Çobandede ve Çataldağ zirvesi, Suuçtu şelalesi…
‘Seyir Terası’ndan
Susurluk, Kepsut, Mustafakemalpaşa manzarası…
Gürgen ormanında kamp ateşi…
Dostlar, doğa yürüyüşüne bu sefer ilk defa kamp ekledim! 30 Haziran 2019 Pazar günü Mustafakemalpaşa
Suuçtu civarından başlayan yürüyüş öncesinde, bölgeye Cumartesi günü ulaştık ve geceyi gürgen ağaçlarının dibinde
kurduğumuz kampta geçirdik.
Pazar sabahı
Bursa’dan
gelen yol arkadaşlarımıza katılarak bölgenin en yüksek tepeleri olan Çobandede ve Çataldağ zirvelerine çıktık. Dev “rüzgargülü”nün bulunduğu tepelerden hem Bursa’nın Mustafakemalpaşa
hem de Balıkesir’in Kepsut ve Susurluk köylerine bakan manzaraları seyrettik. Yaklaşık 20 kilometre yol teptikten sonra
ayakkabılarla Suuçtu Şelalesi’ne
dalmak bütün yorgunluğumu unutturdu…
Yürüyüş öncesinde gidip bölgede kamp yapma, geceyi
çadırda geçirme fikrine iyi ki ikna olmuşum!
İlk kez doğada kamp yapma gibi bir deneyim yaşadım,
doğrusu umduğumdan da güzel geçti…
Cumartesi günü
Koza Dağcılık organizasyonunda 10
küsur doğaseveri taşıyan minibüsümüz Mustafakemalpaşa’nın
Muradiyesarnıç köyü sınırlarında ünlü Suuçtu
Şelalesi civarındaki alabalık tesisine vardı. Burada rakım 750 metre. Her taraf gürgen
(kayın) ormanı. Dere gürül gürül akıyor,
derenin suyu ile alabalık tesisi işletiliyor.
Bu tesisi geçtiğimiz sonbaharda görmüştük, tamamen terk edilmiş gibiydi. Meğer
işletmeci, “Güzün havalar soğuyunca
kapatıyor”muş, öyle söyledi.
Alabalık tesisi çok mütevazı bir yer. Derenin suyuna
jeneratör kurulmuş, ihtiyacı kadar elektrik üretiyor. Jeneratörden çıkan suyun
bağlandığı havuzların bir kısmında balık var, gelen müşterilere balık pişiriliyor, masa sandalye düzeninde hizmet veriliyor.
İçme
suyundan, tuvaletinden yararlanırız,
çadırları hemen yakın bir yere kuralım fikri, “Yasssak kardeşim!” ile karşılaşınca,
yaklaşık 500 metre ileri gidip kampımızı oraya kurduk.
Ormanın içindeki bu alabalık/restoran işi ne kadar yasaldır,
tapulu mülk
müdür, ne hakla kimse
kimseye ormanda müdahale etme, “yasssak” koyma hakkı bulur anlamış
değilim.
Ama sorun değil, biraz yukarıda kamp kurduğumuz yerde
daha çok odun bulma şansımız oldu. İnsaf
buyurdular, işletmenin yanındaki doğal kaynak suyundan su içmemize izin
verdiler
!
ORMANDA KAMP ATEŞİ SOHBETLERİ…
Doğa yürüyüşlerine başladığımda, her pazar Bursa’da
yüzlerce insanın farklı grup ve rotalarla dağlara çıkıp sabahtan akşama
yürümesine şaşırmıştım. Zira bu iş öyle mahalledeki yürüyüş parkında tur atma,
ter atma gibi bir şey değildi.
Fark ettim ki, önümde duran şey; yiyeceğini, içeceğini sırtlanıp işten, evden,
patrondan, müdürden, trafikten, sokaktan, kirli havadan, çarşı pazardan, AVM’lerden,
sosyal medya muhaberelerinden.. velhasıl her birisi başlı başına bir stres
kaynağı, ömür törpüsü haline gelmiş günlük rutinden uzaklaşma fırsatıymış!
Galiba, ormanda, derede, çayda, göl kenarında kamp kurmak
da böyle bir şey…
Ama farkları da var.
Kamp işi arkadaşlık, dostluk, karşılıklı sevgi, saygı, paylaşım açısından
günlük yürüyüşlerden çok daha ileri bir etkinlik gibi geldi bana. Yürürken siz
sadece adımlarınızı, önünüzdeki taşı, ağacı, geçeceğiniz dereyi, nasıl
atlayacağınızı, ineceğinizi düşünüyorsunuz.
Ender de olsa bir kayadan inerken, dereden, taştan geçerken bir arkadaşın
el vermesine ihtiyaç duyuyorsunuz. Yiyecek içecekleri paylaşmadan da devam
edebiliyorsunuz.
Ancak bu akşam tam
bir dayanışma var. Kimimiz odun topladık, kimimiz ateş yaktık, kimimiz köfte ve
salataları hazırladık. Hem malzemeleri
ortak aldık, hem ortak pişirdik, sonra da gazelin üstüne serdiğimiz bir bez
hepimize sofra oluverdi.
Orman geceleyin zifiri karanlık…
Ağaçların yapraklarından gökyüzünü de göremiyorsunuz.
İşte önünde gürgen odunu kıpkırmızı közüyle, koruyla,
külüyle yanıyor… Katı halden ısıya, ateşe, sıcaklık dalgasına, küle, dumana
dönüşüyor.
Çıtır çıtır duyuyorsun, alevlerin galip geldiği bu meydan
savaşının sesini…
İçimizde 20’li yaşlarda genç de vardı, benim gibi 60’a
merdiven dayayan da…
Yeni evlenecek olan da, torun sahibi olan da…
Kadın, erkek, evli, bekâr…
Şu önümüzdeki kamp ateşinin etrafındaki insanları
görünce, her gün bir yolla kafamıza şırınga edilen
“İnsanoğlu çiğ süt emmiştir” türü “
gerçekçi analiz”lerin (!) tamamen saçma sapan, “öğretilmiş
çaresizlik” olduğunu görüyorsunuz.
“Kötü”nün,
kötülüğün insanlar değil, birileri başkalarının hakkını gasp etsin diye
yaratılan/kurgulanan ortamdan, ilişkilerden, koşullardan vs. kaynaklandığını
düşünüyorum.
Zira karşındaki insanlar, çalışmaktan, işten, fiziki
zorluklardan değil, ilişkilerden yorulup usanmış… Aradığı da koltuğa uzanıp
bedeni dinlendirme değil, doğada beynini, ruhunu dinlendirme gibi…
Hoşça sohbet, herkesin değişik konulara ilişkin
tecrübelerini, yaşadıklarını anlatması…
İnsanlar ve kuşaklar arasında yaşama, deneyimlere değin
paylaşımlar…
Mevki, konum,
rütbe, para, kimlik vs… bizi “öteki”
yapmak için aramıza konulan kılıçların ötesinde bir ortam arayışı…
Ateşin başında genelde cep telefonları ve küçük
hoparlörden müzik dinledik. Bazen de
müziğe eşlik ettik.
Yürüyüş kanımıza girmiş ya…. Bir ara, kalkıp 5 kilometre “gece
yürüyüşü” de yaptık.
Yolumuzu tepe lambaları ve el fenerleri ile aydınlatarak…
Bundan sonraki kamplarda beraber dinlemek yerine, beraber şarkı türkü söylemeye, daha çok kişisel öykü anlatmaya başlarız diye düşünüyorum…
Gruptan insanlar hep birbirine “hocam” diyor ya…
Sahiden de birbirimizden öğreneceğimiz ne çok şey var!
SABAH SPORU VE YÜRÜYÜŞ…
Gece geç saatlere kadar süren kamp ateşi sohbetinden sonra
çadırda, deredeki suyun ve rüzgarla sallanan yaprakların sesiyle, uykuya öyle
bir dalmışım ki, gece çakalların ulumasını bile duymadım.
Çadırda ince bir matın (sıkı sünger gibi plastik bir
hasır) üzerinde, eşofman ve üzerime attığım bir polar ile uyudum. Hani çok da
üşüdüm sayılmaz, ama konforlu olmadı. Gelecek sefere sıcak bir uyku tulumu şart
oldu.
Temiz havada, 4-5 saatlik uyku yetti galiba, erkenden
uyandık.
Yine akşamki gibi hep beraber kocaman bir yer sofrası
hazırladık elbirliği ile. Tabi kadın
arkadaşlarımız bizden daha başarılıydı… Çantalarımızdaki yiyecekleri çıkardık
ve güzel bir kahvaltı yaptık.
Ateş sabaha kadar hiç sönmedi. Kalktığımda, kamp ateşinin
başında közün üstünde demlenmiş çay hazırdı!
Kahvaltı, çadırları kaldırmadan sonra, ateşi söndürüp çevreyi
temizledik. Sırt çantalarımızı yüklenip yürüyüş için Bursa’dan gelecek dostları
beklemeye başladık.
Pazar sabahı, saat 10’a doğru Bursa’dan gelen 50
civarında doğasever ile önce kültür fizik ve ısınma hareketleri, ardından
yürüyüş başladı.
Alabalık tesislerinden itibaren, orman yolu ve ormaniçi
patikalardan tırmanmaya başladık. Gürgen ormanlarında önce 1110 metre rakımlı Pilavlık (Peri Bacaları) denen yerin
altından geçip, 1310 metre rakımlı Çobandede
tepesi, ardından 1250 metre rakımlı Çataldağ
zirvesine çıktık.
Çok güzel kayın ormanında yürüyorsunuz.
Rotanın büyük
bölümünün traktör yolu değil de ormaniçi patikalarda geçmesi yürüyüşü daha bir
zevkli hale getiriyor.
Biz adı geçen Peri
Bacaları’na çıkmadık. Ancak, bölgede rastladığımız kayalardan, bu peri
bacalarının nasıl bir şey olduğunu çıkarabildim
Bölgeye has ilginç kayalar var. Bölgede sadece tepelerde
değil, orman içinde de benzer kayalara rastladık. “Peri
bacası”nı andıran, üstüste konulmuş imajı veren sıra dışı dev kayalar… Bu
kayaları görünce, Uludağ Sarıalan’daki
kayaları hatırladım. Coğrafyacıların
açıklaması nedir bilmiyorum ama sıra dışı bir durum. Çocukluğumun geçtiği Tokat
Dumanlı Yaylası’nda da benzer bir
kaya vardı ve yaylada kadınlar her sene evlerinden malzeme götürür, bu kayada
pilav pişirir, hep beraber yerdik. Dua okunur,
dilekte bulunulurdu. Kim bilir, belki burada da benzer bir gelenek
vardır ve buralara “pilavlık” denmesinin nedeni de budur…
ÇATALDAĞ, ÇOBANDEDE…
Çataldağ ve
Çobandede bölgenin en yüksek
noktaları.
Biraz aşağıda, bir pınarın başında mola veriyoruz. Bazı
arkadaşlar orada dinlenmeye devam ederken, dik yokuşu tırmanmayı göze alan bir
grup doğru Çataldağ’a çıkıyoruz.
Çataldağ bölgedeki yemyeşil orman örtüsüne karşılık,
çıplak taş, sarp kaya görünümünde.
Çok büyük ve yapısını anlamadığım taş kütleleri var.
Burada fotoğraflar çekip hemen üzerinde rüzgar enerjisi
santralının (RES) pervanelerini gördüğümüz Çobandede’ye
yürüyoruz. Çok uzak değil.
Çobandede’nin
sırtında rüzgârgülleri sıralanmış. Pervanelerin dönmesi ile çıkan seslerin
arasında sırta doğru yürüyoruz. İleride
çevreye en hakim noktada Seyir Terası
var.
Hava güllükgüneşlik.
Önümüzde müthiş bir manzara var…
Düşünün tepenin bir yanında Bursa Mustafakemalpaşa’ya bağlı Muradiyesarnıç, Karapınar ve Bostandere
köyleri… Bir yanında Balıkesir’in Kepsut ilçesine bağlı Serçeören, Alagüney, önünüzde Susurluk’a bağlı Yaylaçayır köyleri…
Yemyeşil orman, bir sulama göleti, aşağıda, uzakta hasat
zamanı arazilerin göründüğü tarım alanları…
RES’LER ELEKTRİK ÜRETİYOR…
Tepemizde dönen pervaneler elektrik üretiyor. Hangi şirkete ait olduğunu öğrenemiyorum, “Vestel” diyenler olduğuna göre Zorlu Enerji’nindir diye tahmin
yürütüyorum.
Zirvede birkaç sığır var. Sahiplerine soruyoruz, “Kepsutluyum” diyor.
Tesettürlü bir
genç kız, yüksek bir kayanın üzerine çıkmış, yüzünü zirveden aşağılara
dönmüş, ellerini mavi göğe kaldırmış, bütün bağlarından kurtulup özgürlüğe
uçmak istiyor gibi…
Tabi buraya çıkan, bilen sadece biz değiliz. Seyir terasındaki bir tanıtım levhasına göre,
Balıkesirliler de buraya “Misya yürüyüş Yolları Projesi” diye bir
rota çizmiş. Onlar rotayı Susurluk
Yaylaçayır köyünden başlatıyormuş.
Levhada,
“Misya
Yürüyüş Yolları Projesi TC Balıkesir Valiliği tarafından hazırlanmış, Güney
Marmara Kalkınma Ajansı tarafından finanse edilmiştir” diye yazıyor
Kalkınma ajanslarının genelde dışsal fonlarla çalıştığını
düşünürsek…
Basit bir seyir terası ve yürüyüş rotası için yabancı
finansmanlara, ne karşılığı verildiğini artık her on senede bir girdiğimiz
krizlerle anladığımız yabancı kredilere, “hibe”lere
başvurmak, bu kadar kurumun reklamı…
Manzara fotoğrafları çektikten sonra dönüyoruz.
Çok meyilli arazide iniş mi, yoksa çıkış mı daha zordur
denince hemen “çıkış” diye
atılmayın!
En çok kazalar inişte oluyor!
SUUÇTU TIKLIM TIKLIM…
İnişte en önemli hedefimiz Suuçtu Şelalesiydi.
Traktör orman yolları ki yolların daha ziyade RES yapımı
için yapıldığını anlamak da zor değil, patikalar ve ormaniçi serbest
yürüyüşlerle Suuçtu Şelalesi’ne indik.
Üst kotlarda, şelaleye su taşıyan su,
kanyon havasında ve fotoğraflık manzaralar vardı.
Tabi en çok fotoğrafı Suuçtu Şelalesi’nde çektik.
Pazar günü şelale çevresi tıklım tıklımdı. Burası artık Milli Park’ların denetiminde. Giren araçlardan
ücret alınıyor . Her taraf piknikçilerle doluydu. Trafik sıkıştığı için tek yön
olarak düzenlenmiş.
Şelale girişinin önünde bekleyen minibüslerimize binip Muradiyesarnıç köyünde akşam
çaylarımızı içtik.
Yol kenarındaki gözlemecilerden “köy ekmeği”, Muradiyesarnıç’tan
da süt ve yumurta aldık.
Köylerden birşeyler satın almayı seviyoruz. Hem “doğaldır”
varsayımı hem de üreten insanlara destek olmak lazım. Ancak bazen şansızlıklar da oluyor işte. Örneğin geçen hafta “ekşi maya” diye aldığımız ekmeğin, eve varınca ekşi maya falan
olmadığını anladım. Köyden aldığım süt kaynarken kesti. Bozulmuş. Taş gibi
yoğurt hayalim suya düştü. Neyse lor ve lor suyumuz oldu!
Yürümeye, dağları, ovaları, yaylaları, tepeleri,
kayaları, dereler, köyleri, insanları, velhasıl memleketi tanımaya devam…