12 Şubat 2015 Perşembe

‘İç Güvenlik Paketi’ bu feryatları duyuyor mu?


İki polis geldi evime. Dediler ki ‘Başın sağolsun, oğlun trafik kazası geçirdi. Hastaneye kaldırdık ama kurtulamadı’.  Ben de o üzüntü ve şokla elimle sırtlarını sıvazlayıp ‘sağolun arkadaşlar’ dedim, teşekkür ettim. Meğer bu polis benim oğlumu silahla vuran polismiş. Utanmadan trafik kazası süsü vermişler. Oğlumun katiline, bu aşağılık polise bir de teşekkür ettim. İzmir’de doğum günü partisinden dönen oğlum güya dur ihtarına uymamış… Bir polis oğlum Baran Tursun'u öldürdü, 3 polis delilleri kararttı, 10 polis yalancı tanıklık yaptı, 2 polis trafik kazası raporu düzenledi. 3 hakime de iki yıl ceza verip olayı kapatmak düştü.”  
Oğlunu 24 Kasım 2007’de polis kurşunuyla yitiren İzmirli Mehmet Tursun’un isyanını Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde duyduk. Acılı baba oğlu adına “İnsani Yardım Vakfı” kurmuş, polislerce öldürülen insanların yakınları ile dayanışmaya, mağdur ailelere yardımda bulunmaya çalışıyor.  Artık hayatını buna adamış.
Çağdaş Sanatlar Merkezi’ne aslında bir film izlemeye gitmiştik.  “Gezi olaylarını konu alıyor” denmişti. Meğer izleyeceğimiz film bir belgeselmiş. Çankaya Belediyesi, Gezi Protestoları sırasında polisin attığı gaz fişeği ile tek gözünü kaybeden belediye işçisi Muharrem Dalsüren’in öyküsünü konu eden bir belgesel çektirmiş.
Gözüne protez takılan Dalsüren, tek gözüyle kaldıktan sonra “ne yapalım, kader” deyip bir kenara çekilmemiş… Gaz fişeğiyle gözünü kaybeden her kim varsa, tek tek onlara ulaşmaya çalışmış. Türkiye’nin pek çok kentine gitmiş, aynı kaderi paylaşanlarla hem dertleşiyor; hem de bu insanlar arasında dayanışma sağlamaya, “haklarını hukuklarını aramaya” çalışıyor.
Belgeseli izlerken, memlekette insan hayatının aslında ne kadar da ucuz olduğunu düşünüyorsunuz… Vatandaşın can ve mal güvenliğinden sorumlu, başımıza iş gelince ilk kapısını çaldığımız bir kurumda çalışanların özensizlik, dikkatsizlik bir yana insanlara ne kadar önyargıyla yaklaştıklarını, kalabalıkları “düşman” bildiklerini, mümkün olduğunca zarar verip için içinden nasıl sıyrıldıklarını, gerek emniyet gerek yargıda nasıl korunup kollandıklarını ve de pek çok gariban insanın genç yaşta, demokratik haklarımı kullanıyorum, slogan atıyorum, yürüyüş yapıyorum derken nasıl da sakat bırakılıp hayatlarının altüst olduğunu, ailecek sefalete itildiklerini hissediyorsunuz…
Tabi gündemdeki konu polisin yetkilerini artıran yeni “İç Güvenlik Yasa Tasarısı” olunca, memlekette bu durumların çığ gibi artacağını görüyor ve ürküyorsunuz!…
İzmirli Baran Tursun Vakfı “Failin Polis Olduğu Ölüm Vakaları” diye rapor hazırlatmış.
Şaka değil, tam 183 isim var. 70’lik amcadan bebek diyebileceğin küçük yaştaki çocuklara kadar tam 183 can…
Hiç birisi silahlı bir çatışmada, polise silah çektiği için öldürülmüş değil.
Ve de hiç birisinin katili hak ettiği cezayı almamış. Söylemesi acı, ama katilleri korunmuş.
Filmden sonra sahneye 7-8 kişinin yakını çıktı.
Örneğin bir emekli polis, baba mesleğini seçen oğlunun “intihar süsü” verilerek katledildiğini, olayı kazara oğlunun morgdaki cesedini incelerken fark ettiğini anlattı gözyaşı içinde…
İsyan etti, oğlunun katillerinin “F Tipi” olduğunu, “siyasi iktidarın maşaları” olduğunu, onları  düşününce “polis olmaktan utandığını”, devletin “hayatlarını çaldığını” söyledi.
Yargıdan “ucuz kurtulan katil polislere” birde “tazminat ödemek zorunda kaldığını” söyleyenleri mi dersiniz…
Ankara’da silahla öldürülen Ethem Sarısülük’ün kardeşi “devletin cinayeti gizlemeye, katili korumaya çalıştığını söyledi.
Rizeli bir amca kalkıp “Oğlumun asıl katili bir Rizelidir. Onun yüzünden Rizeli olmaktan utanıyorum” dedi. Kimi kastettiğini herkes biliyor gibiydi!
Güneydoğu illerinden gelip annesiyle birlikte sahneye çıkan bir gencin her sözü bir mermi gibiydi.  Korku duvarın çoktan yırtmıştı. Katledilen abisini anmak nedeniyle ailece polis şiddetine mağdur kaldıklarını söyledi. “Katil Türk devleti” dedi, “katil polis” dedi, dedi, dedi…
Evet… “Ateş düştüğü yeri yakıyor”. Ama artık ateş düşen yerler bu kadar çoğalınca ateş galiba yavaş yavaş toplumu sarıyor.
Benim vardığım sonuç şu: Toplumda “devlet”e, devlet gücünü kullanan emniyet güçlerine karşı öfke, ve kin birikiyor.
Güneydoğuda özellikle 12 Eylül’ün karanlığında bu kin birikimlerinin nelere yol açtığını, devlet-vatandaş arasında yırtılan gönül bağının ne anlama geldiğini 30 senedir yaşıyoruz…
Şimdi “Gezi” ile birlikte geniş bir kesimde daha devlete, polise karşı öfke birikiyor.
Güneydoğu’daki mağduriyetlere terör algısı içinde sağır olan, neredeyse “oh olsun” diyen pek çok insanın Gezi’den sonra “Meğer Kürtlerden farkımız yokmuş” noktasına geldiğini görüyoruz.
Alın size farklı bir örnek:
Bir hemşire, yakın arkadaşına dert yanıyor:
Oğlum cep telefonundan beni aradı: ‘Anne, şu an Boğaz Köprüsü’nün üzerinde koşuyorum. Arkamda polisler var’ dedi. Bu son görüşmemiz oldu. Oğlum kayboldu. Boğazdan mı atladı, vuruldu mu, kaza mı yaptı, cinayete mi kurban gitti öğrenemedik. O ara polisin oğluma bir şey yapacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Ama olanları duyunca benim oğlumu da polis mi öldürdü diye içime bir kurt düştü.”
Suçluyu yakalayıp yargıya teslim etmekle görevli güvenlik görevlilerinin hem savcı, yem yargıç, hem de cellatlığa soyunmasına duyulan öfkeyi görebiliyorsunuz sanırım.  
Şimdi siyasi iktidarın polisin yetkilerini artıran, protesto yürüyüşü gibi meşru silahsız gösterilere müdahaleyi meşrulaştıran, suç işleyen polislere “arkandayız” mesajı veren İç Güvenlik Paketi’nde ısrar ederken, vatandaştaki öfke birikimini her halde hesaba katarlar diye düşünmekten başka elimden bir şey gelmiyor.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Mühendislerin isyanını duyuyor musunuz?

Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB), bünyesinde pek çok uzmanlık mesleği barındıran yaklaşık 450 bin üyeli bir kurum.“Kamusal” bir görevi var, yani bir tür devlet kurumu gibi.  Serbest çalışan bütün mimar ve mühendisler üye olmak zorunda.  Üyelerin çalışma izinleri, hatta pek çok meslekte hangi işe ne ücret alacakları da bağlı odalarca belirleniyor.
TMMOB bir süredir neoliberal saldırılarla karşı karşıya. Yani odaların değişik adlar altında üyelerinin faaliyetleri üzerinden aldıkları para, hem büyük şirketlerin hem de devletin ağzını sulandırıyor. Örneğin bir ev yapacaksanız, mimara projeyi çizdirme parası veriyorsunuz. Bu yetmiyor odanın onayı için de para ödüyorsunuz. Tabi proje ve inşaat büyüdükçe rakam yükseliyor. İnşaat şirketleri, kamu kuruluşları, belediyeler vs. de bu paraları ödemek istemiyor.
Odaların belirlediği birim fiyatların “piyasa fiyatının üzerinde” olduğu, “vatandaşın kazıklandığı” görüşleri de yabana atılır gibi değil.
Neoliberal saldırı diyoruz ya, şimdi siyasi iktidarlar bunun uygulayıcıları olmuş durumda...
Hükümetler örneğin esnaf ve sanatkar odalarını tuzla buz etti….
Eskiden TESOB’ye bağlı pek çok oda fiyat belirlerdi.  Ekmeğin kaça satılacağını Fırıncılar Odası, bir bardak çayın kaç lira olacağını Kahvehaneciler Odası, dolmuşa kaç lira vereceğini Şoför ve Otomobilciler Odası belirlerdi vs. Bu yollar odalar üyelerini fiyat rekabetinden korurdu.
Halbuki Özal’lı yıllardan beri bunlar bitti… Süpermarketler derken AVM’ler öyle bir hışım gibi esti ki, değil duvardaki fiyat listeleri, dükkanların kendisi bile tarumar oldu…
Ve aslında, perde arkasında toplumun geleneksel "orta sınıf"ı bilinen geniş bir kesim büyük ölçüde tasfiye edildi.
Şimdi sıra galiba meslek odalarında.
Dün, bakkal amcaya karşı AVM’leri tercih etme noktasına gelirken nasıl “ne yapalım serbest rekabet” diye kendimizi rahatlattıysak; bugün meslek odaları tırpanlanırken “ne yapalım onlar da fiyatı düşürseydi” diyebiliriz…
Ama AVM’ler nasıl ki memlekette üretim artışına, zenginleşmeye yol açmayıp sonuçta sadece yabancı markaların sulak alanı olmuşsa, bugün de meslek odalarının tasfiyesi sadece, çok yaygın bir alanda daha fazla talana, tahribata yol açacak gibi görünüyor.
İsterseniz gelin TMMOB’nin geçtiğimiz gün gazetelere verdiği “Ülkemize Halkımıza Mesleğimize Sahip Çıkıyoruz” başlıklı ilanındaki taleplere bakalım. TMMOB 14 Şubat Sevgililer Günü’nde Olağanüstü Genel Kurul yapmayı ve başkente memleketin 8 bölgesinden yürünmesini hedefliyor.
Bakın tepkiler ne için:
“1. TMMOB Yasası ve torba yasalara,
1.       Ülkenin imar rantına açılmasına,
2.       İnşaat sektörünün iktidarın rant tekeli olmasına,
3.       Kentsel, kırsal, kültürel, doğal arazilerine imar diye el konulmasına,
4.       İmar borsası girişimine,
5.       Kıyıların yağmalanmasına,
6.       Derelerin kurutulmasına,
7.       Suyun ticarileşmesine,
8.       Meraların yok edilmesine,
9.       Tarım ve yaşam alanlarının enerji bahanesiyle yok edilmesine,
10.   Nükleer santrallara,
11.   Kentsel ranta,
12.   Orman ve tarım arazilerinin ranta açılmasına,
13.   İş cinayetlerine,
14.   Kadın ve çocuk emeğinin sömürüsüne,
15.   Emekçilerin grev ve sözleşme haklarının gasbına,
16.   Eğitim ve kamusal alanın dinselleştirilmesi ve laikliğin yok edilmesine,
17.   Uzmanlık alanlarımızın yok sayılmasına,
18.   Bilim ve tekniğin gereklerinin yadsınmasına,
19.   Mühendislik mimar işlerinin taşeronlaştırılmasına,
20.   Meslek örgütlerinin işlevsizleştirilmesine…”
Mimar ve mühendislerin, meslek dışında herkesin karşılaştığı sorunlarla bu ölçüde ilgilenir hale gelmeleri, “ülkeyi ve halkı koruma”ya soyunmaları, zeytin ağaçlarının tahrip edilmesine karşı köylünün yanında yer alması ve onlarla “kader birliği”ne girmesi bakalım ne türden gelişmelere yol açacak.