11 Haziran 2012 Pazartesi

Deprem değil;önlem kabusu!

“Depreme karşı” önlem adına çıkarılan yeni imar düzenlemelerinin, depremde büyük acılar çeken halkı sevindireceğini sanmıştım. 
Ancak bu ara herkesi yeni bir korku almış: 
Vatandaşı saran deprem korkusu değil, hükümetin açıkladığı yeni “önlemler”!
Sanki depremden daha büyük bir felaket geliyor!



1999’daki Marmara Depremi, Türkiye’de büyük bir şok yaratmış, herkes artık devletin depreme karşı bir şeyler yapmasını istemeye başlamıştı.  
Memleket birinci derecede deprem kuşağındaydı, deprem eninde sonunda olacaktı; sorun binaları dayanıklı yaparak, depremi en az zararla atlatmaktı.

Açıkçası, mevcut binaların depreme dayanıklı hale getirilmesi için sistemli bir “güçlendirme” organize edilemedi, devlet bunu sosyal bir proje kabul edip teşvik etmedi, yönlendirmedi, önayak olmadı. 
İnşaat sektörü, çok rahat, bu işin üstesinden gelecek kapasitede olmasına rağmen gerekli adımlar atılmadı. 
Halbuki, yaygın test laboratuvarları kurup, testlerden geçerli not alamayan binalar için güçlendirme standartları belirlenebilirdi. 
Nasıl doğalgaz kullanımı için standartlar konulup, bunları yerine getirebilen firmalara “yetki” verildi ve kentler doğalgaz kullanır hale geldiyse, aynı iş güçlendirme konusunda da yapılabilirdi. Bu konuda belediyeler de seferber olabilir, bu iş vatandaşın belini bükmeyecek bir fiyata yapılabilir, kentler büyük ölçüde yeni bir yüze kavuşma şansını yakalayabilirdi.

Televizyonlarda güçlendirme, güçlendirme denildi, ama sorumluluk vatandaşın sırtına yüklendi.
Devlet  vergi, enerji vs. teşvikleri ile buna destek olmak, fedakarlıkta bulunmak istemedi.
Devlet sahip çıkmayınca,  firmalar “güçlendirme yapmak isteyenin parası çoktur” fikrine kapıldı ve fahiş fiyatlar çıkardı, insanların hevesini kursağında bıraktılar.
Böylece “orta direk” halk, deprem olacağını bile bile dayanıksız evlerde oturmaya devam etmek zorunda kaldı.  
Tek olumlu gelişme, yeni binalarda standartların yükselmesi oldu. Artık köşe başlarında kum, çakıl satışı; elle veya betoniyer ile karma beton kullanılmıyor. Hazır beton, zorunlu. 
Yanı sıra, inşaat demirinde de nervürlü dönemi başladı. İnşaat yapılırken numune alınıp teste tabi tutuluyor vs.
Yeni binaların dayanıklı olması piyasayı altüst etti. Depremden sonra yapılan evler, piyasada, önceki evlerin iki katı fiyattan satılıyor…  Zira herkes imkânlarını zorlayarak depreme dayanıklı yeni inşaatı tercih ediyor.
Yani “parayı basan” kesim bir şekilde kendisine dayanıklı ev buldu, buluyor.
Ancak sorun, milattan (Marmara Depremi) önce yapılan evlerinde oturmaya devam eden büyük halk kesimi… Ücretli, dar ve orta gelirli halk.
Örneğin, başkentin birçok semtinde bu sorunun, patlamaya hazır bir volkan gibi beklediğini söyleyebilirim.
Hani,  “resident” salgını var ya, şimdi 20 ve daha üzeri yaştaki konut sahiplerinin umudu bunlar… İnsanlar 4-5 hatta 10 katlı apartmanlarının yıkılarak yerine 20-30 katlı lüks konutların yapılması derdinde. 
Herkes oturduğu evin karşılığında, o lüks apartmandan bir daire alma hayalini kuruyor.  
Sadece apartman değil, birçok semtte bahçeli dubleks, tripleks konutların sahipleri de aynı şeyi hayal ediyor.  
Zira, oturduğu ev “eski”ye çıkmış, fiyatı 200-250 bin lira ancak ediyor. Oysa bu lüks apartmanlarda 100 metrekare bir dairenin fiyatı uçuyor, 350-400 bin lira…
Başınıza böyle bir talih kuşu konmuşsa, ne ala…  Yoksa, sizi karabasanlar bekliyor…
Zira hükümet, “Dayanıklı olmayan binalar, zorla da olsa yıkılacak” diyor.  
Binaların çok büyük bölümünü testlerden geçemeyeceği kesin…
10 milyon konuttan söz ediyoruz.
Bunu, kurulduğu günden bugüne sadece 500 bin konut yapabilen TOKİ yapacak (Bunu nasıl yapacağı beli değil, ama geçelim).
Peki, evini depreme dayanıksız diye yıktığınız vatandaşa, ücretsiz konut verecek misiniz?
Yoksa, son yıllarda gecekondu bölgelerinde olduğu gibi, yıktığınız evlerin sahiplerine TOKİ konutlarından ev satın almalarını mı salık vereceksiniz!Şimdi top hükümette…
Ya bu işi kamusal bir proje kabul edip, vatandaşın kafasındaki kabusa son verecek…
Ya da güçlendirme gibi bu işi de “piyasanın” insafına bırakıp, yeni bir depreme yol alacak…

İyi pazarlar

4 Haziran 2012,

Zenginlik batıdan doğuya…



2012 yılını “küresel adalet yılı” diye tanımlamıştım. Denizbank’ın Rusya’nın en büyük bankalarından Sberbank’a satılması, bu “adalet”ten bize ne düşeceğinin ipuçlarını veriyor. Zenginlik, Batı Avrupa ve Amerika’dan doğuya, Rusya’ya, Çin’e, petrol zengini ülkelere geçiyor… 


Geçtiğimiz hafta, ekonomideki en ilginç gelişme kanımca, Denizbank’ın Rus Sberbank’a satışıyd. Bu, sıradan bir banka satışı değil; Denizbank’ın hikâyesi aslında bizim ekonomimizin hikayesi…
Denizbank 1938’de, denizcilik sektörünün finansmanını sağlamak amacıyla kurulmuştu, bir devlet bankasıydı. Ancak denizcilik sektörü Türkiye’de çok cılız kaldı. Çünkü memleketin üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen, iktidarlar sivil ve askeri bütün gemileri ithal etmeye yöneldi ve gemicilik bir sektör bile olamadı. Böyle olunca Denizbank da bir tabela bankası olmanın ötesine geçemedi. Ta ki, 1997’de, bankacılık sektörüne girmeye karar veren Zorlu Holding’in bankacılık iznini satın alıp devralması ile bankacılığa başlayabildi.
Zorlu Holding, Denizbank’ı kısa sürede belli başlı bankalar arasına sokmayı başardı ve 2006’da da Fransız-Belçika ortaklığı Dexia Grubuna 2,4 milyar dolara sattı.
Para, Batı Avrupa ülkelerindeydi.
Dikkatinizi çekerim, 2001 krizi sonrasında bankacılıkta ciddi bir “yapısal dönüşüm” yaşandı.
Hükümetler bankacılık sektörünün ne kadar sağlam olduğu ile övünüyor…
Öve öve bitirilemeyen şeyin aslına bakalım: Yüksek faizli hazine bonosu ve tahvillerle kasalarını dolduran banka patronları, bankaların içini boşaltmıştı. Devlet hortumlanan bankaların bazılarını kapattı, bazılarının kasasına bir şeyler koyup TMSF eliyle satışa çıkardı. Parayı basanlar da batılılar oldu.
Operasyon büyük ölçüde 2005-2006 yıllarında tamamlandı ve 13 banka kısmen veya tamamen yabancılara satıldı.
İşte çok övünülen “yapısal dönüşüm”, büyük başarı, buydu!
Şimdi, batı dünyasında kriz var. Örneğin Bursa’dan Avrupa ülkelerine yapılan ihracat sürekli azalıyor. Talep daralıyor. Avrupalı artık eskisi kadar otomobil istemiyor, elbise istemiyor…  Yeni zenginler Ortadoğu’nun petrol üreticileri, Rusya, Çin…
Bankacılık sektöründe şimdi yeni bir “yapısal dönüşüm” yaşanıyor…
Nasıl mı?
Avrupalı MNG’nin yarısı atık Lübnanlı Hariri ailesinin.
Fiba Bolding’den Finansbank’ı satın alan Yunanlı NBG ile Tekfen Holding’ten Eurobank’ı alan Erasias S.A zor durumda. Yunanlılar hisselerini Kuveytli Burgan bankasına satılmış.
Akbank’ın yüzde 20 hissesini satın alan Citigroup 3,1 milyar dolar basmıştı. Aldığı hisselerin yarısını petrolcülere satıvermiş.
Yapı Kredi’nin yüzde 57,40’ı 1,2 milyar Euro’ya alan Koç Holding’in ortağı İtalyan Unicredit ile Garanti Bankası’nın yüzde 25,5’luk hissesi Amerikalı GE Consumer Finance’ın durumu merak konusu.
Yine TEB’in yüzde 50’sini alan BNP Paribas da öyle.
Avrupalı Dexia’nin Denizbank’ı Sberbank’a neden sattığını anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Elbette Avrupa’daki ekonomik kriz…
11 bin çalışanı, 601 şubesi olan bir bankadan söz ediyoruz.
Artık para da mal da, el değiştiriyor.
Görüyorsunuz, demek ki zenginliğin el değiştirmesi, sadece lüks arabalara, ciplere marka türbanlı, başörtülü bayanların geçmesi değil!
Paranın yeni sahipleri Araplar, Ruslar…
Peki, bizim payımıza ne düşüyor?
Bursalı üreticinin, ihracatçının yeni konjonktüre göre bir yol haritası çizmesi zorunlu. Bunun sanıldığı kadar kolay olmayacağı kuşkusuz. Üstelik hükümetin paralı komşularla siyasal gerginlikler yaşadığı bir ortamda…
Başta otomotiv sektörü olmak üzere, Bursa’da faaliyet gösteren firmaların Avrupalı sahipleri, ortakları, lisansörlerinin de bu sürece destek olmaları gerekir, diye düşünüyorum. Zira, bu konuda gösterecekleri esneklik kendilerinin de çıkarına olacaktır.

İyi pazarlar…


10 Haziran 2012