12 Temmuz 2020 Pazar

SUUÇTU ŞELALESİ’Nİ İPLE İNMEK!


 

Doğa gezilerinde tanıştığım yol arkadaşlarımızda yeni bir tutku dikkat çekiyor: Kanyon… Değil yaklaşıp içinde yürümek, uzaktan görebileceğimiz noktalara ulaşmaya bile cesaret edemediğimiz devasa derin vadiler, uçurumlar, keskin kayalar, suyun akışıyla oluşmuş derin vadiler, şelaleler, oyuklar, mağaracıklar…

Bursa Kanyon ve Doğa Sporları Derneği (KANYONBURSA) yaklaşık 100 doğaseverle dirsek teması kurmayı başarmış ve artık Bursa civarındaki kanyonları teker teker keşfediyor. 9 Temmuz 2020 Perşembe günü kanyoncu dostlarla Mustafakemalpaşa’nın en önemli doğal güzelliklerinden Suuçtu Şelalesi’ne gittik.  Giriş kapısı, yeme içme yerleri açılan, bilet kesilen Suuçtu’da  kayaların tepesinden hışımla ve çevreyi serinleterek yere düşen suları uzaktan seyretmek varken; şelalenin tepesine çıkıp 40 metre yükseklikten köpükler saçan buz gibi sularla birlikte aşağı inmenin eşsiz heyecanını yaşadık.

 

KANYONBURSA

 

Bugün sizlerle Suuçtu’daki “ekstrem” faaliyeti ve kanyon tutkusunu paylaşmak istiyorum. Önce KANYONBURSA’dan söz etmek isterim. Yol arkadaşımız, doğa yürüyüşlerinin vazgeçilmez, en cevval isimlerinden Yılmaz Ergül ve arkadaşlarınca kurulan dernek henüz bir yaşında sayılır. 2019’da kuruluşunu tamamladı.

Tamamen gönüllü ve yeni bir dernek olmasına rağmen 30 civarında üyesi var. Kanyon faaliyetiyle ilgilenenler için eğitim programları düzenliyor, Bursa’nın kanyonlarını, sarp derelerini adeta yeniden keşfediyor.

KANYONBURSA, kendini şöyle tanımlıyor:

Bursa Kanyon ve Doğa Sporları Derneği öncelikle Kanyonlar ve Kanyoning sporu olmak üzere, tüm doğa sporlarını tanıtıp sevdirmeyi amaçlayarak faaliyet yürütmek üzere bir araya gelen sportif ve kar amacı olmayan arkadaşlar topluluğudur.”

Amaç neymiş? Okuyoruz:

Türkiye Kanyonlarının keşfini yapmak, haritalandırmak, konu ile ilgili arşiv ve başvuru kaynakları oluşturmak, kanyonların; doğa severler ve doğa sporcuları için güvenli parkurlar haline gelebilmesi üzerine çalışmalar yapmak, kanyon sporunun ( kanyoning ) Türkiye’de tanınması ve yaygınlaşması için çalışmalar yapmak, bu branş ile ilgili olarak gerekli eğitim, disiplin, güvenlik ve teknik standartların oluşturulmasında öncülük etmek, bu standartlar ile ilgili araştırma ve geliştirme çalışmaları yapmak, bu branş ile ilgili olarak Türkiye’de yetkin kişilerin yetişmesini sağlamaktır.

Bununla beraber; Kanyonların doğal halleri ile kalmaları, ekosistemdeki vaz geçilmez rollerinin devamlılığının sağlanması ve bu şekilleri ile alternatif turizme kazandırılabilmeleri için çalışmalar yapmak, kanyonların doğal güzelliklerinin ve işlevlerinin devamlılığı adına çevre bilinci geliştirmek ve bu bilincin yayılması ve gelişmesini sağlamaya çalışmak da derneğin öncelikli amaçları arasındadır. Ayrıca; Özellikle gençlerin doğa sporları ile tanışmalarını sağlamak ve bu sayede daha sağlıklı beden ve ruh yapılarına sahip olmalarına destek olmak ile birlikte, bireyler arasında doğa ve çevre bilinci oluşmasını ve gelişmesini sağlayarak, yine bu sayede doğanın korunmasına katkı sağlamak. Dernek üyeleri arasında sevgi, kardeşlik ve dayanışma sağlamak da derneğin kuruluş amaçları arasındadır.”

 

Derneğin Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Ataç.  Başkan Yardımcısı  Yılmaz Ergül derneğin faaliyetlerini anlatırken, Bursa dışında da etkinlik düzenlediklerini öğrendim. Anlaşılan Ergül ve ekibi için Kastamonu’daki Horma ve Valla kanyonları bir dönüm noktası olmuş. Hatta dernek Horna Kanyonu geçişini yapan bir grup doğaseverin öncülüğünde kurulmuş. Kurucular: Mustafa Ataç, Yılmaz Ergül, Erkan Hubup, Elif Zeybek, Hamza Çimen, Necla Türemen, Erdal Gültekin, Evrim Aliz, Ayşin Noral, Uğur Çimen ve Serdar Kurtaran.

Horna kanyonu hem Bursa civarındaki kanyonlardan çok daha uzun, hem de daha yaygın bir faaliyet geçmişi, her şeyden önce popülerliği var.

 

KANYON…

 

Kanyon”,  sözlükte “Genellikle kireçtaşı, kumtaşı gibi suyu kolaylıkla geçiren katmanlar içinde görülen, bir akarsuyun oyarak oluşturduğu, yamaçları duvar gibi dik, dar koyak” diye tanımlanıyor. Bu “koyak”, iki dağ ya da kaya arasındaki dere, dereboyu anlamında...

Kanyonlar öteden beri kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdir. Aşırı dik, sarp, çoğu zaman kayalık olduğu için insanlar yaklaşamaz.

Hani “el değmemiş yerler” denir ya, aynen öyle.

Ancak son yıllarda yaygınlaşan doğa yürüyüşleri zamanla kanyonları ulaşılabilir kıldı.

Zira artık doğa yürüyüşleri, sabahtan akşama kadar yürünen,(hatta bazen kamplı, birkaç gün alan) kendi içinde eğitimleri olan, “Dağcılık” faaliyeti haline gelen, ayakkabı ve pantolonundan sırt çantasına, özel kıyafetler gerektiren bir etkinlik haline geldi.

Eğitim ve uygun ekipman devreye girdikçe kanyonlar da yavaş yavaş ulaşılabilir hale geldi.

Örneğin doğa yürüyüşlerinde ilk geçtiğim kanyon Balaban-Kanlıgöl kanyonu idi. Ardından Sansarak ve Bursa’daki en zorlu kanyon olarak bildiğim Yenişehir Cennet Kanyonu’nu geçmiştik.

İznik’teki Sansarak Kanyonunu ayağınız ıslanmadan geçme şansınız yok, suya gireceksiniz. Ama Cennet Kanyonu’nu geçmek için iki noktada kayadan iple inmek, 3-4 metreden suya atlamak ve yaklaşık 80-100 metre yüzmek sorundasınız!

Bursa’da irili ufaklı pek çok kanyon var.

İlginç olan, bu kanyonların adeta yeni keşfediliyor olması.

Üstelik bu sadece Bursa’da böyle değil. Örneğin Muğla ile Antalya arasındaki Saklıkent Kanyonu’nu bir çoban keşfetmiş! Ve o çoban devletten burayı 49 yıllığına kiralamış, bir restoran açmış, 18 kilometre uzunluğundaki kanyonda tahta köprüler vs. yapılmış ve yerli yabancı turistleri gezi alanı haline getirilmiş.

Kastamonu’daki Horna kanyonu da tonlarca demir, ahşap kullanılarak yürüyüş yolları ile halka açılmış, turistik bir yer olmuş.

Doğa harikası bu kanyonların herkesin ziyaretine açık olması, herkes için ulaşılabilir olması, eyvallah, çok güzel şeyler.

Ama bizzat o derin kayalarda, kaygan taşların üzerine basarak, coşkun sulara atlayarak, istasyonlar kurup iple kayadan, şelaleden inmek, çıkmak…Onun hazzını yaşamak isteyenlere  kapalı olmamalı kanyonlarımız.

 

SU UÇTU, BİZ DE UÇTUK!

 

Suuçtu Şelalesi’ne pek çok kez gittim, gördüm. Su az iken de bol iken de. Bugün “Ekstrem Faaliyet”e katılıyoruz… Fazla yürüme olmayacak. Doğrudan araçlarla Suuçtu Şelalesi’ne gideceğiz. Şelalenin dibine varıp seyredip, serinleyip, fotoğraflar çekip dönmeyeceğiz! O koskoca kayanın üzerinden dağcılık ipiyle ineceğiz!

Dağcılık eğitimleri kapsamında kayadan inmişliğim var, ama bu kadar yüksek bir kayadan, şelalenin orasından, tepende koskoca dere akarken iple inmek…

Ama emin ellerdeyiz...  Yılmaz Ergül ile Serdar Kurtaran her gördüğümde kendimi güvende hissettiğim insanlardır. Hamza Çimen de tecrübeli, çok kez birlikte

yürüdüğüm, “dağ gibi”, güven veren birisi.  KANYONBURSA ekibinden Şenol Demir, Emrah Kandemir ve Mustafa İsmail Ataç ile ilk kez karşılaşıyoruz. Bu sefer ekip kalabalık değil. Sadece 7 kişi. Ben “misafir sanatçı”.  İçlerinde tek bayan, yol arkadaşlarımızdan Evrim Aliz.

Mustafakemalpaşa’da kısa bir çay molası verip alışverişimizi yaptıktan sonra Suuçtu yoluna düşüyoruz. Bazen yürüyüşlerimizin başladığı Sincansarnıç köyünden, bu sefer araçla geçip doğru şelaleye varıyoruz.  Girişte otomobil için 10 TL giriş parası ödüyoruz. Burası artık paralı bir yer. Verilen hizmet nedir derseniz, araçlarınız yol kenarında boş alanlarda park ediyor. Otopark diyelim. Bir de umumi WC var. Ancak tuvaletin temiz olmadığını, tek bir klozet dahi olmadığını, dolayısıyla itici olduğunu yazmam gerekiyor. Tuvalete kokuyu takip ederek ulaşabilirsiniz. Üstelik burada temizlik için su sorunu yok.

 

HAZIRLIK BAŞLIYOR…

 

Aracımızı günübirlik piknik amaçlı gelenlerin araçlarının yanına park ediyoruz.

Arabanın bagajındaki çanta ve torbalardan dağcılık ipleri çıkıyor.

Ekip iple iniş için özel elbiselerini giyiyor.

Önce şelaledeki suyun etkisini azaltmak için, dalgıçların giydiklerine benzeyen, vücudu sıkı sıkı saran, üşütmeyen, su geçirmeyen bir kıyafet giyiliyor.

Sonra en önemli şey kemer takma. Dağcılık kemeri…

Ve tabi kafaya gelecek taş, fazla su vs. darbelerinden korunmak için kasklar…

Birazdan, sürtünme ile yanmadan elleri koruyacak eldivenleri unutmadan…

Teçhizat çok önemli. Yılmaz Ergül, zaman içinde teknik malzeme ihtiyaçlarını tamamen çözdüklerini söylüyor. Malum bu özel teçhizat hem ender bulunuyor hem de oldukça masraflı.

Ekip doğrudan, ormanlık alandan şelalenin tepesine çıkıyor.

Yukarıda öncelikli iş güvenli bir istasyon kurmak…

“İstasyon kurmak”, sizi taşıyacak ipleri sağlam biri kaya, bir ağaç kökü gibi bir yere sıkı sıkı bağlamak demek…

İstasyonun sağlamlığı hayati önemde! Zira birazdan hayatın oraya bağlanan ipin ucunda olacak. En ufak yanlışlık bir felakete neden olabilir.

 

UFUKTAN İP ATILIYOR!

 

Şelalenin önünde günü birlik gelen vatandaşlar var.

İçlerinden birisi beyaz gelinlik ve damat elbisesi ile gelen çift…

Şelaleye yaklaşmaya çalışıp herkes hatıra fotoğrafı çekiyor…

Vee birden yukarıdan ekibin fırlattığı dağcılık ipleri sarkıyor şelalenin dibine kadar. …

Yukardan sular sanki şelaleyi ikiye bölmüş… İplerden birisi ortaya, birisi sol kenardaki su akıntısının üzerinde uzandı.

Aşağıdaki ziyaretçiler önce şaşkınlık yaşadı, bazıları bu ipleri fotoğraflamaya başladı.

Vee sonra şelalenin tepesinden, kayanın ve suyun mavi gökyüzü ile kesiştiği ufuktan dağcı dostların önce kaskları, ardından üniforma haline gelen  sarı renkli tişörtleri  göründü.

Sulu yerlerde kayalar genellikle kaygandır, yosunludur. Sadece Aras gibi suyun çok temiz ve çevrenin kayalık olduğu yerlerde kaya kaygan olmaz.

Aslında ayağımızdaki ayakkabılar “kaymaz” diye satılanlardan.  Oldukça güvenlilerdir.

Ama burada risk çok fazla.

Sizi kaymadan kurtaracak en önemli şey, iple inerken kaya ile aranızdaki açı… Mümkün olduğu kadar 90 dereceye yakın bir açı yakalamak işe yarıyor.

Tabi şelalenin aktığı kaya dümdüz bir kaya değil.

Özellikle soldaki şeritte insan boyunu aşan kesmeler var.

Adımlarınızı gayet dikkatli atmanız, ipi iyi kullanmanız gerekiyor.

Aşağıdan bakınca şelalenin tepesindeki insanlar nasıl küçücük, birer nokta gibi görünüyorsa, şelalenin tepesinden bakınca da aşağıdaki insanlar küçük, renkli noktalar gibi görünüyor.

Belinizdeki kemere takılı bir iple, kendinizi gökyüzünde hissediyorsunuz…

Kah bir kartal, kah paraşütçü…

Heyecan, korku, tedirginlik, tutku, coşku…

 

ŞELALEDE BAYRAK DALGALANIYOR!

 

Ve ekip ikişer ikişer inmeye başlıyor.

İlk inişlerin ardından önce derneğin adının yazıldığı pankart, ardından derneğin flaması, en son da al yıldızlı bayrağımızı şelaleden, dalgalandıra dalgalandıra - indiriyorlar…

Tanık olduğumuz manzara sıra dışı…

Suuçtu’dan iple iniş yapıldığını hiç duymamıştım.

Duyduğum kadarıyla daha önce birkaç kişi, eğitim amaçlı olarak burada iple iniş yapmışlar.

Ancak bugünkü gördüklerim özellikle bayrağımızı şelalenin sularında dalgalandırarak inmek…

İşte bu bir ilk…

Bugün Suuçtu şelalesinden ilk ipli iniş yapan kadın sporcu da Evrim Aliz oldu.

 

İniş sırasında ve sonrasında, şelale çevresindeki vatandaşlar büyük ilgi gösterdi. Pek çoğu ekip arkadaşları ile hatıra fotoğrafları çekti. İçlerinden birisi, yaklaşıp çektiği fotoğrafları “Mustafakemalpaşa Dostları” adlı sosyal medya grubunda anında paylaştığı haberini verdi.

 

 

‘DELİ’ OLMAK İYİDİR!

 

Toplumun, yerleşim yerleri dışında, ulaşımı zor doğal ortamları keşfetmeleri dünyada da çok eski bir durum değil.  Zira buralarda ne ekip biçebilir, ne konaklayabilir, hatta ne de yürüyerek  ulaşabilirsiniz. Ancak Avrupa’da kanyonlar 19. Yüzyılda keşfedilmiş, bugün birer turistik nokta haline gelmiş.

Bizde yeni keşfediliyor gibi.

 Doğa tutkusunun peşinden iplerle, istasyonlarla, çekiçlerle, dağcılık kemerleriyle giden bu dostlara takılıyorum: “Ne işiniz var bu kayanın tepesinde kardeşim. Herkes gibi şelalenin önünde fotoğraf çektirip, mangal yapıp keyfinize baksanıza…

Yanıt gülümseyerek geliyor:  Haklısın. Delilik bizim yaptığımız... Sıra dışı işler, değişik şeyler yapmak çok çekici geliyor. Hiçbir şeyde bu heyecanı bulamıyorum. Herkes AVM’lerde gezmek, evde koltuğa oturup televizyon izleme, keyif çatmak istiyor. Biz de bundan hoşlanıyoruz.”

 

Kanyon derken, Bursa’da bilinen kanyonlar henüz kamunun ya da girişimcilerin ilgisini çekmiş, yaygın ziyaretlere açılmış değil. Sadece Orhaneli’deki Sadağı Kanyonu tahta köprülerle düzenlenip, biletli girilen yer haline gelmiş durumda.

Kanyonların herkesin ulaşabileceği yerler haline gelmesi önemli.  Ancak olayı ticari bir yer haline getirmeden uzak durarak.

Kanyonlar kanyonculuk faaliyetinin yarattığı güzelliklerden uzak kalmamalı…

Korkuyla yüzleşmek, kendine güveni güçlendirmek, takım çalışması, karşılıklı güven, sağlam iletişim, stresi yenme, spor, takım ruhu, risk hesaplama…

Bugün sıra dışı bir “ekstrem faaliyet” sağ salim gerçekleştirildi.

Şelalede ipleri topladıktan sonra, piknik alanındaki bankın üzerine sofra kuruyoruz. Piknikçiler çay ikram ediyor. Ateşlerini kullanıp sucuk pişiriyoruz.

Öğle sonu çıktığımız Bursa’ya karanlıkta dönüyoruz.

Yürümeye, dağları, dereleri, şelaleleri velhasıl memleketi tanımaya devam…

 

 

 


8 Temmuz 2020 Çarşamba

SEFİLLER'İ OKUMADAN OLMAZ!

İçimizdeki sefalette son verebilecek bir kitap: 

Sefiller!



Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i (Les Miserables) okurken heyecanlanıp, şiddetle okumalarını tavsiye ettiğim akranların, dostların ilk tepkisi “Yapma Dursun!  Ortaokulda, lisede okuduğumuz kitabı bu yaşta, yeniden mi okutacaksın bize” olmuştu.
Doğrusu öğrencilik, gençlik yıllarında ben de okumuştum Sefiller’i. Hatta filmini de seyretmiştim yıllar sonra.
Ancak bu sefer bambaşka bir Sefiller keşfetmiş gibiyim. Bu yazıda, kitabı okurken altını çizdiğim satırları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Öncelikle, elimdeki kitap Türkiye İş Bankası’nın “Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi” kapsamında yayımlanan iki cilt ve toplam (858+848=)1.706 sayfalı kocaman bir kitap. Anlaşılan öncekiler ya özetmiş, ya da kitabın orijinal beş cildinden birisiymiş!
Yani okuduğunuz kitap beş cilt, tam bir Sefiller değil de bu eski kitaplardan birisiyse unutun gitsin, siz Sefiller’i hiç okumadınız sayın.
Bende Sefiller merakı, kitabı Fransızca aslından okuma girişimiyle başladı. Daha ilk cildi bitirmeden kitabın sesli okuma kaydı elime geçti ve bilgisayarda aslından PDF olarak okuduğum kitabı, yaklaşık 70 saatte hem okumuş hem dinlemiş oldum!
Fransızca aslını okurken, zaman zaman elimde Volkan Yalçıntoklu tarafından yapılan Türkçe çevirisine baktım. Kitabın gerçekten de çok güzel, sade ve akıcı bir çeviri olduğunu hissettim. Kendim çevirmeye kalksam bu kadarını başaramazdım. Yalçıntoklu’nun eserin ruhunu, derinliğinden seviye kaybetmeden verebildiğini düşünüyorum.
Veee şimdi göğsümü gere gere, İş Bankası yayınlarından çıkan, makul fiyatla satılan bu kitabı bütün arkadaşlarımın okumasını şiddetle tavsiye ediyorum. Herkesin mutlaka kendine buradan dersler çıkaracağını sanıyorum.
Hugo, Fransızların gözünde sıradan bir yazar değildir. O bir ozandır. Les Misérables, Jean Valjean’ın, Coset’in, Marius’un maceralarını öğrenmek için okunacak bir kitap değil. Hugo, toplumu, kurumları, yaşamı, inançları, toplumsal çelişkileri, savaşları teker teker şairane bir analize tabi tutuyor. Hani Yaşar Kemal’in toprağın, börtü böceğin onlarcasının adını sıralaması gibi her kesimden insanın haleti ruhiyesini, saiklerini,  dünyasını araya virgüller, noktalı virgüller koyarak nefesinizi zorlayana kadar sıralıyor…
Kitabı okurken kendinizi gerçek bir öykünün içine hissedebiliyorsunuz. Çevrenizdeki pek çok olayı anlamanıza katkıda bulunacak bağlantılar yakalıyorsunuz.
Aradan neredeyse 2 asır da geçse, insanların temel davranış saiklerinde değişimin bu kadar  hızlı olmadığını fark ediyorsunuz.
Güncel pek çok şeyle bağlantılar kuruyorsunuz. Örneğin papaz M. Myriel’i dinlerken, bizde Laikliğin neden bu kadar yavan kaldığını daha iyi anladım diyebilirim. 
Ya da sefaletin kol gezdiği; hırsız, katil, cümle suçların işlendiği Paris sokaklarındaki o sefil hayatın içinde barındırdığı “larva”ların, “sans culottes/donsuz/ayaktakımı” kesimin toplumsal ilerlemenin nasıl lokomotifi haline geldiğini görünce, “Bizden adam olmaz”,”Layık olduğumuz gibi idare ediliyoruz” hezeyanlarının ne kadar boş ve ömür törpüsü olduğu sonucuna varıyorsunuz.  
“Sefalet”… Meğer toplumda hem zenginlik üretmek  hem de zenginliği kardeşçe paylaşmanın zemini olabiliyormuş!
“Sosyalizm” diye heyecanlanıp koca koca laflar söyledikten sonra üstü başı kir pas içinde, ter kokan bir işçi ile bırak aynı masada yemek yemeyi, aynı havayı teneffüs etmekten bile kibirle kaçınan boş “ütopist”ler geldi gözümün önüne.
İlk cilde adını veren, biricik kızının karnını doyurabilmek, onu mutlu etmek için emeği yetmeyince önce saçlarını, sonra dişlerini, sonunda bedenin satmak zorunda kalıp adı orospuya çıkan; buna rağmen de başarılı olamayıp sefalet içinde ölüp cesedi bir çukura atılan Fantine’i okudukça namus, fazilet, insanlık, onur, şeref gibi değerleri sorguluyorsunuz.
Keza aç karnını doyurmak için çaldığı bir parça ekme yüzünden kürek cezasına çarptırıldıktan sonra bütün ahlaki değerlere, topluma  güvenini kaybeden Jean Valjean’ı adeta insanlığa kazandıran papazın özgün kişiliğini gördükçe, gözünüzün önüne siyasi referanslarla dinsel kurumların başına getirilen, kutsalı para ve şatafat olan bizdeki din adamlarını düşünüyor, sorguluyorsunuz…
Tabi, J. Valjean ile sefil bir hayatın içinden nasıl sağlam kişilikler, değerler ve toplumsal liderler çıkabileceği hissine kapılıyorsunuz…

İŞTE ALTINI ÇİZDİĞİM SATIRLAR…


“Doğru ya da yanlış, insanların hakkında söylenenler, onların yaşamları ve özellikle kaderleri üzerinde, yaptıkları işler kadar önemli bir etkiye sahiptir.”
“- Çok değerli kardeşlerim, Fransa’da bir milyon üç yüz yirmi bir köy evinin bir kapısı, iki penceresi, bir milyon sekiz yüz bin evin bir kapısı ve bir penceresi, üç yüz kırk altı bin evin sadece kapısı var.”
“…piskoposluğa terfi etmesinden bir süre sonra imparator Monsieur Myriel’e de, diğer bir çok piskopos gibi baron unvanı vermişti.”
“… Napolyon’a karşı tutumu bile imparatoruna hayran olan ama piskoposunu seven ve zavallı bir sürüyü andıran halk tarafından kabullenilmiş, sessizce bağışlanmıştı...”
“…aşırı fedakâr bir ermişin yanında bulunmak tehlikeliydi; telafisi imkânsız bir yoksulluk size de bulaşabilirdi. Yükselmeye yarayan ilişkiler ağını sarsabilir, dolayısıyla sizi istemediğiniz bir inzivaya yöneltebilirdi.”
“…Toplumu başına gelenlerin sorumlusu olarak görüyor ve kendi kendine bir gün bunun hesabını ondan sormakta tereddüt etmeyeceğini, verdiği zararla kendisine verilen ceza arasında büyük bir uçurum olduğunu söylüyor ve nihayet aslında haksızlıktan değil, yozlaşmadan kaynaklandığı sonucuna varıyordu.”
“Toplumu mahkûm ettiğinde kötülüğe, kaderi mahkum ettiğinde inançsızlığa yöneldiğini hissetti.”
“Duygusuz yürek gözyaşlarını kurutmuştu.”
“1862’nin Paris’i banliyösü Fransa olan bir şehirdir.”
“Emniyet Müdürü kedinin aslana dönüşmesinin mümkün olamayacağına inanıyordu; yine de Paris halkı mucizeler yaratmakta ustaydı.”
“Şeker yemezseniz ömrünüz uzar… Şimdi erkeklere dönüyorum. Beyler gönülleri fethedin. Birbirinizin sevgililerini taciz edin.  Değiş tokuş yapın. Aşkta dostluğa yer yoktur. Güzel bir kadının bulunduğu her yerde düşmanlık vardır. Karargâhta oturmak yok, göğüs göğse savaş… Güzel bir kadın ‘casus belli’dir (diplomaside savaş nedeni). Açıkça işlenen suçtur. Tarihteki bütün savaşlara kadınların iç etekleri yol açmıştır. Kadın erkeğin hakkıdır.”
“Dostlarım, şunu aklınızda iyi tutun, kötü ot ya da kötü insan yoktur, sadece kötü çiftçiler vardır.”
“…bazı kişiler sadece konuşma ihtiyaçlarını tatmin etmek için kötülük yaparlar. Konuşmaları, salondaki sohbetleri, bekleme odalarındaki gevezelikleri odunu çabuk tüketen sobalara benzer, çok yakacak gerekir ve yakacak malzemeleri çevrelerindeki insanlardır.” Cild 1 Sayfa 214.
“Büyük bir sefalet amansız hareketlere vesile olurdu.”
“Bu sınıftan kadınlar yasalarımız tarafından tamamıyla polisin insafına bırakılmıştır.  Polis istediğini yapar, onları keyfince cezalandırıp mesleklerini icra etmek ve özgürlük olarak adlandırdıkları iki hüzünlü şeyden mahrum eder.”
“Büyük kederler, sefilleri dönüştüren ilahi ve korkunç bir ışıktır.”
“Dedi, haykırdı sözcükleri… İnsan bazen dış dünyanın sessizliğini bozmadan kendi kendine söylenir, kendisiyle konuşur, haykırır. Büyük bir uğultu vardır, ağzımız hariç her yanımız konuşur.”
“Savcılar hep böyle davranmazlar mı? Kürek mahkûmu olduğuna göre, hırsızlık yaptığına inanılırdı. Jean Valjean isminin altında ezildiği için belki de delil aramaya gerek duymuyorlardı.”
“…Cennette kalıp şeytana dönüşmek! Cehenneme gidip melek olmak! Ne yapmalı ulu tanrım, ne yapmalı!”
“Bu dilde karı ve koca eş; Paris sanatın ve uygarlığın merkezi, kral hükümdar; monsenyör piskopos, papalığın kutsal temsilcisi; savcı kovuşturmanın belagatli yorumcusu; savunalar kulağın algıladığı vurgulamalar, 14.Luis dönemi altın çağ, tiyatro, Melpomene tapınağı, haneden, krallarımızın ulvi soyu, konser müzikal şölen, vilayet garnizon komutanı, sayın general, yiğit savaşçı vs.. Papaz okulu öğrencileri ruhani reislik adayları, gazeteler de çıkan yanlış haberler sayfalarının sütunlarında zehir saçan sahtekarlık vs anlamına geliyordu…”
“Rahip… ne de olsa bir kürek mahkûmu ve bir fahişe söz konusuydu. Bu yüzden Fantine’in defnedilmesini çok sadeleştirdi. Öyle ki onu yoksulların cesetlerinin üst üste yığıldığı bir çukura gömdürdü. Böylece Fantine mezarlığın herkese ait olan ve hiç kimseye ait olmayan yoksulların çürüyüp gittiği bir köşesine gömüldü. Ne mutlu ki tanrı ruhları nerede bulacağını bilir. Karanlıklara, kemiklerin arasına yatırılan Fantine küllerle hiç içe geçmiş bir yoksul çukuruna atılmıştı. Mezarı da yatağına benzemişti.”

SAVAŞ KİMİN İÇİN?

“Napolyon savaşa bütünselliği içinde bakar, ayrıntıların acıklı tablosuna dair küçük hesaplar yapmazdı. Rakamlar sonucu, yani zaferi işaret etmedikçe onları umursamaz, sonuca kendi damgasını vuracağından emin olduğu için başlangıçta işlerin yolunda gitmemesine aldırmazdı. Hiçbir sorun çıkmayacağını düşünerek sabırla beklemesini biliyor, kendini kaderle bir tutuyor, ona adeta şöyle diyordu: Cesaret edemezsiniz.”
“(Waterloo savaşını anlatıyor) …dörtnala koşturan Napoleon kaçakları sıkıştırıyor, tehdit ediyor, onlara yalvarıyordu. …Yaşasın imparator diye bağıran tüm ağızlar sanki onu zorlukla tanırlarmış gibi açık kalıyorlardı… Atlar hücum ediyor, toplar kaçıyor, nakliye askerleri kaçmak için mühimmat sandıklarını taşıyan arabaların atlarının koşum takımlarını çözüyor, dört tekerleğini havaya dikilmiş şekilde devrilen yük arabaları kaçanların önünü kesip katliamlara neden oluyor, izdiham yaşanıyor, herkes birbirini eziyor, ölüler ve canlıların üzerinde yürünüyor, kollar kendilerini kaybediyor, kaçan kırk bin askerin yığıldığı yollar patikalar, köprüler, ovalar, tepeler, vadiler, ormanlar, baş döndürücü bir kalabalığı ağırlıyor, çığlıklar, kılıç darbeleriyle açılan yollar, artık ne dost, ne subay ne general var: Tasvir edilemez bir dehşet. Zieten Fransa’yı keyfince kılıçtan geçiriyor. Aslanlar karacalara dönüyor. İşte kaçış böyleydi.”

KARGA İLE TİLKİ!

(Paris Adliye Sarayında savcılar Corbeau ve Renard için söylenen şiir):
“Bir dosyanın üzerine tüneyen üstat Corbeau,
Gagasında bir haciz belgesi tutar
Yayılan kokuyu duyan üstat Renard
Ona şu hikâyeyi anlatmaya başlar
Karga kardeş merhaba!”
“…insan, çocukluğunun geçtiği bir şehre sürekli olarak gidip geldiğinde geçtiği yollara dikkat etmez. O çatıların, o kapıların, o pencerelerin kendisi için bir anlam ifade etmediğini, o duvarların kendine yabancı olduğunu, o ağaçların sıradan bir manzara teşkil ettiğini, içine girilmeyen o evlerin hiçbir işe yaramadığını, üzerinde yürünen o kaldırımların taşlardan ibaret olduğunu düşünür. Daha sonraları orada olmadığınızda o caddeler, o sıradan ağaçlar gözünüzde tüter. O çatıların, pencerelerin kapıların eksikliğini hisseder hiç kimsenin girmediği o evlere her gün girildiğini, o kaldırımlarda ruhunuzu, yüreğinizi, kanınızı bırakmış olduğunuzu fark edersiniz… Çünkü bir ülkenin görünümüne bir annenin yüzü gibi bağlanılır.”

RAHİBELER…YAŞARLAR MI? 

“(Rahibelerin yaşamını anlatıyor) Katı İspanyol disiplinine geri dönelim...  Rahibeler yıl boyunca çok az yemek yer, büyük perhizde kendi özel günlerinde oruç tutarlar. Sabah saat bir de uyanıp üçe kadar dua okur, sonra sabah ayinine katılırlar. Önce şayaktan çarşaflarda samanların üzerinde uyurlar. Hiç yıkanmazlar, asla ateş yakmazlar. Her Cuma kendilerini kırbaçlarlar, çok kısa teneffüsler dışında  hiç konuşmaz ve altı ay boyunca, yani 14 Eylül deki kutsal haç gününden Paskalyaya kadar abadan elbiseler giyerler.”
“Yatılı okul öğrencileri tıpkı rahibeler gibi ebeveynlerini sadece ziyaretçi odasında görebiliyorlardı. Anneleri bile onları kucaklayamıyordu.”
“Bir ülkede manastırların çok sayıda bulunması onları hareketliliğin düğümlendiği noktalar, gelişmenin önünü tıkayan engeller haline getirir. Şehir merkezleri olması gereken yerde açılan manastırlar tembelliğin kurumsallaşmasına yol açar. Büyük insan topluluklarında manastır cemaatleri, meşenin üzerindeki ökseotunun, insanın derisindeki siğilin yerini tutar. Gelişmeleri ve refahları ülkenin yoksullaşması anlamına gelir.” Sf. 600
“Bakire kalmanın neye yaradığını anlamıyorum. Kilisede onlara ayrılmış bi şapel olduğunu ve Meryem ananın cemaatine girdiklerini biliyorum; ama lanet olsun, güzel, yiğit bir kocaya sahip olmak ve bir yıl sonra memenizi emen, baldırlarında zarif yağ kıvrımları olan ve şafak gibi gülerek göğsünüzü küçük pembe batileriyle döven sarışın, tombul bir yumurcağın annesi olmak, akşam ayininden sonra mumla ayine katılmaktan (Turris eburneayı söylemek) daha iyidir!”
“… Birisi isterse onunla evlenirdim. Tanrının bizi birbirimize tapınmak, cıvıldamak, güzelleşmek, güvercin, horoz olmak, sabahtan akşama kadar aşkı gagalamak, güzel karımızda hayranlıkla kendimizi izlemek, gururlu, muzaffer olmak, yiyip içmek dışında başka bir amaç için yaratmış olduğunu düşünmek imkansızdır; yaşamın amacı budur…”


SAVCI VE POLİSLER KÜREK KÜREK MAHKUMU  YARATIYOR..

“Diğer büyükşehirlerde serseri bir çocuk harcanıp giden bir yetişkine dönüşürken, neredeyse her yerde kendi haline bırakılan bir çocuk onurunu ve vicdanını kemiren suçların uğursuz bataklığına sürüklenirken, Paris’in dıştan yıpranmış ve yozlaşmış gibi görünen yumurcağının yüreğinin tertemiz kaldığını ısrarla belirtmemiz gerekiyor.”
“Rüzgârın oyuncağı olan yelkenli gemilerin yanında gerektiğinde yedeğe çekilen, kah kürekle, kah buhar gücüyle istediği tere giden bir gemi olmazsa donanmadan söz edilemez, o zamanlar günümüzün buharlı gemilerinin işini kadırgalar görüyor. Bu yüzden kadırgalar inşa etmek gerekiyordu. Ama kadırga kürek mahkumları olmadan harekete geçemeyeceği için, kürek mahkûmlarına ihtiyaç vardı.. Colbert (14. Louis’in maliye bakanı) taşradaki yöneticilerden ve parlamenterlerden ellerinden geldiğince kürek mahkûmu yaratmalarını istiyor ve üst düzey yöneticiler ile yargıçlar bu görevi keyifle yerine getiriyorlardı. Ayin alayı geçerken şapkasını çıkarmayan birisi Protestanlık suçlamasıyla kürek mahkûmiyeti cezasına çarptırılıyordu. Sokakta on beş yaşında yatacak yeri olmayan bir çocuğa rastlandığında hemen küreğe gönderiliyordu.
... Bazen çocuk ihtiyacı karşılanamadığında polis, babası olan çocukları da topluyordu. Umutlarını kaybeden babalar polislerin üzerine saldırıyor, meclis bu duruma müdahale edip idam cezası veriyordu. Kimin için? Polisler için mi? Hayır babalar için.”

YOKSUL MAHALLELERİ
BALDIRI ÇIPLAKLARIN ERDEMİ

“Giyotine benzeyen şarkılar bir gün şu başı, bir gün bir başka başı kayıtsızca keserler. Değişen sadece başlardır.”
“... Haçlı seferlerinin soyluluğu, imparatorluğu, yani kılıç soyluluğunu…”
“…Ve geleceğin doğmasında hiçbir şey düş kadar etkili olamaz. Bugünün ütopyası yarın ete kemiğe bürünür.”
“Bozguncular iyi nişan alan körlerdir.”
“Sosyalistlerin öne çıkardığı bütün sorunlar… iki temel başlıkta toplanabilir:
İlk başlık: Zenginliği üretmek
İkinci başlık: Zenginliği bölüşmek.”
“(Toplumsal olayların en fazla olduğu Saint Antoine kenar mahallesinden söz ediyor) Kalabalık bir karınca yuvasını, çalışkan cesur ve öfkeli bir arı kovanını andıran bu kenar mahalle bir ayaklanmanın bekleyişi ve arzusuyla titreşiyordu. …Buradaki canlılığı ve kasveti hiçbir şey tasvir edemezdi. Bu mahallenin tavan aralarında yürek sızlatan acılar gizlenmiştir; ayrıca nadir rastlanan keskin zekâlılar da buranın sakinleri arasında yer alıyordu. Hüznün ve zekânın aşırı uçlarının birbiriyle temasa geçmesi özellikle tehlikeliydi.
… Devrim sırasında yoksulluk hem neden hem de sonuçtu. İndirdiği darbe, sonunda kendine geri dönüyordu. Gizli potansiyel itibarından her zaman silaha sarılmaya ve ayaklanmaya hazır olan bu erdemli öfkeli, duyarlı halk adeta bir kıvılcımı bekler gibiydi.
…Meyhaneleri tarihi bir üne sahiptir. Çatışma dönemlerinde insanların şaraptan ziyade tartışmalarla sarhoş olduğu yerlerdir.”        
“…Vahşi.. Bu sözcük üzerinde anlaşalım. Devrimin  kaotik günlerinde yırtık pırtık giysileri, havaya kaldırdıkları topuzları, mızraklarıyla öfkeden kudurmuş halde gürleyerek eski Paris’e akın eden bu adamlar ne istiyorlardı? Baskıların, zorbalıkların sona ermesini, insanlar için iş, çocuklar için eğitim, kadınlar için sosyal haklar, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, düşünce özgürlüğü, dünyanın cennet bahçesine dönmesini, o iyi ve tatlı kutsal şeyi, toplumsal ilerlemeyi istiyorlardı. Ama bunu ürkütücü bir biçimde yarı çıplak bir halde ellerle topuzlarda bir gürlemeyle dile getiriyorlardı. Vahşilerdi evet, ama onlar uygarlığın vahşileriydi.
… Vahşi olduklarını kabul ettiklerimiz, ama iyilik  uğruna vahşi ve ürkütücü olan bu adamların karşısında şeritli, sırmalı, süslemeli giysileri, ipek çorapları, beyaz tüylü şapkaları, sarı eldivenleri, cilalı ayakkabıları, güleç yüzleriyle dirseklerini mermer şöminenin yanındaki kadife masaya  yaslanış sükunetle geçmişin, Ortaçağın kraliyetin, kutsal hakkının softalığın, cehaletin, köleliğin, ölüm cezasının devamını savunan, alçak sesle ve nezaketle  savaşı, kılıcı, ateşte yakılma cezasını, darağacını göklere çıkaran adamlar vardı. Bize gelince, uygarlığın barbarları ile barbarlığın uygarları arasında  bir tercih yapmamız istenseydi, barbarların yanında yer alırdık.”
“M. Babeuf’ün itinayla okuduğu kitaplar: ilki ünlü parlamenter Delancre’a ait ‘İblislerin İhaneti’, diğeri Mutor del la Rubaudier’in  ‘Vauvert’in İblisleri’ ve Bievre’in ‘Cüce Cinler’ kitabı.
“.. Soyluların metreslerini teşhir ettikleri, burjuvaların ise gizledikleri o dönemlerde…” (17, 18. Yüzyıl)
“Seine nehri kıyısındaki mahallelerde büyük bir kuşpalazı salgını varmış. Bilim bu felaketten, yerini tendürdiyota bırakan boğaza şap üfleme yöntemini denemek için yararlanmış.”
 “Paris’te bireyin kimliği başka sokağa taşınınca değişir… Tenardier bu fırsattan yararlanarak Jondrette adını almıştı.”

ARGO:SEFALETİN DİLİ

“Argo tam olarak nedir? Sefaletin dilidir... Bir milletin ya da bölgenin konuştuğu dil saygıya layıksa sefaletin konuştuğu dil incelemeye ve özen gösterilmeye ondan daha fazla layıktır.”
“Argo bazı kötü davranışlarda bulunmak üzere olan dilin kılık değiştirdiği vestiyerden başka bir şey değildir... Hiçbir dil argo kadar metafor içermez.”

TOPLUMSAL ÇELİŞKİLER

“Ayrıca toplumsal düzensizliklerin, aksaklıkların incelenmesinin ve düzeltilmeleri için altlarının çizilmesinin kişilerin tercihlerine kalmış bir mesele olmadığı konusunda ısrarlıyız. Uygarlığın yüzeyinde kanalları, taht mücadelelerini, prenslerin doğumlarını, kralların evliliklerini, savaşları, meclisleri, kamuya mal olmuş önemli şahsiyetleri, devrimleri inceleyen bir olay tarihçisinin daha derinleri, çalışan, acı çeken, bekleyen halkı, canından bezmiş kadınları, can çekişen çocukları, insanların insanlara karşı giriştikleri amansız savaşları, anlamsız vahşetleri, önyargıları, kanıksanmış adaletsizlikleri, yasaların yeraltında geri tepmelerini, ruhların gizemli evrimini, kalabalıkların fark edilmeyen çırpınışlarını, açlıktan ölenleri, çapulcuları, baldırı çıplakları, öksüzleri, kimsesizleri, bahtsızları, alçakları, karanlıklarda gezinen tüm larvaları araştıran bir gelenek ve düşünce tarihçisinden daha saygın bir görev üstlendiğini düşünüyorum. Altındaki mağaraları görmezden gelerek bir dağı tanımak mümkün müdür…”
“Devrimin ahlaki bir anlamı vardır. Hak duygusu görev duygusunu geliştirir. Herkesin yasası (Robespier’i tanımına göre) şudur: Kişinin özgürlüğü başka bir kişinin özgürlüğünün başladığı yerde biter.”
“Yarını reddetmenin tek yolu ölmektir.”
“Sevmek adeta düşünmenin yerini alır. Aşk geri kalan her şeyin tamamen unutulmasıdır.”
“Aşkın bir yere ulaşması (evliliğe vs.).. işte insanın garip isteklerinden birisi…”
“… Bütünün parçaya karşı verdiği savaşa devrim, parçanın bütüne saldırmasına ise isyan denir.”
“…aynı ırktan çatışmacılar arasında sadece yaş farkı vardı. Hepsi yirmi yaşında düşünceleri, kırk yaşında aileleri için ölen dirençli insanlardı...”
“.. herkesin herkes için özveride bulunmasına eşitlik denir. Herkesin herkesin hakkını korumasına kardeşlik denir…”
“İsyan ve bastırma girişimcileri eşit silahlarla dövüşmezler… Bastırma girişimcilerinin barikattaki isyancı sayısı kadar alayı, barikattaki fişeklik sayısı kadar cephaneliği vardır… Bu yüzden bire karşı yüz kişinin karşı karşıya geldiği çatışmalardır aniden patlayan devrim olmadıkça… Her zaman barikatların ezilip geçilmesiyle sonuçlanır. Devrim ağırlığını koyunca herkes ayağa kalkar, sokaklar kızışır, her Fransa’yı görür. ”
“Horatius onlardandı, Goethe onlardandı, belki La Fontaine de öyleydi, bu kimseler gibi acıları sükünetle izleyen, hava güzelse Neron’u görmeyen, güneşin ışıltısında insanların yakıldığı odun ateşini fark etmeyen, giyotine sadece bir parıltı, bir ışık oyunu görmek için bakan, ne açlığı, nehıçkırığı, ne inilgiyi, ne alarm çanını duyan, mayıs başlarıında kızıl ve altın sarısı bulutlar dolandıkça hoşnut olan ve yıldızların ışığı sönüp gidene, kuşların cıvıltısı kesilene dek mutlu olmaya karar vermiş, sonsuzluğun mükemmel egoistleri bu silsilede yer alırlar. Bunlar karanlık ışıltılardır. Acınacak halde olduklarının farkında bile değildirler.”
“…Evler bazen mezara benzer. Bu kapının önünde can çekişen isyancı, tüfeklerin, çekilmiş kılıçların yaklaştığını görür, bağırsa duyulacağını ama yardımına gelinmeyeceğini bilir; duvarlar koruyabilir, insanlar onu kurtarabilir, ama bu duvarların kulakları etten, bu insanların yürekleri taştandır. Suçlu kim? Hiç kimse ve herkes. Şu yaşadığımız kusurlu zamanlar…”
“Patlak veren bir ayaklanma halkın önünde sınav veren bir düşüncedir. Halk geçer not vermezse düşünce olgunlaşmamış demektir; ayaklanma küçük bir kargaşadan öte gidemez.
Her çağrıda ütopyanın canı her istediğinde savaşa girmek halkın işi değildir. Uluslar her zaman kahramanlık gösterecek ve dava uğruna ölecek bir ruh halinde olamazlar.
Gerçekçidirler. Ayaklanma onları tiksindirir, bunun ilk nedeni sonucunun sıklıkla felaket olmasıdır; ikinci nedeni ise hareket noktasının her zaman için bir soyutlama olmasıdır.”  
“(sayıca az isyancıları kastediyor) Hiçbir itiraz kabul etmeksizin insanın kendi üzerinde söz sahibi olmasını, adaleti, hakikati savunur ve gerekirse üç  yüz Spartalı gibi ölür.”
“Bazen mide yüreğe üstün gelir. Fransa’nın yüceliği midesini diğer halklardan daha az düşünmesinden, kemerini daha kolayca sıkabilmesinden ileri gelir. İlk uyanan ve son yatan odur. Önde gider. Araştırmacıdır.

LAĞIM:SUYA GİDEN SERVET

“… bilim günümüzde en verimli ve en etkili gübrenin insan gübresi olduğunu artık biliyor. Çinlilerin bu bilgiye bizden önce vakıf olduklarını utanarak  belirtelim…  ..Çin buğdayından tohumun yüz misli ürün elde edilir. Hiçbir yarasanın gübresi verimlilik konusunda bir başkentin atıklarıyla boy ölçüşemez. .. Peki bu altın gübreyi ne yapıyoruz? Uçurumlara süpürüyoruz…
Büyük paralar harcayarak penguen ve fırtınakuşu pisliği toplamak için Güney Kutbuna gemiler gönderiyor, elimizde bolca bulunan refah kaynağını denize döküyoruz. Dünyanın ziyan ettiği insan ve hayvan gübresi deniz yerine toprağa dökülseydi hiç kimse aç kalmazdı.”
“-Sayın baron, ben yaşlanmış eski bir diplomatım. Eski uygarlık beni çok yıprattı. Biraz da yamyamları incelemek istiyorum.
-      Eee sonra?
-      Sayın baron, bencillik dünyanın temel yasadıdır. Yevmiyeyle çalışan tarım işçisi bir yolcu arabası geçtiğinde arkasını dönüp bakar, toprak sahibiyse arkasını dönmez. Yoksulun köpeği zengine havlar, zenginin köpeği yoksula havlar. Herkes kendi başının çaresine bakar. İnsanların amaçları çıkarlarıdır… (Bu lafları Marius’a söyleyen kişi tek amacı kandırıp, ondan para aşırmak olan çakalın önde gideni, Tenardier..) Cilt: 2, sayfa 811.

……………….