12 Eylül 2015 Cumartesi

Bu terörden nasıl kurtuluruz?


Size “terörle mücadele strateji ve taktikleri” konusunda ahkâm kesme niyetim yok. Hem televizyonlarda çokça boy gösteren “terör uzmanlarından" birisi değilim, hem de olaya bir “asayiş” sorunu olarak bakılmasının ülkeye yeterince zaman ve kan kaybettirdiğini düşünüyorum.
Terörle mücadele diye tanımladığımız durumun bir yönetme tarzı olduğunu deşifre edemediğimiz sürece de galiba terörden kurtulamayacağız!  
Sevgili okurum, 7 Haziran’da oluşan meclis yapısı, siyasette yeni bir durum yarattı. Toplumun muhalif kesimleri ilk defa bu ölçüde TBMM’de temsil edilme şansı yakaladı. Demokrasi açısından bir fırsattı, hem de kocaman bir fırsattı. Ama 13 yılın sonunda tek kişinin hakimiyetine dönüşen iktidar, meclisin bu yapısıyla kendisini tehdit altında hissetmeye, TBMM'yi tehlikeli saymaya başladı. Koalisyonla iktidar paylaşılmıyor, meclis çalıştırılmıyor. Milletvekillerine “Siz maaşınızı alın, ama hiç bir şeye karışmayın, ülkeyi biz yönetmeye devam edelim” muamelesi yapılıyor. Oy veren 6 milyon küsur insanın iradesi gözetilmeden, 80 kişilik meclis grubunun meşruiyeti sorgulanıyor.
20 Temmuz’da patlak veren terör olaylarının, tek parti iktidarının devamı ve bir seçim politikası olarak, “kontrollü” şekilde sahneye konulduğu görüşü, bizi bizden iyi bilen batı kamuoyunda yaygın kabul görüyor. Bu yüzden “terör” ile ilgili ezberleri bozmadıkça Türkiye’nin geleceğine umutla bakabileceğimizi sanmıyorum.
Hemen yazayım: Terörün, çatışmanın, şiddetin, kanın vs. kaynağı memlekette demokrasi ve adaletin eksikliğidir! Bunu görmek için batılı bir ülke ile iç savaş halindeki ülkelerin birini karşılaştırmak yeter. Ama bizdeki “terörle mücadele”nin defterinde demokrasi, adalet getirme falan yazmaz…

Kimin güvenliği?

Özgürlük-Güvenlik” diye bir denge kurulmuş ve siyasi iktidarlar, halkın "özgür" olmasının kendi güvenliklerini tehdit edeceğine inanmış… Halkına güvenmemiş. Bu yüzden de her dönem devlet bütçesinin en büyük kalemlerinden birisini güvenlik teşkilatlarına ayırmış. Ekonomide ilk 20 ülke arasına ancak girebilen bir ülke, dünyanın ikinci büyük ordusuna sahip olmuş… 
Orta Karadeniz’de yoksul bir dağ köyünde çocukken, iki şeyden korkardık; ormancı ve jandarma.  Devlet onlardı ve biz de devletten korkardık… Bu korku, işlenen suçtan kaynaklanan bir korku değildi… Seni alıp götürür, istediği kadar döver, söver ve derdini kimseye anlatamazsın… Orada devlet odur… 
Anadolu insanı Osmanlı kadar olmasa bile hep bu korkuyla yönetilegeldi.
Cumhuriyet sonrası “hukuk devleti” şeklen kabul edilmiş. Ancak adalet ve hukuk, bireyin hak ve çıkarları değil, devletin - pratikte de iktidarların-, güç sahiplerini, kişilerin, kraldan çok kralcılık yapan yönenticilerin çıkarlarını korumak üzerine şekillendirilmiş.  
Bu yüzden de vatandaşlar uğradığı büyük haksızlıklar için yıllarca mahkeme kapılarında adalet beklerken, siyasi iktidar, güç sahipleri aleyhine edilen basit bir çift laf bile savcıları anında harekete geçirebiliyor, mahkemeler yıldırım hızıyla karar verebiliyor. 
“Devlet adına” işlenen sular, faili meçhul binlerce cinayet, Sivas, Madımak, Çorum, Kahramanmaraş, Suruç vs. toplu katliam davalarından sonuç çıkmıyor, insanların devlete bağlılığı korku, diz çöktürme ve teslimiyet üzerine oturtuluyor.
Bir gazeteci için Adliye’ye gelen davalarda sonucu kestirmenin en garantili yolu şudur: Davayı zengin ya da devlette etkili olan kazanır!
Yani aslında hukuk, adliye ve kolluk sisteminin, herkesin kanun önünde eşit olduğu bir mekanizmayı ifade etmediğini düşünmek için önümüzde dünya kadar örnek var.  
Tabi yönetenler ile yönetilenler arasında denklem böyle kurulunca, toplumun, kamunun huzuru için “herkes için geçerli” hukuk da başka türlü çalışmaya başlıyor.

Bataklığı kurutma mı, sinek avlama mı…

Adliye ve özellikle güvenlik teşkilatlarının defterinde “suçu, suç nedenlerini ortadan kaldırma” diye bir şey yok!
Halbuki ister bireysel ister toplumsal olsun, bir suç ortaya çıktığında doğru yaklaşım, olayın nedenini araştırıp bir daha olmamasını sağlamaktır. 
Amaç suç fiilini ortadan kaldırmaktır;  vatandaşa sürekli suç işlettirip, habire suçluyu cezalandırmak değil!
Oysa bununla ne polis ve jandarma ne de mahkemeler ilgilenir… 
Muhabir olarak Emniyet ve Adliye’ye gittiğim dönemde bunları çok gördüm ve hatta yetkililerle tartıştığım olmuştur. Halkın suçtan uzak bir ortamda yaşamasını teminden uzak, sürekli vatandaşı (Suç işlendikten sonra) cezalandırmaya odaklanmış bir adalet tarzı…
Hani insanların sağlıklı, hastalıklardan uzak yaşamasını, koruyucu sağlığı hedeflemek yerine, “Sen hasta ol, sonra gel seni ameliyat edeyim” diye bu işten en fazla parayı çıkarmaya odaklanmış sağlık politikaları gibi
Çok gerilere gitmeye gerek yok. PKK 1984’te Eruh ve Şemdinli’de ilk saldırısını yaptığında devleti yönetenler bu niye oldu, olmaması için ne yapılabilir diye kafa yormadı. Siz niye devlete isyan ettiniz, silaha sarıldınız diye kimseye bir şey sorulmadı. "Devlet refleksiyle",  şiddetle karşılık verildi ve bölge malum güvenlik politikalarına teslim edilegeldi.

Cezanın şahsiliği…

Bir başka sapma,  “suç ve cezanın şahsiliği”… Yani “Kimse başkasının işlediği bir suç nedeniyle cezalandırılamaz, mağdur edilemez”, şeklindeki hukukun evrensel kuralı.
Söylemde “üç beş eşkıya” dendi ama pratikte, bu üç beş eşkıyayı bulup yargılamak yerine aile ve mahalle yakınlarından başlayarak dalga dalga o bölgede yaşayan herkes potansiyel suçlu görüldü.  Anası babası, mahallelisi, köylüsü, aynı kentten olanlara... fatura kesildi… 
Bu yüzden de öldürülenlerin yerine daha fazlası dağa çıktı. 
Faili meçhuller, toplu mezarlar, köy yakmalar vs… hikayeyi biliyorsunuz. Hepsi dağa eleman kazadırdı.
Cezanın şahsiliği ilkesinden uzaklaşma, "kolektif cezalandırma" ve “terörle mücadele”nin kendisinin bizzatihi bir terör faaliyeti haline gelmesinin ne anlama geldiği,  “terör bitti” sandığımız 90’ların ikinci yarısından sonra, örgütün müthiş büyümesi, kitleselleşmesiyle gözümüze parmakla sokuldu.    
Bu satırlar yazılırken, 130 bin nüfuslu Cizre binlerce asker polis ve zırhlı araçla, tankla kuşatmaya alınmıştı. Bir haftadır, 12 Eylül’de bile olmayan, 7/24 sokağa çıkma yasağı uygulanıyordu. Elektrik, su, iletişim kısıtlı. İnsanlar evlerine hapsedilmiş, fırınlar kapalı, eczaneler kapalı. 
Evler, işyerleri kurşunlanıyor, bombalanıyor, kör kurşunlar kadın, çocuk, yaşlıları öldürüyor, yaralıyor, cenazeni bile defnedemiyorsun.  Camiye gitmek yasak, insanlar evde namaz kılarken vurulabiliyor. Hayat durmuş. Hükümetin iki bakanı dahil, 40 milletvekilinin sokulmadığı bir ilçe.
Amaç ne? "Sokaklarda açılan barikatları temizlemek, can ve mal güvenliğini sağlamak…"
İyi de bunu gidip seçilmiş belediye başkanı, vekiller ve valilikle halledemez misiniz? “Ne diye kazdınız sokakları” diye sorup bir hal yolunu deneyemez misiniz? Göreviniz orada yaşayan vatandaşa sahip çıkmak, bir sıkıntısı varsa gerekeni yapmak değil mi?
Tabi niyet önemli…
Özel Harekât görevlilerinin, insanları ters kelepçeleyip yere yatırarak “Size Türkün gücünü göstereceğiz” diye nara atması, zırhlı araçlardan “Hepiniz şu sunuz…” diye sokaklarda anonslar yapıp halkı provoke etme çabaları…
Demirtaş’ın, “Biz gençleri HDP’ye çağırıyoruz, devlet dağa, PKK’ya yöneltiyor. Özel Harekatçıların 9 gündür Cizre’de yaptıkları propagandayı (PKK lehinde propaganda demek istiyor) inanın Cizre’de PKK 30 yıldır yapamamıştır” sözleri bence her şeyi özetliyor.
Ne gam… İktidar eski usullere devamda ısrarlı.
Başbakanımız, AB ve dünya kamuoyunda merak edilen böyle bir olayda kendisi gitmese bile özenle izleyip Cizre halkına güven verici açıklamalar yapma yerine, bölgede “hepiniz teröristsiniz” diye yorumlanan “Cizre’de tek bir sivil kayıp yok” açıklamasını yapmayı tercih etti.
İktidarın şunu görmesi hem kendileri hem de ülkenin yararına olur: Artık güvenlik kuvveti gücüne güvenerek, gerginlik ve çatışma ortamıyla ülkeyi yönetmenin sınırına gelinmiş durumda. 
Şehitleriniz ayrışmışsa, aynı ülkede insanların bir bölümü öldürülen askere, polise; bir başka bölümü de asker, polisin öldürdüğü kişilere “şehit” muamelesi yapıyorsa;  ölümler kutsanıp halk “şehitler ölmez” diye aslında birbirine karşı bilenmeye başlamışsa… Film çoktan kopmuştur.  
Bilmem ne bereliler, özel birlikler, bilmem ne zırhlısı, toması, akrebi, tankı topu; şu kadar öldürdük, temizledik edebiyatı sadece felaketin boyutlarını artırmaya yarar…
Fiili” iktidar bu feraseti gösteremezse iş Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni, her kesimden halkımıza  düşüyor…
Gün, halk arasında dayanışma, yıllar içinde yaratılan önyargıları tek tek yıkma, birbirine sahip çıkma, el ele verme zamanıdır. 
Milliyetçilik de budur, devrimcilik de budur, cumhuriyete sahip çıkmak da budur, istikrar da buradadır, vatan ve bayrak sevgisi de budur...
Demokrasiyi, adaleti, iç barışı kendi ellerimizle kurup, tek tek her vatandaşın kendini özgür ve mutlu hissettiği, bir arada yaşamaktan keyif duyduğu, sahip çıktığı bir Türkiye’yi yaratmak umuduyla…

...






6 Eylül 2015 Pazar

İhracat alarm veriyor...





İhracat alarm veriyor!


Son aylarda memlekette güzel bir şey olsun da yazayım diye bekleyip duruyorum… Ama ben bekledikçe her şey tepetaklak gidiyor. Türkiye’nin bir yanı, her geçen gün biraz daha yangın yerine dönüyor. Dolar her yeni güne yeni rekorla başlıyor. İşe siyasi belirsizlik de eklenince özellikle ekonomide, işin varacağı yeri tahmin etmek bile zorlaşıyor. Örneğin ekonominin yumuşak karnı ihracat düştükçe düşüyor.
Sevgili okurum, ta 12 Eylül darbesinin asıl gerekçelerinden saydığım ünlü 24 Ocak Kararları’ndan itibaren, Türkiye ekonomisinde “ihracat”a özel bir misyon biçildi… Öyle ki memleketi kalkındıracak yegâne şeyin ihracat olacağı muştulandı. Hatırlarım, rahmetli Özal yıllarında ihracat haberlerini seferberlik, cephede zafer kazanma haberi gibi sunardık! Çalıştığımız gazeteler en küçük ihracat haberlerini bile manşet yapabiliyordu. Hiç unutmam, Ankara Atpazarı’nda Çorumluların Almanya’ya bir kamyon mercimek satmasını bile heyecanla haber yapmıştık!
Evet sahnenin önünde hep ihracat vardı; ihracat yapanlar Akıncı Beyi gibi madalyalarla ödüllendirilir, en küçük ihracat artışı gururla açıklanırdı. Hatta ekonomimiz “ihracata dönük ekonomi” olarak tanımlanırdı; ama sahnenin arkasında asıl numara ithalattı…  
Bu yazıyı yazarken, cumhuriyet dönemi boyunca dış ticaret dengemizdeki gelişmelere baktım da... Çok ilginç. Türkiye ihracat-ithalat dengesini sadece, Atatürk’ün “devletçi” politikalarının etkili olduğu 1930’lu yıllarda sağlayabilmiş… Devlet denk bütçe ve dengeli  dış ticareti sadece 1929-47 arasında görmüş. Hatta dış ticaret fazlası verilmiş her yıl…
Fakat savaş sonrası ABD’nin kuyruğuna takıldığımızdan itibaren dış ticaret açığı kronik hale gelmiş.  Öyle bir çark kurulmuş ki, bugün bu açıkların kapatması için memleketin batması lazım!
Şaka değil!
Zira, yuvarlak rakamlarla Türkiye’nin ihracatı 150 milyar dolarsa ithalatı 250 milyar dolardır. 
Bakınız, ithalat deyince insanlar lüks otomobiller, cep telefonları, makyaj malzemeleri, yabancı marka elbiseleri düşünüyor ve cari açıkların azalması için “yerli araba alalım, yerli sigara içelim” gibi komik formüller üretebiliyor!
Oysa, gazın ayağı hiç öyle değil.
Bugün evinize tek bir ithal mal almasanız bile bununla cari açığı kapatmanız mümkün değil. Çünkü tüketicinin satın aldığı bütün ithal malların toplam ithalat içindeki payı sadece yüzde 10 civarında! İthalatın yüzde 70’den fazlası sanayiden tarıma her alanda kullanılan hammadde ve ara mallar, kalanı da makine teçhizat, petrol, doğalgaz vs.
Memlekette fabrikalar yerli bir şey kullanmaktan tamamen uzaklaşmış, hepsi cayır cayır ithal malla çalışıyor! İthalatın kesilmesi demek bu fabrikaların durması demek! 
Çark böyle kurulmuş.
Bu yüzden bizde dış ticaret açıkları sadece kriz dönemlerinde biraz azalıyor! 
Yani cari açığın azalması demek, bu yapıda,  eyvah kriz geliyor demek!
Yüksek cari açıklar, patlamaya hazır bomba gibi yanı başımızda bekliyor ve yaklaşık 10’ar yıllık aralarla memleketi krize sokuyor. “Cari Açık Ekonomisi” olarak tanımladığım sistemin kriz mekaniği işte bu…
Dolar 3 TL olunca, ihracat patlar” diyenler!
Hayal görüyorsunuz…
Bunun olması için yurtdışına satacağınız malın tamamen yerli girdili olması lazım. Örneğin armut, şeftali, zeytin veya mermer, maden ürünü vs. ihraç ediyorsanız tamam, dolar yükselince köşe olursunuz... Çünkü ucuz para (TL) ile üretmiş, pahalı para (döviz) ile satmışsınızdır. Yabancı rakiplerinizle fiyat rekabeti de yapar, ortalığı hallaç pamuğu gibi atabilirsiniz!
Ama maalesef ihraç edilen malların çok büyük bölümü dövizle satın alınan hammadde ve aramalarla, makine ve teçhizatla, ithal enerjiyle, gazla üretiliyor. Sadece gariban işçiye verdiğiniz düşük ücret de sizi kurtarmaz. Bu yüzden dolar artınca bayram falan edemezsiniz.  
Ve yıllık 40-50 milyar doların altına düşmeyen cari açıklara rağmen de bu ihracat politikası maalesef sürdürülemiyor.
Bunu görmek için aşağıdaki tabloya bakmak yeterli.
Tabloda görüldüğü gibi, 2000-2008 döneminde ihracat istikrarlı olarak artıyor. 2008 sonunda patlak veren küresel krizin de etkisiyle patinaja giriliyor ve son 7-8 yıldır,  130-155 milyar dolar bandı arasına sıkışıp kalmışız. 
2014’de 157,5 milyar dolar olan ihracatın bu yıl 140 milyar dolara düşebileceği tahmin ediliyor.
Ağustos ayında ihracat 2014 Ağustosuna göre yüzde 5 azalarak 10,4 milyar dolara gerilemiş. Ama Ocak-Ağustos dönemine baktığınızda düşüş yaklaşık yüzde 9’a ulaşmış. Yılın ilk 8 aylık ihracatı 104,4 milyar dolardan 95,1 milyar dolara düşmüş. Düşüş sanayi mamullerinde ortalama yüzde 12 olurken, örneğin madencilikte yüzde 14,6, çelikte yüzde 23, savunma sanayi ve havacılıkta yüzde 8, otomotivde yüzde 9,8, elektrik elektronikte yüzde 14.


Peki ihracat nereye gidiyor?
Efendim, grafiğe bakınca ilk görülen şey şu: 2023 için açıklanan 500 milyar dolar ihracat tamamen hayal!
Yani AKP hükümetinin yeni Türkiye vizyonu ile açıkladığı 2023'de ihracatı 500 milyar dolara çıkarma hedefi, çöktü...Geçmiş olsun!
7 senedir patinajdan çıkamayan ihracat, 8 sene sonra nasıl dörde katlanacak ki!  
8 Haziran’da yaşanan sandık iradesini boşa çıkarma gayreti, 2 Kasım’da da nükseder ve kaostan çıkılıp “yapısal reformlar” gündeme gelmezse, yeni bir ivme yakalama şansı görünmüyor. 
Ancak siyasi iktidar bunları görecek durumda değil.
Üstelik ateşle oynuyor.
Örneğin Suriye, Irak ve İran ile yeni gerginliklere yelken açılıyor.
Dikkatinizi çekerim, Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı 3 ülke sırasıyla Almanya, İngiltere ve Irak…
Irak, özellikle de Kuzey Irak sadece ihracat değil, ciddi inşaat ve petrol işleriyle de büyük bir partner. Esad’a kızıp Suriye pazarından olan Türkiye, Kürtlere operasyon yapacağım diye Irak pazarını da riske atıyor gibi…
Unutmadan... İhracat pazarı listesinde 9. sırada İran, 12. sırada Mısır var!
Yani ihracat tarafı resmen SOS veriyor!