim aklıma, sazı eline almış bir aşık, bir ozan gelirdi.
Oysa şimdi
saz, aşık olmayanın eline tutuşturulmuştu; adam tezeneyi tele dokundurup ruhumuza mı seslenecek, yoksa sazın gövdesine kafa, yumruk mu atacak bir türlü karar veremiyordu!...
Topluma söyleyecek sözü olmayanın gazetedeki köşede yazacak neyi olabilirdi ki?
Topluma söyleyecek sözü olmayanın gazetedeki köşede yazacak neyi olabilirdi ki?
Kuşkusuz bu meslekte uzun süre emek veren ve
bileğinin hakkıyla yazmaya devam eden dostlar başımın üstünde. Onlar da olmasa
zaten herhalde gazeteleri kimse okumaz!
'KÖŞE MUHABİRLİĞİ'!
Yeni yetme “köşe
yazarlığı” baltanın en büyüğünü haberciliğe indirdi!
Artık haber olması gereken
şeyler “köşe”deydi.
Köşelerde, olaylar
tamamen sübjektif, yönlendirilmiş, yoruma dayalı, haberde olması gereken objektif, nesnel
hassasiyetler yok sayılarak, tek taraflı verilmeye başlandı.
Bu, haber kaynaklarının
da işine geldi.
Şirketler, kurumlar, belediyeler bu yeni yetme “köşe yazarları”nı yere göğe sığdıramaz oldu.
Basın davetlerinde köşe yazarları başköşelere kurulmaya başladılar.
Basın davetlerinde köşe yazarları başköşelere kurulmaya başladılar.
Çünkü sorgulamıyor, bütün
yeteneklerini methiye düzmekte harcıyorlardı.
Valla adamlar “yazar” olmadan “köşe” olup çıkmaya başladılar...
Belediyelerin bazı köşe yazarlarına
düzenli para ödediği iddiaları bu camiada çoktan beri sır değil.
Ünlü
köşe yazarı olmak için “methiye” ve “yağlama” dallarını beğenmeyenler için “sövme”, “bel altı çalışma” dalları da açıldı!
Şaka değil, sırf muhalif siyasi partilere,
gruplara, rakip şirketlere, rakip takıma, rakip belediyeye, rakip adaya, rakip
vekile belden altı çalışmaları sayesinde köşe yazan, “ünlü gazeteci” olanları bile görebildik!
Hani "Tetikçi" denir ya, haller bu minvalde.
Hani "Tetikçi" denir ya, haller bu minvalde.
YENİ DÖNEMİN KURUMLARI
2001 ile 2009 arasında artık bu yeni dönem kendi
kurumlarını yaratmaya başlamıştı.
Örneğin, kamu ve özel kuruluşlardaki “Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü”
artık gazetelere “bilgi” vermek, “açıklama” yapmak yerine doğrudan “haber”
yazıp servis etmeye başladılar.
Gazete ve televizyonlar muhabir sayısını azaltmaya
başladı.
Nasıl olsa pek çok yerden “haber”
geliyordu ve gazetede iş “redaksiyon”a
kalıyordu!
Bir de baktım ki, pek çok meslektaşım artık haber
peşinde, olaylarda görünmüyor.
“Redaktör”, “Editör” olmuş, “içeride”…
“Redaktör”, “Editör” olmuş, “içeride”…
Haber
ya ajanslardan ya da sayısı hızla artan “PR-Public
Relation” adı şirketlerden geliyor.
“Ajans” dediğim de hani öyle Reuters, AFP, AP gibi haber ajansı falan değil.
“Ajans” dediğim de hani öyle Reuters, AFP, AP gibi haber ajansı falan değil.
Artık piyasada her şirket bir “ajans”la çalışıyor ve bu “ajans” hem reklâm, organizasyon,
tanıtım işi yapıyor; hem de şirketler kendi haberlerini bu ajanslar eliyle
gazetelere servis ediyorlar.
“Halkla
ilişkiler uzmanı”ndan sonra “basın
danışmanlığı” da çağ atladı ve iş yaptıkları kurumlarla ilgili haberleri,
bilgi-açıklama yapma, haberi gazetecilerin yazmasına yardımcı olmak yerine;
artık doğrudan kendileri yazıp hazır haber olarak göndermeye başladılar.
Daha kurumun,
kişinin adını yazmadan, öznenin önüne bir sürü övgü ifadesi yerleştirilmeye
başlandı…
Ya, haberi ben kendim yazmak istemiyorum kardeşim!
O işi muhabire bırak sen!
O işi muhabire bırak sen!
Bir yöneticiyle röportaj yapmak, görüşmek istedin
mi, yol bu danışmandan geçiyor.
Bu danışmanların bir kısmı basından ayrılıp gittiği için, tanıdık; atlamak istemiyorsun, kırmak istemiyorsun, dostlukların var, nereden baksan sıkıntılı bir durum…
Bu danışmanların bir kısmı basından ayrılıp gittiği için, tanıdık; atlamak istemiyorsun, kırmak istemiyorsun, dostlukların var, nereden baksan sıkıntılı bir durum…
BAŞKENT ANKARA’DA GAZETECİLİK HALLERİ…
2009-2016 arası Ankara’daydım ve başkentte
gazetecilik ile ilgili birkaç noktayı paylaşmak istiyorum
Ankara’da fiilen gazetecilik yapmadım, Fransızca,
İngilizce bir şeyler araştırmaya çalıştım.
Ama, zaten çalışmak istesem de iş bulmam çok zormuş.
Baktım ki, Ankara’da tanıdığım, bizim kuşaktan, okuldan, ajanstan her kim varsa, büyük bölümü bir şekilde medya dışına savrulmuş.
Şanslı olanlar benim gibi emekli
olabilmişlerdi.
Mesleki duyarlılığı olan kim varsa, gazetelerden,
televizyonlardan uzaklaştırılmıştı.
Tanıdıklarla haberleşmeye başladıkça, hatırı sayılır
bir “emekliler grubu” oluşturduk. 8-10
kişilik bir saz ekibimiz (!) oldu yani.
Her fırsatta bir yerlerde buluşup sohbet ettik. Kimi zaman mesleği, kimi zaman memleketi "düzelttik”!
Her fırsatta bir yerlerde buluşup sohbet ettik. Kimi zaman mesleği, kimi zaman memleketi "düzelttik”!
Ankara’da gazetecilerin en büyük uğrak yeri
TBMM’dir. Bizim de sıkça gittiğimiz yerlerden birisi meclis oldu. Mecliste
gazeteciler, ücretini ödeyerek, yemek yiyebiliyor. Fiyatları çok uygun olduğu
için gayet cazipti.
Aslında meclisin kütüphanesini mesken edinmeyi takmıştım kafaya; ama her seferinde kulisler, muhabbet, grup toplantıları vs. daha çekici geldi, fırsat bulamadım.
Aslında meclisin kütüphanesini mesken edinmeyi takmıştım kafaya; ama her seferinde kulisler, muhabbet, grup toplantıları vs. daha çekici geldi, fırsat bulamadım.
Meclisteki gazetecilikle ilgili gözlemim şu:
Elbette
TBMM gazetecilik açısından çok değerli bir yer.
Yani memlekette olup bitenleri en kapsamlı anlayabileceğin yer orası. Bütün yasalar orada, geçmişte yaşanan her şeyin belgesi orada –ki, araştırmacı için çok büyük bir hazinedir-.
Yani memlekette olup bitenleri en kapsamlı anlayabileceğin yer orası. Bütün yasalar orada, geçmişte yaşanan her şeyin belgesi orada –ki, araştırmacı için çok büyük bir hazinedir-.
Yasaların
nasıl çıktığını görüyorsun, siyasi partilerin ve de siyasetin aslında nasıl bir
şey olduğunu, memleketin nasıl yönetildiğini gözlerinle görüyorsun işte o salonlarda!
Örneğin ben Türkiye’nin sanıldığı gibi TBMM
tarafından, (bunu siyasi partiler diye de okuyabilirsiniz) yönetilmediğini
düşünmeye başladım.
Dahası, yasaları bile öyle vekiller hazırlamıyor! Vekilleri daha çok “evet/hayır” deme pozisyonlarında görüyorsunuz; yasaları hazırlarken fikir tartışması falan görmüyorsunuz. En azından ben tanık olmadım.
Dahası, yasaları bile öyle vekiller hazırlamıyor! Vekilleri daha çok “evet/hayır” deme pozisyonlarında görüyorsunuz; yasaları hazırlarken fikir tartışması falan görmüyorsunuz. En azından ben tanık olmadım.
Yasa tasarı ve teklifleri liderin kendi çantasında veya görevlendirdiği birisinin çantasında gelir.
Vekile sadece evet/hayır demek düşer.
Partiler malum “lider partisi”… Sıkıysa itiraz et...
Vekile sadece evet/hayır demek düşer.
Partiler malum “lider partisi”… Sıkıysa itiraz et...
Fikirlerini özgürce açıklamak mı istiyorsun: tek şartımız var,
onaylamak! Liderin baştan onaylaması lazım. O da kafasına yatan birşey bile olsa "sakalı kaptırma", inisiyatifi kaybetme kaygısıyla bundan imtina eder...
Vekiller kişisel olarak yasama faaliyetinde devre
dışı olduğu için de örneğin, teklif muhalefet partisinden gelmişse, feriştahı
olsa kabul edilmez.
Hani “Tamam
partilerimiz farklı ama işte meclisteyiz, parti ayrımı yapmadan en uygun
yasaları çıkarmaya bakalım, şu şu konularda ortak davranabiliriz, uzlaşabiliriz” falan durumu yok.
Dikkatler yasanın içeriği değil, liderden gelecek
işaretlerde.
Uzaktan kumandalı sanırsın....
Bakarsın Genel Kurul’da yasa
görüşülüyor, içeride 10 vekil ya var ya yoktur; ama sıra oylamaya gelince birden içeri akın
ederler.
Kabul edenler/etmeyenler?...
Çok ilginç, vekiller salonda olmadıkları halde ne oy
vereceklerini biliyor, içeri girer girmez ellerini ona göre kaldırıyorlar!
Tabi bu da bütün muhalefet partilerinde, ifade
edilmeyen bir yılgınlık yaratmış.
Madem parmak sayısıyla hep kaybediyoruz, hazırladığımız
bütün kanunlar reddediliyor, o zaman niye teklif hazırlıyoruz?
Niye konuşuyoruz, niye fikir söylüyoruz, niye zaman
kaybediyoruz,
veee, “Niye bu meclisteyiz!”
Yakınmalar bu noktalara kadar uzanıyor…
veee, “Niye bu meclisteyiz!”
Yakınmalar bu noktalara kadar uzanıyor…
Anlayacağınız büyük hayallerle meclise giden
vekillerin çoğu hayal kırıklığı içinde.
Bu noktada size bir anekdotu aktarayım.
Orta ve üzeri yaşlar hatırlayacaktır, Ali Osman Sönmez Bursa'nın en büyük sanayicilerinden, BTSO'nun değişmez başkanı vs. idi. Tuttu bir partiden aday oldu ve milletvekili seçildi. Ama rahatça seçildiği, rahatı yerinde gözüktüğü halde yüzünde bir memnuniyetsizlik hissediyorduk.
Bir gün meraklı sorularımız üzerine koltuğunda öne doğru eğilip bize "Yav çocuklar, ben de bu meclisi bir halt sanıyordum!" deyiverdi.
İş yapmak, sorun çözmek, sonuç almak üzerine kurulu yaşam pratiği orada iflas etmiş, hayal kırıklığına uğramıştı. Oradakiler "Eline mikrofonu alıp car car konuşmaktan" başka yeteneği olmayan insanlardı!
İktidar partili vekiller, en azından seçmenlerine iş takibinde yardımcı olabiliyor, kalkıp Ankara’ya kadar giden seçmeninin işini yapabiliyor, işsizine iş bulabiliyor.
Bu noktada size bir anekdotu aktarayım.
Orta ve üzeri yaşlar hatırlayacaktır, Ali Osman Sönmez Bursa'nın en büyük sanayicilerinden, BTSO'nun değişmez başkanı vs. idi. Tuttu bir partiden aday oldu ve milletvekili seçildi. Ama rahatça seçildiği, rahatı yerinde gözüktüğü halde yüzünde bir memnuniyetsizlik hissediyorduk.
Bir gün meraklı sorularımız üzerine koltuğunda öne doğru eğilip bize "Yav çocuklar, ben de bu meclisi bir halt sanıyordum!" deyiverdi.
İş yapmak, sorun çözmek, sonuç almak üzerine kurulu yaşam pratiği orada iflas etmiş, hayal kırıklığına uğramıştı. Oradakiler "Eline mikrofonu alıp car car konuşmaktan" başka yeteneği olmayan insanlardı!
İktidar partili vekiller, en azından seçmenlerine iş takibinde yardımcı olabiliyor, kalkıp Ankara’ya kadar giden seçmeninin işini yapabiliyor, işsizine iş bulabiliyor.
Muhalefet partili vekillerin
böyle şansları da yok.
Mecliste her gazete, siyasi meşrebine göre partilere, liderlere ve gruplara bir rezerv koymuş. Ona göre izliyor.
Bütün iş birkaç
deneyimli gazetecinin yaptıkları etrafında dönüyor. Meclis koridorlarında, parti, lider ayırmadan koşuşturanlar onlar.
Ne varsa bizim kuşakta var diyorum. İçlerinde çok sevdiğim,
gazetecilik okulundan sınıf arkadaşlarım vardı.
Haberler onlardan çıkıyor,
siyasilerle birebir kontakları var.
Sınıftan değil, ama meslekten tanıdığım
isimler de var.
Ya, bunlar belki de bizim doğru dürüst, tarafsız gazeteci
kuşağının son temsilcileri gibi, inanın…
Gençler başka düşlerin peşinde.
Gençler başka düşlerin peşinde.
Yeni
kuşak gazeteciler sadece bir açıklama varsa onu alır, merkezlerine geçerler, o kadar.
Bir de örneğin, “Ak Parti Muhabiri/uzmanı”, “CHP Muhabiri/uzmanı” gibi durumlar var.
Evet, bu
yol gazeteciye, daha fazla “uzmanlık”,
bir partide olanları daha çabuk, doğru öğrenme fırsatı veriyor.
Ancak ilginç bir şekilde o partiyle de bir “angaje” durum ortaya çıkıyor ve bu da bana çok sağlıklı gelmedi.
Ancak ilginç bir şekilde o partiyle de bir “angaje” durum ortaya çıkıyor ve bu da bana çok sağlıklı gelmedi.
Mecliste her gazetenin, televizyonun bir bürosu var.
Özellikle her Salı, “Grup Toplantısı” günlerinde meclisin bahçesi canlı yayın araçları ile dolar.
Özellikle her Salı, “Grup Toplantısı” günlerinde meclisin bahçesi canlı yayın araçları ile dolar.
Salı günleri “Grup Toplantısı” adı altında
partilerin kapalı miting günüdür! Sadece lider konuşur, salonu hınca hınç
dolduran kalabalık, sloganlarla inletir meclisi…
Koltuğunu izleyiciye verip bu “mitingi” ayakta izleyen vekiller
görebilirsiniz. Liderler coşar, kendini
miting alanında sanırsın. Meclis TV
bunları canlı verir.
Yayında arıza saatleri, muhalefetin grup toplantısı saatlerine denk
gelir!
BURSA MEDYASINDA DEĞİŞİM
2016 başında Ankara'dan yeniden döndüğümde Bursa medyası hiç de
6 sene önceki medya değildi.
Haber peşinde buluştuğumuz meslektaşların
neredeyse hiçbirini tanıyamaz haldeydim. Bir basın toplantısında,
açılışta, 20 gazeteci varsa, tanıdığım en fazla 3-4 kişi çıkıyor. Oysa 6 sene
önce işe yeni başlamış bir iki kişi dışında hepsini tanırdım, selam sabah
vardı.
Davetlerde, yemeklerde tanıdık yüzler biraz daha artıyor, galiba buraya daha çok
orta yaştakiler geliyor.
Ama değişen sadece yüzler olmamış, Bursa’da
habercilik anlamında pek çok şey değişmiş.
Dikkat ettim basın toplantılarında
pek soru soran yok!
Sanki herkes haber kaynakları ile “aman beni yanlış anlar, eleştiriyorum sanır” havasında.
Bir gün, bir STK başkanı ile röportaja gitmiştim.
Beklerden, sehpanın üstündeki gazete yığını dikkatimi çekti. Hepsi de Bursa’da
yayımlanan gazeteler. Çoğu haftalık. İçlerinde adını internetten gördüklerim
vardı, ama çoğu sanal olarak da görmediğim, adını duymadığım gazetelerdi.
Merakla teke teker karıştırmaya başladım.
Baktım ki, tanımadığım bir sürü insan köşe yazarlığı
yapıyor… Bu kadar çok sayıda köşe yazarının olması neye dalalettir bilmem.
Gazete
sahibi olarak yazıyor, uzman sıfatıyla yazıyor…
Hani 30 yılı aşkın süredir bu
meslekte olan, haber peşinde koşan birisiyim.
Ama ben bunların hiç birisini görmemişim.
Tabi internet haber siteleri
hayli çoğalmış.
Aslında 2017 yılına girerken Bursa’daki gazete, televizyon, haber ajansı, haber sitesi vs. olarak medya kuruluşlarının listesini birisi hazırlasa, inanın çok yararlı olur diye düşünüyorum.
Aslında 2017 yılına girerken Bursa’daki gazete, televizyon, haber ajansı, haber sitesi vs. olarak medya kuruluşlarının listesini birisi hazırlasa, inanın çok yararlı olur diye düşünüyorum.
Ama bunları düşünürken, bir yandan da meraklı
meraklı gazetelerin sayfasını çeviriyorum.
Şunu fark ettim: O gün o masada okuduğum gazetelerin
tamamındaki haberler son bir hafta içinde çalıştığım gazeteye internetten mail
olarak gelen şeylerdi. Belediyelerden, STK’lardan, şirketlerden, partilerden
vs. gelen fotoğraf ve “haber”lerdi sayfaları dolduran.
“Haber” benim mail
adresime nasıl gelmişse, işte karşımdaki sayfalarda da aynı şekilde duruyordu!
Gazeteler arasındaki fark, sadece köşe yazarları, mizanpajı
ve reklâmlardı.
Bunun dışında sanki hepsi tektip giyinmişti!
Bunun dışında sanki hepsi tektip giyinmişti!
Kişisel olarak hep bardağın dolu tarafını esas
almaya çalışan birisi olmaya çalıştım; zira negatif ve karamsarlıkla ileriye
atılacak tek bir adım dahi olamaz, diye inanırım.
Elbette bu “değişim” içinde
çok umut verici şeyler de var.
Örneğin şimdi gerek fotoğraf gerek ses kayıt cihazları çok daha gelişmiş durumda. İnternet ile pek çok bilgiye ulaşma kolay. Eskisi gibi kalın telefon rehberlerine gerek yok. Tıkladın mı, hepsi elinin altında. Galiba şimdi en büyük telefon rehberleri, cep telefonunda…
Örneğin şimdi gerek fotoğraf gerek ses kayıt cihazları çok daha gelişmiş durumda. İnternet ile pek çok bilgiye ulaşma kolay. Eskisi gibi kalın telefon rehberlerine gerek yok. Tıkladın mı, hepsi elinin altında. Galiba şimdi en büyük telefon rehberleri, cep telefonunda…
Eskisi gibi santrale değil, doğrudan adama ulaşıyorsun!
Küçük bilgisayarını
yanına alıp anlık yayın, canlı yayın yapma, hızlı haber üretme olanakları
var.
Örneğin bir meslektaşı elindeki cep telefonu sağa sola çevirerek konuşurken fark edip, “hayırdır” deyince, internet sitesinde canlı yayın
yaptığını öğrenmiştim.
Facebook, Twitter, haber, fotoğraf paylaşımı,
haberleşme, gündemi takip etme vs. açılarından harika fırsatlar sunuyor.
Ama haberlerin
“hazır” gelmesi bir tür bağımlılık yaratmış, deneyimli muhabir çalıştırma
neredeyse kalmamış.
Sadece bunlarla kalsa iyi...
Haber üretimi hızla muhabirin, gazetecinin işi olmaktan uzaklaşıyor.
Haberin “hazır” gelmesi yetmezmiş gibi, örneğin röportajda da çoğu zaman “Siz soruları gönderim, biz cevapları yazıp röportajı hazır verelim”, “Siz röportajın konusunu verin, biz hazırlarız” manzarası ile karşı karşıya kalıyoruz.
Haber üretimi hızla muhabirin, gazetecinin işi olmaktan uzaklaşıyor.
Haberin “hazır” gelmesi yetmezmiş gibi, örneğin röportajda da çoğu zaman “Siz soruları gönderim, biz cevapları yazıp röportajı hazır verelim”, “Siz röportajın konusunu verin, biz hazırlarız” manzarası ile karşı karşıya kalıyoruz.
Özellikle genç kuşakta haberi, röportajı yazdıktan
sonra, “onay” için röportaj yaptığı kişiye,
haber yazdığı şirkete, kuruma gönderenlere rastlıyorum.
Adam “istemiyorum”
derse, yayınlanmıyor!
Kişi ve kurumlarla
“iyi geçinme” isteği, habercilik
heyecanı ve reflekslerini iyice köreltmeye başlamış gibi.
DEVLET BÜYÜKLERİNİ İZLEMEK…
Birkaç hafta önce bir bakanın Bursa’ya geleceğini
duydum. Bazı firma ziyaretleri olacakmış. Tabi, eski reflekslerle hemen
valiliği aradım. Valilikten sayın bakanın programını öğreneceğim, ona göre
takip edebildiğim bölümlerine katılacağım.
Aaaa yok!
Valilik santralındaki görevli yoruldu vallahi... Nereye bağlasa ‘bilmiyoruz’ diyor, ‘filanca ile görüşün’ diyor, başından salıyor.
Valilik santralındaki görevli yoruldu vallahi... Nereye bağlasa ‘bilmiyoruz’ diyor, ‘filanca ile görüşün’ diyor, başından salıyor.
Neyse sonunda anladım durumu...
Eskiden bakan,
başbakan gibi devlet büyükleri Bursa’ya geldiğinde Valilik il sınırları
içindeki bütün programını yapar, gazetecilerin takip edebilmesi için bir basın
aracı tahsis ederdi; izlemek için aracı olmayan muhabirler o basın aracına
biner, gün boyu takip yapar, görür, sorar, soruşturur, haberini
yazardı.
Oysa şimdi “varılan
mutabakat üzerine” artık bakanların ziyareti ile ilgili bütün programı iktidar
partisinin il başkanlığı yapıyor, valilik de “ayrıca program yapmıyor”muş!
Vay be… Nereden nereye...
Daha 10-15 sene önce valilik
bakanın, başbakanın programını kimselere vermez, kendisi yapardı.
Valilik “devlet” olarak, iktidar partisi bile olsa siyasi partiler ile arasına bir mesafe koyar, onu korurdu.
Akşama kadar bakan ile birlikte dolaşan, açılış, temel atma gibi törenlere katılan vali, iş bakanın parti ziyaretine gelince, gruptan ayrılır,sıvışıverir, siyasi etkinliklere katılmazdı.
Valilik “devlet” olarak, iktidar partisi bile olsa siyasi partiler ile arasına bir mesafe koyar, onu korurdu.
Akşama kadar bakan ile birlikte dolaşan, açılış, temel atma gibi törenlere katılan vali, iş bakanın parti ziyaretine gelince, gruptan ayrılır,sıvışıverir, siyasi etkinliklere katılmazdı.
Oysa şimdi bütün programı, hatta basın duyurusunu da
iktidar partisinin il başkanlığı yapıyormuş.
Basın ile ilişkileri de tabi tamamen parti düzenliyor.
Basın ile ilişkileri de tabi tamamen parti düzenliyor.
O gün o bakanı kim takip etti, ne yazılacak diye
merakla bekledim; maalesef bakanın temaslarının büyük bölümü hiç izlenmemişti.
Tahminim yine gazetecilerin haber yapmasına yardımcı olmak yerine, bazı
“danışman”lara yazdırılan suya tirit bir “haber”, basına servis edildi.
SONUÇ?
Genç meslektaşım, sevgili Rabia Deniz arayıp da, “Dursun abi, bizim basının durumu sürekli kötüye
gidiyor. Niye hep kaybediyoruz, nerede yanlış yapıyoruz” deyip,
düşündüklerimi yazmamı isteyince, gazeteci olma, gerçeğin peşinde koşma heyecanını
koruyan genç dostlarla, kendi yaşanmışlıklarımdan süzülen görüşlerimi paylaşmak
istedim.
Benim özetim şu: Gazete ve televizyonların, hatta çok
bağımsız, özgür görünen internet sitelerinin giderek ticari kuruluşlar haline
gelmesi ve gazeteciliğin güç kaybetmesi demokrasimizin geldiği yerle ilgili bir
durum.
Ve de iktidarın beğenmediği gazeteciyi hapse tıkıp, muhalif basın
kuruluşlarına kilit vurması aslında sadece o gazeteci veya gazetenin
değil, demokrasinin güç kaybı.
Yani
yaşananları sadece gazetecilerin hataları, bireysel/kurumsal taktik yanlışları
ile açıklamanın doğru olmayacağını düşünüyorum.
Basın özgürlüğü, “dördüncü kuvvet” denen şey, aslında toplumdaki güç dengelerini
yansıtır.
Demokrasi, kimine göre “orta sınıfın etkinliği”, kimisine göre de halkın ülke yönetiminde etkin söz sahibi olması; kendisini yönetecekleri özgürce seçmesi, istediğinde değiştirebilmesidir. Bana göre halkın, çalışıp üreten kesimlerin hakkını hukukunu korumak için dayanışması, gerektiğinde güç sahiplerinin gözünün üstünü morartabilmesidir, haddini bildirebilmesidir...
Buna örnek Avrupa’dır…
Demokrasi, kimine göre “orta sınıfın etkinliği”, kimisine göre de halkın ülke yönetiminde etkin söz sahibi olması; kendisini yönetecekleri özgürce seçmesi, istediğinde değiştirebilmesidir. Bana göre halkın, çalışıp üreten kesimlerin hakkını hukukunu korumak için dayanışması, gerektiğinde güç sahiplerinin gözünün üstünü morartabilmesidir, haddini bildirebilmesidir...
Buna örnek Avrupa’dır…
Ülkede gerçek
demokrasi (ve de özgür basın) demek, iktidarın, diğer toplum kesimlerinin hak
ve hukukuna saygı göstermesi (Bu, biraz da onları ezmeye çalışırsa, başına
geleceklerden korkarak cesaret edememesi, tırsması) anlamına gelir.
Gelir dağılımı bozulmuşsa, “orta direk” sürekli kan kaybediyor, çalışanlar yarınından emin
olamıyorsa; işsizlik herkesin kâbusu olmuşsa,
can güvenliği sürekli tehdit altındaysa ve de ülkeyi yönetenler, bu yaraları onarma,
adaleti, barışı sağlama yerine ‘güvenlik’ adı altında sürekli sırtını polise,
jandarmaya dayanıp; eleştiren, itiraz eden, tepki gösterenlere karşı gaza,
TOMA’ya yatırım yapıp, mahkemeleri, cezaevlerini tahkim noktasındaysa… Elbette gerçeği
de kimsenin yazıp çizmesine izin vermeyecektir!
Evet, kaybediyoruz.
Ama sadece meslek ahlakı ile ekmek parası arasında seçime zorlanan biz gazeteciler kaybetmiyoruz. .
Çalışanlar ve halk kesimi, esnaf, yerli üreticiler, toptan kaybediyoruz.
Çalışanlar ve halk kesimi, esnaf, yerli üreticiler, toptan kaybediyoruz.
Peki kim kazanıyor?
Kazananlar sadece uluslararası finans kurumları ve onlarla iş tutanlar.
Her krizin arkasından bir hamle ileri giden, zenginleşen, gücünü artıranlar sadece onlar.
Bunu anlamak için çevrenize bir bakın, bugün en büyük şirketler, fabrikalar yabancıların kontrolünde. Borsa, bankalar, sigorta şirketleri büyük ölçüde yabancıların…
Kazananlar sadece uluslararası finans kurumları ve onlarla iş tutanlar.
Her krizin arkasından bir hamle ileri giden, zenginleşen, gücünü artıranlar sadece onlar.
Bunu anlamak için çevrenize bir bakın, bugün en büyük şirketler, fabrikalar yabancıların kontrolünde. Borsa, bankalar, sigorta şirketleri büyük ölçüde yabancıların…
Her krizde sadece onlara gün doğuyor.
Dolayısıyla da bu noktadan
çıkış, “demokrasi mücadelesi” ile
olacak.
Masadaki pastayı daha adil paylaşmak...
En kilit nokta “kaybedenlerin” artık bunu fark etmesi.
Masadaki pastayı daha adil paylaşmak...
En kilit nokta “kaybedenlerin” artık bunu fark etmesi.
Sadece fakir fukara değil, tuzu kuru takım da kaybediyor.
Zira yeni paradigma kendi zenginlerini yaratıyor.
Zenginlerin eski kuruntularından kurtulma zamanı.
Zira yeni paradigma kendi zenginlerini yaratıyor.
Zenginlerin eski kuruntularından kurtulma zamanı.
Yani bir gazeteci içeri tıkılınca; yabancı
şirketin rekabetine dayanamayıp iflas eden şirket sahibi, sendika isteyince
işten çıkarılan işçi, özel okullarda ucuz ve güvencesiz çalışmaya tav olması
için yıllarca ataması yapılmayan öğretmen, kendi kooperatifini, birliğini
kuramadığı için tüccarın insafına kalan çiftçi, yabancı şirketler para
kazanacak diye doğası tahrip edilen köylü, sapır sapır dökülen esnaf bir
kenarda oturup “Tüh tüh gene attılar bir
kasteciyi kodese lan..” diye seyrederse, ya da “Anaarşi be bu kastecilee... Yatsın içerde deyyus dinsizlee” demeye
devam ettikçe, bu sahneleri görmeye, hep beraber kaybetmeye devam edeceğiz.
Sonuçta siyasi görüşü, inancı, etnik kökeni, maddi durumu ne olursa olsun, hep birlikte kaybediyoruz!
Kaybederken kimsenin gözünün yaşına bakılmıyor, hep aynı saftayız...
Kaybederken kimsenin gözünün yaşına bakılmıyor, hep aynı saftayız...
Tabi bu tezgâhı kuranlar işi çok profesyonel
götürüyor. Vatandaşı Türk-Kürt, Alevi-Sünni, sağcı-solcu, şu partili, bu
partili; laik-şeriatçı; yok kadınlar erkekler, yok başörtüsü takanlar takmayanlar, olmadı Beşiktaşçılar Galatasaraycılar diye durmadan mayoz mitoz bölünme ile birbirine fişekliyorlar.
En büyük suç
aletleri de maalesef medya…
Medyanın sanki asıl görevi bu.
Medyanın sanki asıl görevi bu.
Akla gelmedik suni karşıtlıklar çıkarmanın tek bir
hedefi var; “kaybeden”lerin birbirine güvenmemesi, hatta birbirini düşman
bellemesi!
Halbuki, en basit gerçek şu: Tarihte bütün demokrasiler,
halkın birbirini boğazlaması ile değil; tam tersine, el ele verip, kendilerine
dünyayı dar eden bir avuç çıkarcıya, tirana haddini bildirmesi ile kurulmuş. Ülkelerin kalkınması, refahı da birlik beraberlikten, dayanışmadan, el ele çalışmadan geçmiş.
Şair Can Yücel ne demişti?
“Ülke bölünsün istiyorum/ Yandaş, yalaka ve
yavşaklar bir tarafa/Onurlu, şerefli, üreten emekçi insanlar bir tarafa…”
Yoksa muktedirlerin hepimizin burnunu sürttükten; “her koyunu kendi bacağından astıktan”
sonra, “Aldınız mı ulan dersinizi şimdi” deyip, “Hadi şimdi kuzu kuzu yazmaya başlayın” işareti ile, izin
verdikleri kadar gazetecilik yapmayı bekleyeceğiz!
5 Aralık 2016, Bursa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder