İ |
stanbul Beykoz Cam ve Billur Müzesi’nde dolaşırken, memleketin ekonomisi, siyaseti bir film şeridi gibi geçti gözümün ödünden.
Selçuklu döneminden itibaren cam üretiminde öncü olmaya başlayan Türkler, 17’nci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın müşterisi oluyor.
Fatih, Kanuni dönemlerinde yerli cam eşya kullanan Osmanlı Sarayları, 17. Yüzyıldan itibaren Fransız, İtalyan malları ile doluyor.
Ve gösterişle, savurganlıkla açılan yol, bağımlılığa ve ülkenin iflasına gidiyor!
Saygıdeğer okurlar, bugün gelin size camın hikayesini anlatayım. Eminim bizim hikayemize ne kadar da benzediğini siz teslim edeceksiniz.
Çayınızı, kahvenizi alın, gelin…
Arkeolojik kanıtlar, yeryüzünde camın ilk kez M.Ö 2.350’lerde
Mezopotamya’da ortaya çıktığını gösteriyor. Cam yapımında en önemli atılım,
MÖ 1. Yüzyılda Suriyeli camcıların “üfleme tekniğini” keşfetmesi
ile yaşanıyor.
Romalılar,
bu tekniği 200 sene sonra ülkelerine taşıyor.
Türklerde cam imalatı Selçuklu döneminde
başlar.
11-15. Yüzyıllar cam imalatının hızla yaygınlaşmasına
sahne olur.
Selçuklu ve Memlûklular döneminde "mineli cam" üretimi vardır.
Gıyasettin Keyhüsrev için özel cam
tabak üretilir.
Timur Suriye’yi teslim alınca Halep, Rakka ve Şam’daki cam ustalarını alır, Semerkant’a
götürür.
Selçuklunun yönetim merkezlerinden Konya civarında
bulunan “Kubadabat Tabağı” dönemin en önemli buluntusu.
Yerli cam bardak ve kandiller, cam bilezikler,
revzenler (bir tür alçı çerçeveli renkli cam, vitray) Fatih Sultan Mehmet
döneminde sarayda baş köşededir.
Kanuni Sultan döneminde ilk kez saray pencerelerinde, mimaride düz cam kullanılır.
Mimar
Sinan bunlardan yararlanır.
Yavuz Sultan Selim Tebriz’den
cam ustaları (cam eşya değil, cam eşya yapacak usta!) getirir.
Camcı esnafı
Sultan 3. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet’in sünnet töreninde, sarayda camcılık
gösterisi yapar.
Veee, 1660’larda 21’i İstanbul merkezde (sur içi) olmak üzere Eyüp, Galata, Tophane ve Üsküdar’da üzere toplam 31 cam atölyesi tespit edilir.
Aynacılık,
şişecilik ve camcılık meslekleri vardır artık.
SARAYDA YERLİ MALI ‘OUT’!
Ancak 18. yüzyılın başından itibaren cam imalatında
bir anda Avrupa öne geçer.
Peki bu nasıl oluyor?
1787’de ilk kez 1.Abdülhamit saraya Avrupa’dan cam “Laledanlar”
getirtir.
Artık Osmanlı Sarayı gibi yerler Avrupa’dan
getirilen cam eşyalarla süslenmeye başlar. Padişahlar camdan at arabasına
kadar pek çok eşyayı, yüksek faturalar ödeyerek siparişle Avrupa'da ürettirirler.
1837’de, Beykoz Cam
ve Billurat (kristal) Fabrikası inşa edilir. İki yıl sonra Fransa’dan cam ustaları
ve mühendisler getirilir.
Olaya bakın…
Beykoz’daki fabrikada cam üretimi vardır; ama sarayın tercihi Avrupa olmaya devam eder!
Zira 17. yüzyıldan itibaren Venedik’te ve
Fransa’da “birinci sınıf cam eşyalar” vardır.
Beykoz’daki fabrikada üretilen gülabdan (bir tür
sürahi), vazo, ibrik, şekerlik, kâse, tuzluk, çeşmi-bülbül (kapaklı sürahi) ve
daldırma kapları gibi eşyalar her halde ikinci sınıftır sarayın gözünde…
Sarayın gözdesi, İtalyan Retortoli, Vetro
A Fili; Fransız Baccarat markalı pahalı eşyalardır.
Cam damacana ve karlıklar, avizeler, şamdanlar, cam ve
aynalar, vazolar, cam bahçeler, bardaklar, tabaklar, kaseler, kaşık, çatallar
ile gösterişli “Saltanat Mutfağı” eşyaları…
ABRAHAM PAŞA’NIN BAHÇESİ
Beykoz’daki müzeye
yaklaşınca sanki İstanbul dışına çıkmış gibi hissediyorsunuz. Çevre yemyeşil
orman, mis gibi temiz hava.
Müze adını burada faaliyet gösteren Beykoz Cam ve Billurât Fabrika-i Hümâyûnu’ndan almış.
Müze binası aslında eski bir ahır.
Mısır
Hidivi İsmail Paşa’nın kapı kethüdası ve Sultan Abdülaziz tarafından
vezirliğe kadar yükseltilen Abraham Paşa’ya aitmiş. Abraham Paşa
buraya köşkler, kuşhane, tiyatro binası yapmış.
“Paşabahçe” markası da
buradan esinlenilmiş. Eskiden buraya “Paşanın
Bahçesi” deniyormuş, “Abraham Paşa’nın bahçesi” …
Müzede sergilenen bin 480 parça eşyanın büyük bölümü Avrupa’dan Osmanlı Sarayı’na getirilen eşyalar.
Çoğu Abdülaziz ve 2. Abdülhamit
dönemine ait.
Müze yaklaşık 360 dönüm araziye kurulmuş. 117 farklı
türde ağacıyla yeşilin her tonuna sahip. Aracınızla geliyorsanız, girişte hem otopark
hem müze giriş ücreti ödüyorsunuz.
Düşünüyorum da…
İyi ki, tarihi misyonunu tamamlayan Osmanlı yıkılmış
ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş.
Batıya bağımlılığa dur diyen Ankara yönetimi kolları
sıvayıp Türkiye Şişe ve Cam Farikaları A.Ş.’yi (ŞİŞECAM) 4 Temmuz
1935’te faaliyete geçirmiş.
İyi ki Paşabahçe markamız var ve bugün yerli, milli
markamız sayesinde hiç bir yabancı ülkenin cam vazosuna, kasesine, bardağına, tabağına muhtaç
değiliz. Kalitede de, ürün yelpazesinde de kimseden geri kalmıyor.
Ve de iyi ki kamu kuruluşu değildi, diyorum içiden.
İş
Bankası iştiraki olarak özel bir
kurum olmasaydı belki de şimdiye kadar çoktan yabancılara “özelleştirilecekti!”
Ama bir soru kafamı kemirmiyor da değil.
Acaba, bugünün sarayı, devlet yönetiminin merkezi kabul ettiğimiz “Beştepe Külliyesi”inde…
Mutfağından, banyo tuvaletine, pencerelerinden sofralarına, gardrobundan araba garajına…
Acaba diyorum, bu saraydaki
malların yüzde kaçı yerli, milli?
Hani her fırsatta yerli ve milli iddiası ortaya atılıyor ya!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder