11 Temmuz 2019 Perşembe

‘Köyümüze Rotary gelmiş!’




Uluslararası iş ve meslek insanları kulübü Rotary’nin “Köyümüze Rotary Geldi” sloganı ile kırsal kesimin kalkınmasına dönük faaliyet gösterdiğini öğrenmek, bu hafta beni en çok keyiflendiren etkinlik oldu. Rotary, Bursa’da başta Aksu, Çukurca, Kıranışıklar, Yolçatı, Karakoca  ve Yeni Sölöz olmak üzere köylerde kırsal kalkınma, sürdürülebilir tarım, gübreleme, ilaçlama gibi eğitimler vermiş, okulların ihtiyaçlarını karşılamış.
Ama en çok sevindiğim şey de Aksu’da kadınların kurduğu bir derneğe maddi manevi destek vermesi, kadınların köyde üretken olmasına destek olması…


Rotary, bilindiği gibi uluslararası bir kulüp. Genellikle işadamları, bazı mesleklerin önce gelen mensuplarının katıldığı bir sivil toplum kuruluşu.  Üyeleri “tuzu kuru” insanlar. Zaten kulübün felsefesi, “Bu toplumdan aldığımızın bir kısmını topluma vermek” gibi özetleniyor. 
Bursa’da 1963’de kurulmuş. Halen Rotary çatısı altında Bursa’da 16 Rotary kulübü, 8 Rotaract ve 5 İnteract kulübü, toplamda 550 üyesi var.
Rotary teşkilatlanmansında Bursa, Balıkesir ve Çanakale’nin de içinde bulunduğu  2440 Bölge”ye bağlı. Göreve yeni başlayan 2240. Bölge Guvernörü Fatih Akçiçek Nilüfer’deki RUMELİSİAD Evi’nde Bursa’daki rotary kulüplerinin temsilcileri ile yaptığı toplantıda, kulübün faaliyetlerini anlattı.
Kabul edelim ki, Rotary maddi açıdan hiç hafife alınacak işler yapmıyor. Örneğin bizim mahalledeki Rotary İlköğretim Okulu bölgenin gözde okullarından ve hatırlıyorum, burayı Rotay kulüpleri yapıp devlete teslim etmişti. Rotary kulüplerinin yöneticileriyle röportajlar yapmış birisi olarak, “Şükür, maddi sorunum yok, param da var, niye ihtiyacı olanlara destek olmayayım” diyen kayda değer sayıda insan olduğunun farkındayım. Toplantıya katılanlar arasında hayli tanıdık işadamı görüyorum.
Bursa Yıldırım Beyazıt Rotary Kulübü Başkanı Metin Toy ve kulüp yöneticilerinin yanı sıra Aksu Köyü Kadınları Dayanışma Derneği Başkan Yardımcısı Gülşah Çelen ile bazı muhtar ve dernek temsilcilerinin söz aldığı toplantıda,  örneğin bir muhtarın “Biz Rotary’den gördüğümüz desteği belediyelerden göremedik” demesi çarpıcıydı.
Zira Aksu’da kadınların kurduğu dernek bünyesinde imalathane ve satışlar, “Kayvaltı Evi” ile köyde çok sayıda kadının üretime katılması da çok değerliydi.
Rotary bünyesinde geliştirilen ve “Bir kez dokun” adı verilen teknik bir cihazla özellikle kadınlarda meme kanseri için 35 bin kadına tarama yapılması da basit bir iş olmamalı.
Bölge Guvernörü Akçiçek, konuşmasında özellikle,ürkiye’deki projeler için uluslararası desteği daha da artırmayı hedeflediklerine dikkat çekti.
Yeni yönetimin maddi desteği artırması ve faaliyet alanına kırsal kalkınmanın da girmesi gelecek açısından umut verici.

İnsanların köylerini, topraklarını, yaylaları, ovaları terk ettiği bir dönemde buraları yaşanacak yerler haline dönüştürmeyi hedefleyen en küçük katkıya, her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın olduğunu söylemeye gerek bile yok…





9 Temmuz 2019 Salı

Balaban-Balıklı Kanyon-Kanlıgöl…



Doğa gezilerimizde dün (07 Temmuz 2019 Pazar) Yıldırım ilçesinde Erikli’nin hemen yukarısındaki Balaban’dan yukarı Balıklı Kanyonuna çıktık. Kanyon boyunca irili ufaklı şelalelerin keyfini çıkararak Kanlıgöl’e ulaştık. Buraya neden “Kanlıgöl” dendiğini bilmiyorum, ama kanyonda yürürken, sıcakta oluşan terle daldığım Kanlıgöl suyu, tahminlerimin çok ötesinde soğuktu ve bir an sanki şoka girip kalbim duracak sandım!
Temmuz sıcağı ile boğuştuğumuz Bursa’da, hemen birkaç kilometre  uzaklıkta yaşadığımız bu serinlik, aslında bu kentin doğasının hiç de sandığımız kadar merhametsiz olmadığını kanıtlıyor.  Dağlarımız, ovalarımız, dereler, kanyonlar, ormanlar…
Her birisi, günlük yaşamımızı zenginleştirmede, burnumuzun dibindeki saklı hazineler gibi duruyor.

Koza Dağcılık rehberliğinde bu hafta doğa yürüyüşüne katılan dostlarımız iki gruba ayrıldı. Gruplardan birisi minibüsleriyle Uludağ Bakacak’a gitti. Onlar Bakacak’tan Erikli Yayla’ya, oradan Kanlıgöl tarafına  geldi ve Kanlıgöl’ün yaklaşık iki kilometre üzerinde bir başka şelale başında bize katıldılar.
Benim de katıldığım grup ise minibüslerle Balaban Mahallesi’nin üst kotlarına vardık. Ve araçlardan inerek, asfalt yolun hemen kenarından oldukça meyilli bir yerde ormana girdik.
Doğa yürüyüşlerine katılanların sürekli artıyor olması, yeni yeni insanları aramızda görmek keyif verici. Bu arada tabi yaz tatilleri, sıcaklar, deniz kenarlarının çekiciliği vs. de katılmaları etkiliyor.
Balaban mahallesinden başlayıp; kısa bir yürüyüş sonrası Balıklı Kanyonu’na girdik. Kanyon burada içi kocaman kayalarla dolu bir dere…
Dere aşağı kotlarda susuz..
Yukarı çıktıkça derede su görmeye başlıyoruz. 

Yukarı çıktıkça derenin suları çoğalıyor ve biz Balıklı Kanyonda ilerledikçe bir sürü irili ufaklı “şelale” görmeye başlıyoruz.
Bazen kanyonun kenarındaki patikalardan, bazen kanyonun içinden, kayalara basa basa, bazen ayakkabıyı suya sokarak çapıl cupul ilerliyoruz.
Rota oldukça yokuş ve kanyonun içindeki kayalarda herhangi bir sakatlık olmasın diye oldukça rahat, güvenli ilerliyoruz. Bugünkü rotamız toplam 10 kilometre gibi, mesafe olarak, ama siz kilometreye bakmayın...


SU DAĞITIM MERKEZİ!

Bazen üç metrelik bir kaya engelini aşmak, tırmanmak için dakikalarca beklemeniz, uğraşmanız gerekiyor.
Kanyonda su miktarının arttığı noktada kendimizi bir an “su dağıtım merkezi” gibi bir yerde bulduk… 
Burada deredeki su için sağlı sollu iki su kanalı yapılmış.
Beton su kanallarının birisi Balaban, Fikyekızık tarafına gidiyor, diğeri Hamamlıkızık tarafına..

Anlaşılan bu kanallar yıllar önce arazi sulamak için yapılmış. Ancak şimdi bu su kanallarının içinde kalın su boruları  dikkat çekiyor. Bunlar içmesuyu taşıyor olmalı. Ara sıra su kaynaklarına bağlanmış “loger” gibi noktalar görüyoruz.

BALIKLI KAYNONU KURUMUŞ

Sadece derede akan su değil, içilecek bütün kaynak suları dereden, kaynaklardan boruya alınıp aşağıya indiriliyor.
Buraya “Balıklı Kanyonu” denildiğine göre buralarda bir zamanlar balık tutuluyor olmalı. 
Ancak artık bunlar tarih olmuş. Zira derenin ciddi bir bölümünde hiç su yok. 
Resmen kupkuru.
Suyun olduğu yerlerde de hemen sular borulara alınmış.
Biz yukarıya doğru yürüdükçe, deredeki sular çoğalıyor, şelaleler de daha bir coşuyor.
Sarp yerleri aşarken terliyoruz.

Biz ağaçların gölgesinde yürüyoruz genellikle. Fakat yine de hava sıcak. 
Rehberimiz molaları akarsu manzarasının güzel olduğu yerlerde veriyor.
Sırtımdaki tişört terleyince ilk düşündüğüm şey, molada hemen şelalenin dibindeki su birikintisine atlamak!

KANLIGÖL…

Kanlıgöl adını duymuştum, ama kafamda bir şey canlandıramamıştım. 
Zira “göl” dediklerine göre bu sarp kayaların arasında nasıl birşey olacak, tasavvur edememiştim.
Şimdi Kanlıgöl denen şey karşımda…
Burası bildiğin şelale…
Su tertemiz görünüyor.
Sıcaktan,  terden hemen kurtulmak istiyorum…
O da ne!

Daha  ikinci adımda birden su beni yutuyor, zorunlu olarak yüzmeye başlıyorum... 
Ama o kadar  soğuk ki, bir anda nefes alamadığımı hissettim.
Can havliyle kenara doğru ilerleyip sudan çıkmaya çalıştım.
Bir anda şoka girip kalbim duracak sandım, yani o derece soğuk…
Tabi bunda, benim hiç alıştırmadan, sıcak, terli halimle öylece buz gibi suya dalmanın da etkisi oldu. 
Yaptığım yanlıştı. Ama olan olmuştu ve resmen yıldım.. 
Titremeye başladım.

Fakat müthiş serinlik, yürüyüşün bundan sonraki bölümü için ilaç gibi geldi.
Kanlıgöl’de öğle molası verdik, yemek yedik. 
Yemek molasından sonra bir grup iki kilometre yukarıdaki “Depolu çeşme” dedikleri yere yakın bir başka şelaleye doğru tırmandık.
Buraya vardığımızda, diğer grup da bir süre sonra, yukarıdan aşağı bize katıldı.
Diğer grupla birleştikten sonra biz geldiğimiz yere doğru geri döndük ve Kanlıgöl’e indik.
Diğer grup, minibüslerle Bakacak’a ulaştıktan sonra orada güzel Bursa fotoğrafları çekmiş. 
Malum, Bakacak, Bursalıların dağa bakınca, belki her gün gördükleri ve bildikleri kayalık bölge.
Dönüşte, Balıklıgöl Kanyonundaki “su dağıtım merkezi” diye tarif ettiğim yere inince rotayı sulama kanalına kırdık ve Balaban’a su götüren kanalları takip ederek Balaban sırtlarına indik.  Sonra da yürüyüş Balaban’da sona erdi.

Buradan minibüslerimize binerek, Erikli’deki bir “Cafe”de çay ve karpuz ile biraz dinlendik, sonra da evin yolunu tuttuk.

VATAN SEVGİSİ NASIL BİR ŞEY?

İnsan düşünmeden edemiyor…
Sözünü ettiğimiz yer, Bursa’da, Uludağ’ın eteğinde, yani hemen burnumuzun dibinde cennet gibi yerler.
Ama bu doğal zenginliklerimizi değerlendirmede müthiş yanlışlarımız var.
Örneğin, Uludağ deyince tepesine lüks turistik otel yaptığımız, bütün derelerini, kaynak sularını şişeleyip sattığımız, insanların rastgele piknik yaptıkları, sağı solu yiyecek içecek atıklarıyla kirlettikleri bir yer görüyoruz.
Hadi su ve turizm tarafını bir kenara bırakalım…

Balıklı Kanyonu için yürüyüş rotaları belirlenip, rotalar daha rahat, yaygın yürüyüşler için düzenlenemez mi?
Çok mu masraflıdır patika açmak, bir uçurumdan geçmek için sal yapmak vs.
Bakınız…
Şu anda oralarda taşlara sarılarak, kayarak, ağaçlardan, dallardan  tutunarak yürüyen kuşak olarak, bir ya da iki kuşak öncesi köylü olan insanlarız…
Yeni kuşaklar şehirde doğup büyüyor.  Onların ne kanyonda, ormanda yürüme alışkanlığı, ne de ilgisi, merakı, sevgisi var…

Gençlerin çoğu ne ağaçları tanıyor, ne çiçekleri, ne otları!
AVM köşeleri, apartmanlar, caddeler, sanal dünya…
Bildiğin doğaya yabancı kuşaklar geliyor…
Bu çok tuhaf bir durum…
Medyada bangır bangır vatan millet edebiyatı, savaş varmış gibi her gün şehit cenazeleri, vatan kurtarmalar,  gırtlağına kadar siyaset…
Oysa ülkesini, doğasını yani vatanını tanımayan insan onun neyini sevecek?
Doğayı, toprağı, dağı, ovayı sevmek, vatanı sevmektir…
Vatan dediğin başka nedir ki?
Velhasıl…
Örneğin belediyeler, yerel yönetimler, Bursa’nın çevresinde onlarca, belki yüzlerce yürüyüş rotası düzenleyerek, rotalarda yürümeyi  biraz daha kolaylaştırarak…Kaybolmayı önlemek için işaretler koyarak…

Ağaçları, çeşit çeşit çiçekleri, otları, bitkileri, hayvanları tanıtan görsel, tanıtıcı tabelalar koyarak…
Meraklılara ücretsiz kamp alanları düzenleyerek…
Hem yeni kuşaklara doğayı sevdirmeye çalışsalar, hem orta ve yaşlı kuşak için kentin stresinden bir kaçış kanalı açsalar…

Bu cennet vatanı daha bir severek yaşasak…
Davet bizden.

Yürümeye, doğayı, kanyonları, dağları, köyleri velhasıl memleketi tanımaya devam..





2 Temmuz 2019 Salı


Çobandede ve  Çataldağ zirvesi, Suuçtu şelalesi…



 ‘Seyir Terası’ndan  Susurluk, Kepsut, Mustafakemalpaşa manzarası…
Gürgen ormanında kamp ateşi…


Dostlar, doğa yürüyüşüne bu sefer ilk defa kamp ekledim! 30 Haziran 2019 Pazar günü Mustafakemalpaşa Suuçtu civarından başlayan yürüyüş öncesinde, bölgeye Cumartesi günü ulaştık ve geceyi gürgen ağaçlarının dibinde kurduğumuz kampta geçirdik.
Pazar sabahı Bursa’dan gelen yol arkadaşlarımıza katılarak bölgenin en yüksek tepeleri olan Çobandede ve Çataldağ zirvelerine çıktık. Dev “rüzgargülü”nün bulunduğu tepelerden hem Bursa’nın Mustafakemalpaşa hem de Balıkesir’in Kepsut ve Susurluk köylerine bakan manzaraları seyrettik.  Yaklaşık 20 kilometre yol teptikten sonra ayakkabılarla Suuçtu Şelalesi’ne dalmak bütün yorgunluğumu unutturdu…  
Yürüyüş öncesinde gidip bölgede kamp yapma, geceyi çadırda geçirme fikrine iyi ki ikna olmuşum!

İlk kez doğada kamp yapma gibi bir deneyim yaşadım, doğrusu umduğumdan da güzel geçti…
Cumartesi günü Koza Dağcılık organizasyonunda 10 küsur doğaseveri taşıyan minibüsümüz Mustafakemalpaşa’nın Muradiyesarnıç köyü sınırlarında  ünlü Suuçtu Şelalesi civarındaki alabalık tesisine vardı.  Burada rakım 750 metre. Her taraf gürgen (kayın) ormanı.  Dere gürül gürül akıyor, derenin suyu ile alabalık  tesisi işletiliyor. Bu tesisi geçtiğimiz sonbaharda görmüştük, tamamen terk edilmiş gibiydi. Meğer işletmeci, “Güzün havalar soğuyunca kapatıyor”muş, öyle söyledi.  

Alabalık tesisi çok mütevazı bir yer. Derenin suyuna jeneratör kurulmuş, ihtiyacı kadar elektrik üretiyor. Jeneratörden çıkan suyun bağlandığı havuzların bir kısmında balık var, gelen müşterilere balık pişiriliyor,  masa sandalye düzeninde hizmet veriliyor.
İçme suyundan,  tuvaletinden yararlanırız, çadırları hemen yakın bir yere kuralım fikri, “Yasssak kardeşim!” ile karşılaşınca, yaklaşık 500 metre ileri gidip kampımızı oraya kurduk.
Ormanın içindeki bu alabalık/restoran işi ne kadar yasaldır, tapulu mülk
müdür, ne hakla  kimse kimseye ormanda müdahale etme, “yasssak” koyma hakkı bulur anlamış değilim. 
Ama sorun değil, biraz yukarıda kamp kurduğumuz yerde daha çok odun bulma şansımız oldu.  İnsaf buyurdular, işletmenin yanındaki doğal kaynak suyundan su içmemize izin verdiler
!


ORMANDA KAMP ATEŞİ SOHBETLERİ…  

Doğa yürüyüşlerine başladığımda, her pazar Bursa’da yüzlerce insanın farklı grup ve rotalarla dağlara çıkıp sabahtan akşama yürümesine şaşırmıştım. Zira bu iş öyle mahalledeki yürüyüş parkında tur atma, ter atma gibi bir şey değildi.
Fark ettim ki, önümde duran şey;  yiyeceğini, içeceğini sırtlanıp işten, evden, patrondan, müdürden, trafikten, sokaktan, kirli havadan, çarşı pazardan, AVM’lerden, sosyal medya muhaberelerinden.. velhasıl her birisi başlı başına bir stres kaynağı, ömür törpüsü haline gelmiş günlük rutinden uzaklaşma fırsatıymış!
Galiba, ormanda, derede, çayda, göl kenarında kamp kurmak da böyle bir şey…  

Ama farkları da var.  Kamp işi arkadaşlık, dostluk, karşılıklı sevgi, saygı, paylaşım açısından günlük yürüyüşlerden çok daha ileri bir etkinlik gibi geldi bana. Yürürken siz sadece adımlarınızı, önünüzdeki taşı, ağacı, geçeceğiniz dereyi, nasıl atlayacağınızı, ineceğinizi düşünüyorsunuz.  Ender de olsa bir kayadan inerken, dereden, taştan geçerken bir arkadaşın el vermesine ihtiyaç duyuyorsunuz. Yiyecek içecekleri paylaşmadan da devam edebiliyorsunuz.
Ancak  bu akşam tam bir dayanışma var. Kimimiz odun topladık, kimimiz ateş yaktık, kimimiz köfte ve salataları hazırladık.  Hem malzemeleri ortak aldık, hem ortak pişirdik, sonra da gazelin üstüne serdiğimiz bir bez hepimize sofra oluverdi.
Orman geceleyin zifiri karanlık…
Ağaçların yapraklarından gökyüzünü de göremiyorsunuz.

İşte önünde gürgen odunu kıpkırmızı közüyle, koruyla, külüyle yanıyor… Katı halden ısıya, ateşe, sıcaklık dalgasına, küle, dumana dönüşüyor.
Çıtır çıtır duyuyorsun, alevlerin galip geldiği bu meydan savaşının sesini…
İçimizde 20’li yaşlarda genç de vardı, benim gibi 60’a merdiven dayayan da…
Yeni evlenecek olan da, torun sahibi olan da…
Kadın, erkek, evli, bekâr…
Şu önümüzdeki kamp ateşinin etrafındaki insanları görünce, her gün bir yolla kafamıza şırınga edilen
“İnsanoğlu çiğ süt emmiştir” türü “gerçekçi analiz”lerin (!) tamamen saçma sapan, “öğretilmiş çaresizlik” olduğunu görüyorsunuz.
Kötü”nün, kötülüğün insanlar değil, birileri başkalarının hakkını gasp etsin diye yaratılan/kurgulanan ortamdan, ilişkilerden, koşullardan vs. kaynaklandığını düşünüyorum.
Zira karşındaki insanlar, çalışmaktan, işten, fiziki zorluklardan değil, ilişkilerden yorulup usanmış… Aradığı da koltuğa uzanıp bedeni dinlendirme değil, doğada beynini, ruhunu dinlendirme gibi…

Hoşça sohbet, herkesin değişik konulara ilişkin tecrübelerini, yaşadıklarını anlatması…
İnsanlar ve kuşaklar arasında yaşama, deneyimlere değin paylaşımlar…
Mevki, konum,  rütbe, para, kimlik vs… bizi “öteki” yapmak için aramıza konulan kılıçların ötesinde bir ortam arayışı…
Ateşin başında genelde cep telefonları ve küçük hoparlörden müzik dinledik.  Bazen de müziğe eşlik ettik.
Yürüyüş kanımıza girmiş ya…. Bir ara, kalkıp 5 kilometre “gece yürüyüşü” de yaptık.

Yolumuzu tepe lambaları ve el fenerleri ile aydınlatarak…
Bundan sonraki kamplarda beraber dinlemek yerine, beraber şarkı türkü söylemeye, daha çok kişisel öykü anlatmaya başlarız diye düşünüyorum…
Gruptan insanlar hep birbirine “hocam” diyor ya…
Sahiden de birbirimizden öğreneceğimiz ne çok şey var! 


SABAH SPORU VE YÜRÜYÜŞ…

Gece geç saatlere kadar süren kamp ateşi sohbetinden sonra çadırda, deredeki suyun ve rüzgarla sallanan yaprakların sesiyle, uykuya öyle bir dalmışım ki, gece çakalların ulumasını bile duymadım.
Çadırda ince bir matın (sıkı sünger gibi plastik bir hasır) üzerinde, eşofman ve üzerime attığım bir polar ile uyudum. Hani çok da üşüdüm sayılmaz, ama konforlu olmadı. Gelecek sefere sıcak bir uyku tulumu şart oldu.

Temiz havada, 4-5 saatlik uyku yetti galiba, erkenden uyandık.
Yine akşamki gibi hep beraber kocaman bir yer sofrası hazırladık elbirliği ile.  Tabi kadın arkadaşlarımız bizden daha başarılıydı… Çantalarımızdaki yiyecekleri çıkardık ve güzel bir kahvaltı yaptık.
Ateş sabaha kadar hiç sönmedi. Kalktığımda, kamp ateşinin başında közün üstünde demlenmiş çay hazırdı!
Kahvaltı, çadırları kaldırmadan sonra, ateşi söndürüp çevreyi temizledik. Sırt çantalarımızı yüklenip yürüyüş için Bursa’dan gelecek dostları beklemeye başladık.

Pazar sabahı, saat 10’a doğru Bursa’dan gelen 50 civarında doğasever ile önce kültür fizik ve ısınma hareketleri, ardından yürüyüş başladı.
Alabalık tesislerinden itibaren, orman yolu ve ormaniçi patikalardan tırmanmaya başladık. Gürgen ormanlarında önce 1110 metre rakımlı Pilavlık (Peri Bacaları) denen yerin altından geçip, 1310 metre rakımlı Çobandede tepesi, ardından 1250 metre rakımlı Çataldağ zirvesine çıktık.
Çok güzel kayın ormanında yürüyorsunuz.
Rotanın büyük bölümünün traktör yolu değil de ormaniçi patikalarda geçmesi yürüyüşü daha bir zevkli hale getiriyor.
Biz adı geçen Peri Bacaları’na çıkmadık. Ancak, bölgede rastladığımız kayalardan, bu peri bacalarının nasıl bir şey olduğunu çıkarabildim
Bölgeye has ilginç kayalar var. Bölgede sadece tepelerde değil, orman içinde de benzer kayalara rastladık.  “Peri bacası”nı andıran, üstüste konulmuş imajı veren sıra dışı dev kayalar… Bu kayaları görünce, Uludağ Sarıalan’daki kayaları hatırladım.  Coğrafyacıların
açıklaması nedir bilmiyorum ama sıra dışı bir durum. Çocukluğumun geçtiği Tokat Dumanlı Yaylası’nda da benzer bir kaya vardı ve yaylada kadınlar her sene evlerinden malzeme götürür, bu kayada pilav pişirir, hep beraber yerdik. Dua okunur,  dilekte bulunulurdu. Kim bilir, belki burada da benzer bir gelenek vardır ve buralara “pilavlık” denmesinin nedeni de budur…

 ÇATALDAĞ,  ÇOBANDEDE…


Çataldağ ve Çobandede bölgenin en yüksek noktaları.
Biraz aşağıda, bir pınarın başında mola veriyoruz. Bazı arkadaşlar orada dinlenmeye devam ederken, dik yokuşu tırmanmayı göze alan bir grup doğru Çataldağ’a çıkıyoruz.
Çataldağ bölgedeki yemyeşil orman örtüsüne karşılık, çıplak taş, sarp kaya görünümünde.

Çok büyük ve yapısını anlamadığım taş kütleleri var.
Burada fotoğraflar çekip hemen üzerinde rüzgar enerjisi santralının (RES) pervanelerini gördüğümüz Çobandede’ye yürüyoruz. Çok uzak değil.  
Çobandede’nin sırtında rüzgârgülleri sıralanmış. Pervanelerin dönmesi ile çıkan seslerin arasında sırta  doğru yürüyoruz. İleride çevreye en hakim noktada Seyir Terası var.
Hava güllükgüneşlik.

Önümüzde müthiş bir manzara var…
Düşünün tepenin bir yanında Bursa Mustafakemalpaşa’ya bağlı Muradiyesarnıç, Karapınar ve Bostandere köyleri… Bir yanında Balıkesir’in Kepsut ilçesine bağlı Serçeören, Alagüney, önünüzde Susurluk’a bağlı Yaylaçayır köyleri…
Yemyeşil orman, bir sulama göleti, aşağıda, uzakta hasat zamanı arazilerin göründüğü tarım alanları…


RES’LER ELEKTRİK ÜRETİYOR…

Tepemizde dönen pervaneler elektrik üretiyor.  Hangi şirkete ait olduğunu öğrenemiyorum, “Vestel” diyenler olduğuna göre Zorlu Enerji’nindir diye tahmin yürütüyorum.
Zirvede birkaç sığır var. Sahiplerine soruyoruz, “Kepsutluyum” diyor.
Tesettürlü  bir  genç kız, yüksek bir kayanın üzerine çıkmış, yüzünü zirveden aşağılara dönmüş, ellerini mavi göğe kaldırmış, bütün bağlarından kurtulup özgürlüğe uçmak istiyor gibi…
Tabi buraya çıkan, bilen sadece biz değiliz.  Seyir terasındaki bir tanıtım levhasına göre, Balıkesirliler de buraya “Misya yürüyüş Yolları Projesi” diye bir rota çizmiş. Onlar rotayı Susurluk Yaylaçayır köyünden başlatıyormuş.
 Levhada, “Misya Yürüyüş Yolları Projesi TC Balıkesir Valiliği tarafından hazırlanmış, Güney Marmara Kalkınma Ajansı tarafından finanse edilmiştir” diye yazıyor
Kalkınma ajanslarının genelde dışsal fonlarla çalıştığını düşünürsek…
Basit bir seyir terası ve yürüyüş rotası için yabancı finansmanlara, ne karşılığı verildiğini artık her on senede bir girdiğimiz krizlerle anladığımız yabancı kredilere, “hibe”lere başvurmak, bu kadar kurumun reklamı…

Manzara fotoğrafları çektikten sonra dönüyoruz. 
Çok meyilli arazide iniş mi, yoksa çıkış mı daha zordur denince hemen “çıkış” diye atılmayın!
En çok kazalar inişte oluyor!

SUUÇTU TIKLIM TIKLIM…

İnişte en önemli hedefimiz Suuçtu Şelalesiydi.
Traktör orman yolları ki yolların daha ziyade RES yapımı için yapıldığını anlamak da zor değil, patikalar ve ormaniçi serbest yürüyüşlerle Suuçtu Şelalesi’ne indik.
Üst kotlarda,  şelaleye su taşıyan su, kanyon havasında ve fotoğraflık manzaralar vardı.
Tabi en çok fotoğrafı Suuçtu Şelalesi’nde çektik.
Pazar günü şelale çevresi tıklım tıklımdı. Burası artık Milli Park’ların denetiminde. Giren araçlardan ücret alınıyor . Her taraf piknikçilerle doluydu. Trafik sıkıştığı için tek yön olarak düzenlenmiş.
Şelale girişinin önünde bekleyen minibüslerimize binip Muradiyesarnıç köyünde akşam çaylarımızı içtik.

Yol kenarındaki gözlemecilerden “köy ekmeği”, Muradiyesarnıç’tan da süt ve yumurta aldık.
Köylerden birşeyler satın almayı seviyoruz. Hem “doğaldır” varsayımı hem de üreten insanlara destek olmak lazım.  Ancak bazen şansızlıklar da oluyor işte.  Örneğin geçen hafta “ekşi maya” diye aldığımız ekmeğin, eve varınca ekşi maya falan olmadığını anladım. Köyden aldığım süt kaynarken kesti. Bozulmuş. Taş gibi yoğurt hayalim suya düştü. Neyse lor ve lor suyumuz oldu!

Yürümeye, dağları, ovaları, yaylaları, tepeleri, kayaları, dereler, köyleri, insanları, velhasıl memleketi tanımaya devam…