19 Nisan 2023 Çarşamba

Camın hikayesi bizim hikayemiz!


İ

stanbul Beykoz Cam ve Billur Müzesi’nde dolaşırken, memleketin ekonomisi, siyaseti bir film şeridi gibi geçti gözümün ödünden. 

 Selçuklu döneminden itibaren cam üretiminde öncü olmaya başlayan Türkler, 17’nci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın müşterisi oluyor. 

Fatih, Kanuni dönemlerinde yerli cam eşya kullanan Osmanlı Sarayları, 17. Yüzyıldan itibaren Fransız, İtalyan malları ile doluyor.

Ve gösterişle, savurganlıkla açılan yol, bağımlılığa ve ülkenin iflasına gidiyor!

Saygıdeğer okurlar, bugün gelin size  camın hikayesini anlatayım.  Eminim bizim hikayemize ne kadar da benzediğini siz teslim edeceksiniz.

Çayınızı, kahvenizi alın, gelin…

Arkeolojik kanıtlar, yeryüzünde camın ilk kez M.Ö 2.350’lerde Mezopotamya’da ortaya çıktığını gösteriyor. Cam yapımında en önemli atılım, MÖ 1. Yüzyılda Suriyeli camcıların “üfleme tekniğini” keşfetmesi ile yaşanıyor.   

Romalılar, bu tekniği 200 sene sonra ülkelerine taşıyor.  

Türklerde cam imalatı Selçuklu döneminde başlar.

11-15. Yüzyıllar cam imalatının hızla yaygınlaşmasına sahne olur.

Selçuklu ve Memlûklular döneminde "mineli cam" üretimi vardır. 

Gıyasettin Keyhüsrev için özel cam tabak üretilir.

Timur Suriye’yi teslim alınca Halep, Rakka ve Şam’daki cam ustalarını alır, Semerkant’a götürür.

Selçuklunun yönetim merkezlerinden Konya civarında bulunan “Kubadabat Tabağı” dönemin en önemli buluntusu.  

Yerli cam bardak ve kandiller, cam bilezikler, revzenler (bir tür alçı çerçeveli renkli cam, vitray) Fatih Sultan Mehmet döneminde sarayda baş köşededir.

Kanuni Sultan döneminde ilk kez saray pencerelerinde, mimaride düz cam kullanılır. 

Mimar Sinan bunlardan yararlanır.

Yavuz Sultan Selim Tebriz’den cam ustaları (cam eşya değil, cam eşya yapacak usta!) getirir.

Camcı esnafı Sultan 3. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet’in sünnet töreninde, sarayda camcılık gösterisi yapar.

Veee, 1660’larda 21’i İstanbul merkezde (sur içi) olmak üzere Eyüp, Galata, Tophane ve Üsküdar’da üzere toplam 31 cam atölyesi tespit edilir. 

 Aynacılık, şişecilik ve camcılık meslekleri vardır artık.

SARAYDA YERLİ MALI ‘OUT’!

Ancak 18. yüzyılın başından itibaren cam imalatında bir anda Avrupa öne geçer.

Peki bu nasıl oluyor?

1787’de ilk kez 1.Abdülhamit saraya Avrupa’dan cam “Laledanlar” getirtir.

Artık Osmanlı Sarayı gibi yerler Avrupa’dan getirilen cam eşyalarla süslenmeye başlar. Padişahlar camdan at arabasına kadar pek çok eşyayı, yüksek faturalar ödeyerek siparişle Avrupa'da ürettirirler.  

1837’de, Beykoz Cam ve Billurat (kristal) Fabrikası inşa edilir.  İki yıl sonra Fransa’dan cam ustaları ve mühendisler getirilir.

Olaya bakın…

Beykoz’daki fabrikada cam üretimi vardır; ama sarayın tercihi Avrupa olmaya devam eder! 

Zira 17. yüzyıldan itibaren Venedik’te ve Fransa’da “birinci sınıf cam eşyalar” vardır.

Beykoz’daki fabrikada üretilen gülabdan (bir tür sürahi), vazo, ibrik, şekerlik, kâse, tuzluk, çeşmi-bülbül (kapaklı sürahi) ve daldırma kapları gibi eşyalar her halde ikinci sınıftır sarayın gözünde…

Sarayın gözdesi, İtalyan Retortoli, Vetro A Fili; Fransız Baccarat markalı pahalı eşyalardır.

Cam damacana ve karlıklar, avizeler, şamdanlar, cam ve aynalar, vazolar, cam bahçeler, bardaklar, tabaklar, kaseler, kaşık, çatallar ile gösterişli “Saltanat Mutfağı” eşyaları…

ABRAHAM PAŞA’NIN BAHÇESİ

Beykoz’daki müzeye yaklaşınca sanki İstanbul dışına çıkmış gibi hissediyorsunuz. Çevre yemyeşil orman, mis gibi temiz hava.



Müze adını burada faaliyet gösteren Beykoz Cam ve Billurât Fabrika-i Hümâyûnu’ndan almış. 

Müze binası aslında eski bir ahır. 

Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın kapı kethüdası ve Sultan Abdülaziz tarafından vezirliğe kadar yükseltilen Abraham Paşa’ya aitmiş. Abraham Paşa buraya köşkler, kuşhane, tiyatro binası yapmış.

 “Paşabahçe” markası da buradan esinlenilmiş.  Eskiden buraya “Paşanın Bahçesi” deniyormuş, “Abraham Paşa’nın bahçesi”

Müzede sergilenen bin 480 parça eşyanın büyük bölümü Avrupa’dan Osmanlı Sarayı’na getirilen eşyalar. 

Çoğu Abdülaziz ve 2. Abdülhamit dönemine ait.

Müze yaklaşık 360 dönüm araziye kurulmuş. 117 farklı türde ağacıyla yeşilin her tonuna sahip. Aracınızla geliyorsanız, girişte hem otopark hem müze giriş ücreti ödüyorsunuz.

Düşünüyorum da…

İyi ki, tarihi misyonunu tamamlayan Osmanlı yıkılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş.

Batıya bağımlılığa dur diyen Ankara yönetimi kolları sıvayıp Türkiye Şişe ve Cam Farikaları A.Ş.’yi (ŞİŞECAM) 4 Temmuz 1935’te faaliyete geçirmiş.

İyi ki Paşabahçe markamız var ve bugün yerli, milli markamız sayesinde hiç bir yabancı ülkenin cam vazosuna, kasesine, bardağına, tabağına muhtaç değiliz. Kalitede de, ürün yelpazesinde de kimseden geri kalmıyor.

Ve de iyi ki kamu kuruluşu değildi, diyorum içiden.

İş Bankası iştiraki olarak  özel bir kurum olmasaydı belki de şimdiye kadar çoktan yabancılara “özelleştirilecekti!”

Ama bir soru kafamı kemirmiyor da değil.

Acaba, bugünün sarayı, devlet yönetiminin merkezi kabul ettiğimiz “Beştepe Külliyesi”inde…

Mutfağından, banyo tuvaletine, pencerelerinden sofralarına, gardrobundan araba garajına… 

Acaba diyorum, bu saraydaki malların yüzde kaçı yerli, milli?

Hani her fırsatta yerli ve milli iddiası ortaya atılıyor ya!