23 Eylül 2011 Cuma

Kıdem, gıdım gıdım!



Çiçeği burnunda “Kalkınma Bakanlığı”, memleketi kalkındırmaya, milyonlarca işçi ve memurun hayalini kurduğu “kıdem tazminatı”nı buharlaştırarak başlamak istiyor. İşin garibi, bu tazminat sistemi o kadar çıkmaza sokuldu ki, hükümetin yeni “kişisel tazminat”ı için şartlar uygun görünüyor! 



İşveren örgütleri, TÜSİAD, BUSİAD, MESS, TOBB, BTSO, yıllardır kıdem tazminatlarından şikâyet ediyordu. Gazeteci olarak katıldığımız yüzlerce basın toplantısında bu serzenişi duyduk.  
Patronlar, kıdem tazminatlarının çok yüksek olduğunu, “işçi çıkarmaya korktuklarını”,  tazminatların firmaları “iflasa sürüklediğini” söyleyip durdular. 
 İşçi çalışıyorsa, maaşını alıyor. Bu tazminat da nerden çıktı” dediler.  
Ama tazminat, çalışma yaşamında istikrar, sosyal adalet ve çalışanların hakkı hukuku, demokratik standartlardan sayıldığı için, biraz da tepki olur kaygısıyla hükümetler bu sesleri pek duymaz gibi göründü.
Göründü, ama elleri de boş durmadı. Özellikle, son küresel krizlerde işin “maliyet yarışına” dökülmesi, hükümetleri hemen “işçilik maliyetlerini düşürme”ye itti. 
Evet,  gerçekten de küresel rekabet bir fiyat ve maliyet savaşıydı. Piyasanın kralı, malı en iyi ve ucuza yapandı… 
Ancak, maalesef bizim işadamlarımız gibi hükümetlerimiz de, fiyatları düşürebilmenin tek yolu olarak gözlerini çalışanın cebine diktiler.  
Hükümetler bu yüzden “kayıt dışı”na göz yumdular. Sigortasız, kayıtsız çalışma çığ gibi yayıldı.
Yetmedi, sendikalar duman edildi. Devlet anayasal bir kurum olan sendikaları, sıradan derneklere dönüştürmek için elinden geleni yaptı. Çalışanların “örgütlü hak alma” kanalları iyice kapatıldı. Grev çadırları polis, jandarma tarafından basıldı, sendikalara “yasadışı örgüt”, bu alandaki aktivistlere de “terörist”muamelesi yapıldı.
Yetmedi, “özel istihdam büroları” mantar gibi çoğaldı. Artık koskoca şirketlerde çalışan insanlar,  çoğu zaman bir tabeladan ibaret , sorun çıkınca izini kaybettiren taşeron şirketin adamı haline getirildi. 
Sadece özel şirketler değil, bakanlıklarda bile artık, işçiler bu taşeronlara çalışıyor. Esnek çalışma vs. de aynı şey için getirildi. 
Bugün devletin hastanelerinde hemşireler, doktorlar bile temizlik şirketlerine bağlı çalışabiliyor.
Yetmedi, kamuda, yerel yönetimlerde işin içine siyaset sokuldu, her iktidar kendine göre bir sendikayı öne çıkardı, çalışanlar bölündü,  dayanışma yerini güvensizlik ve patrona yaranmaya bıraktı, çalışanlar sendika demeye korkar hale geldiler. Sendikalı işçi sayısı hızla azaldı.
Yetmedi, patronlar sürekli “girdi-çıktı”larla, sigorta primlerini eksik ödedi. “15 yıl çalıştım, 8 ay prim çıktı” haberleri duyar olduk.  
Tabi SGK da yıllardır,  devletin “arpalığı” olarak görüldüğü ve toplanan sigorta primleri, yüksek enflasyon ortamında iyi işletilmedi. Hükümetler parayı sorgusuz sualsiz başka işlere aktardığı için, SSK çıkmaza sokuldu. Sanki burası bir sigorta şirketi değil de, “Banker Bilo”  filmi sahnesiymiş gibi, “alınan sigorta primleri, emekli maaşlarına yetmiyor” dendi.
Patronlar, bu iş için ayrılması gereken parayı kata yata, lüks otel kahvaltılarına harcadığı için, işçi ayrılırken tazminat ödemek zul oldu.  
Şimdi artık, “maliyet operasyonu”nda, çalışanların kıdem tazminatlarını tamamen ortadan kaldırmaya sıra geldi galiba.

 Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz’ın açıklamasına göre, zaten tazminatı kaldırmak o kadar da büyük bir kayıp değilmiş. Tazminatların kaldırılması “sadece  yüzde 7’yi ilgilendiriyormuş. Yani çalışanların yüzde 90’dan fazlası, zaten bir işyerinde uzun yıllar çalışamadığı için, tazminat falan alamıyor!

Hesap ortada. Mevcut sisteme göre kıdem tazminatı, bir aylık brüt maaşınızın, çalıştığınız yıl ile çarpımından oluşuyordu.  Bakana göre, örneğin, 37,5 sene çalışmış olan birisi, “bireysel tazminat” sisteminde 12 aylık brüt ücreti kadar tazminat alacak. Yani, şu anda yaklaşık 38 bin lira alacak bir işçi, bakan dediği yasayı çıkarırsa, artık 12 bin lira kıdem tazminatı alabilecek
Üstelik, çıkarıp o parayı vermeye de elleri gitmiyor. “İsteyen tazminat yerine aylık maaş alacak”mış…
Bütün hesap bu, gerisi hikaye..
Gerçekçi olalım. Evet, özellikle Uzakdoğu düşünüldüğünde işçilik ve üretim maliyetleri yüksek, bu ihracatta sorun. Ancak, yıllar itibariyle bizde çalışanların reel gelirleri zaten düşürüldü ve bakın, asgari ücret “açlık sınırı” rakamının altında.
İşçiliğin genel üretim maliyeti içindeki küçücük payını da düşünürseniz, artık sıranın üretimdeki asıl maliyet kalemlerine gelmesi zorunlu.
Dünyanın en pahalı elektriğini, gazını, benzinini, kullanacaksınız; tarım ve sanayide temel girdileri kazık fiyattan satacaksınız, sonra da çıkıp “işgücündeki katılıklar” diye çalışana yükleneceksiniz…
Ama unutmayın, kendi ayağınıza sıkıyorsunuz!. 
Zira üçretleri kısarak üreteceğiniz malların satacağınız kişiler yine işçi, memur vs. 
Zaten yaşadığınız “ekonomik kriz”lerin nedeni de bu değil mi?
İyi pazarlar.

18 Eylul 2011

17 Eylül 2011 Cumartesi

Somali’ye ‘yardım operasyonu’!



Hayır, yazmayacaktım... Ama şu Somali’de yaşanan iç savaş ve açlık dramı ile ilgili öyle bir medya bombardımanı yaşıyoruz ki, sonunda dayanamadım. Meğer şu ABD ve batılı “warlord”lar (savaş ağaları) ne kadar da masum, insancıl şeylermiş a canım! 


Onlarca yıldır Afrika’yı köleleştiren, sınırları cetvelle çizili ülkeler yaratan, kıtayı istikrarsızlaştıran, bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalayan kendileri değilmiş gibi, şimdi “insani yardım” şampiyonluğunu peşindeler
Sevgili okurlar, dünyanın neresinde olursa olsun, kıtlık, açlık çeken insanlara yardım insani bir duygudur.
Ama işin içine devletler ve siyaset girince bilesiniz ki, bunlar pek hayra alamet şeyler değildir.
Yıllar önce bir İngiliz gazetecinin Türkçeye çevrilen kitabını okumuştum. Meslektaşımız, açlık ve iç savaş yaşanan Etiyopyaya gitmiş, iki sene orda kalmış, isyancıların arasında yaşamış ve oturup kitap yazmış. 
Özeti bence şu: Hiçbir doğal felaket, coğrafya, eğer işin içine politika karışmıyorsa insanları açlığa, sefalete mahkûm edemez…
Afrika’yı, vahşi yaşam dünyası olarak biliriz. 
Hayvanın, bitkinin binbir türlüsünün yaşadığı yemyeşil bir kıta, nasıl olur da inşaları aç bırakır? 
Nitekim örneğin Etiyopya, yakın yüzyıla kadar Arap dünyasına sığır satan, et-süülkesiymiş. 
Keza Somali de öyle. 
Ama sömürgeci batılı ülkeler –maalesef bu ülkeler kendi demokrasilerinden Afrika’ya zırnık koklatmamışlar, hep kendilerine bağlı aşiret reislerini desteklediler- bu kıtaya sefillik ve zorbalıktan başka bir şey vermedi.
Somali, ancak 1960’da İngiltereden bağımsızlığını kazanabildi. Resmen bağımsızdı, ama batılılar yakasını bırakmadı.
1977’lerdeOgedan’da Somali (arkasında ABD) ile Etiyopya (Arkasında SSCB ve Küba) savaştı. Etiyopya, Ogedan’ı aldı. 1988’de Bare hükümetine karşı sol ağırlıklı silahlı mücadele başladı. İç savaş kızışınca  ABD, BM kanalıyla Somaliye 1992de operasyon başlattı
Hatırlanacaktır, bu Birleşik Görev Gücü’ne Türkiye’den de Çevik Bir paşa atanmıştı. Ama bu operasyon istikrarı sağlamak şöyle dursun, ülkenin belli bölgelere ayrılmasına yol açtı, her bölgede belli kabilelerin güçlenmesini sağladı. Bu arada, ülkeye hâkim olan aşiretlerin birçoğu, Amerika’ya karşı bağımsızlık savaşı” başlattı.
 ABD, Afrika’daki misyonu US Africa Command aracılığı ile 2004de Somali Federal Geçici Parlamentosu’nu kurdurdu. Başına da Şeyh Ahmet getirildi. İlginçtir, bu Somali hükümeti Somali’de değil, Kenya Nairobide kuruldu.
Şeyh Ahmet “İslami Yargı Birliği’nin örgütünün başkanıydı. Bu örgüt, bir siyasi hareket olmaktan çok, ülkedeki zenginlerin, mallarını korumak için hırsızları vs. yargılamak üzere oluşturdukları bir örgüt ve ülkenin zengin takımının desteğini alıyor. 
Şeyh Ahmet aynı zamanda en büyük aşiretlerden Haviye’nin reisi. 
Somali Müslüman bir ülke. 
Geçici SFGP’de 275 üye var, hepsi büyüklüklerine göre bir aşireti temsil ediyor.
Dünya’da demokrasinin mabedi bilinen ABD’nin Afrika ülkesi Somali’ye uygun gördüğü model, işte bu aşiret devleti!
Şeyh Ahmete 2004den itibaren 5 yıllık görev verilmişti. Sonrademokratik seçimler” olacaktı. 
Ancak Ahmet, koltuğu sevdi ve zaten ülkenin önemli bir bölümü de muhaliflerin elinde olduğundan seçimden vazgeçip görev süresini Ağustos 2011e kadar uzattı. Başbakan Erdoğan’ın gözü kapalı destek verdiği Şeyh Ahmet, Mogadişu civarında kurduğu hükümet ile ülkenin merkez ve güneyini kontrol edemiyor. 
Hatta bir hükümet düşünün ki, 2009’da en büyük muhalif güç olan El Şebab, Baidai kentine saldırdığında, pılını pırtısını alıp Cibuti’ye kaçıyor!
Allafrica.com sitesinde yazılanlara bakılırsa, “Bir yandan ABD destekli Şeyh Ahmet güçleri, diğer yandan Al Kadide destekli gruplar halka terör estiriyor.”
Zengin uranyum yatakları, stratejik deniz trafiği, petrol umudu ağızları sulandırıyor. 
ABD bir elindeki “war on terror” politikası ile terör estirip anti-amerikan direnişin yaygınlaşmasına sebep oluyor; bir elindeki “USAID” ile de dünyayı “insani yardım”a çağırıyor.
Amerikancı Şeyh Ahmet, islamcı El Şebab, Kenya ve Etiyopya destekli birlikler ve Afrika Barış Gücü Birliği… 
İç savaşta geri adım atan yok.
Kurak, susuz bir yaz. İnsanlar aç, bi-ilaç, yalınayak ülkesini terk ediyor.
Herkes karşısındakini terörist ilan etmiş. ABD (BM, Türkiye vs.) Güney’e; El Şebab Kuzey’e giden insani yardımları engelliyor, yağmalıyor.
Aç insana gönderilen bir somun ekmeğin, iç savaş malzemesi haline gelmesi… 
Ekmeği kurşuna çevirme mahareti
Belki de en büyük “insanlık dramı” bu, diye düşünüyorum.
İyi pazarlar

04 Eylul 2011
 

13 Eylül 2011 Salı

Ölümün şaheser kitabı!


Ne ekonomi, ne siyaset, ne İsrail… Bu hafta beni en çok etkileyen şey bir kitap oldu. Hani “Bir kitap okudum, hayatım değişti” denir ya, işte o kadar! Adı, "Ölüm benim işim"...



Ama “resmiyette” kimsenin üzerine almadığı bir iş, nasıl oluyor da hala insanlığın kaderine yön vermede başpehlivanlığa devam edebiliyor? 
Acaba, ölümü, öldürmeyi kendisi ve ülkesi için gurur duyacağı bir iş, meslek olarak görenler düşündüğümüzden çok mu fazla?
Gün gelir, alıp okurum” diye kütüphaneye koyduğum kitaplardan birisini nihayet, neredeyse 25 yıl sonra okuyabildim.  Aslında sadece Fransızca bir kitap okumuş olmak için almıştım elime “La Mort Est  Mon Métier- Ölüm benim mesleğimdir” adlı romanı. Fransa’nın seçkin yayınevlerinden Gallimard’ın 1952 yılında yayımladığı, 450 sayfalı bu kitap, gerçek yaşamdan bir kesit…  
Bir belgesel, bir dram, insanın kanını donduran bir yaşam öyküsü.
Robert Merle imzalı kitap, özetle, Hitler Almanyası’nın en büyük katliam merkezi olarak ün salan  Polonya’daki  Auschwitz toplama kampının yapımı,“kaydettiği büyük başarı (!)” ların altında bir numaralı organizatör, plan ve uygulamacı olan Rudolf Lang’ın yaşam öyküsünü konu ediniyor.  
Almanya’da sıradan, dindar, muhafazakar bir aile ve subay çocuğu olarak dünyaya gelen Rudolf’un öyküsünün aslında eğitimciler, pedagog ve sosyologlarca mutlaka analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. 
Ancak işin bu tarafı benim işim, “mesleğim” değil.  Bunu, belki de onların yerine “toplum mühendisliği” ile “kurşun asker”ler yaratmak isteyen birileri zaten yapıyordur!
16 yaşında askere gidip,  1. Dünya Savaşı’nda, Arap çöllerinde, haritada bile görmediği ülkelere savaşa gönderilen Rudolf,  kendisini “ülkesi için adamış” birisi.  
Hayatına anlam veren en önemli şeyler, “üstlerine bağlılık”, aldığı emirleri harfiyen yerine getirme ve bunları asla sorgulamama… 
İlk dünya savaşı sonunda, Almanya’nın yenilmesi ile açlık ve sefaletin pençesine düşen Rudolf, bir çiftlikte at bakıcısı olarak çalışırken, Almanya’da hızla etkinliği artan Nazi’lerle tanışır.  
Bekar, kimsesiz ve savaş deneyimi olan,  ağzı sıkı bu gence Naziler kancayı takar, ona en çok sevdiği “üniforma”yı sağlar, evlendirilir,  sürekli yeni rütbelerle ünlü SS birliklerine katarlar.
“Komutanım emrederse gözümü kırpmaz, vururum” diyen Rudolf, bunu yakın bir akrabasını öldürerek kanıtladıktan sora artık, Hitler’in en önemli adamlarından Himmler  ile  tanıştırılır, “en kutsal, en gizli görev” olarak toplama kamplarında görevlendirilir.
Verilen emri  sorgulamadan  yerine getirmeye kendini programlayan Rudolf,  işgal ettikleri Polonya’nın Aushwitz kasabasına yakın bir yerde, düz bir araziyi insanlık tarihinin en büyük katliam merkezi haline getirir. Tabi yavaş yavaş…
Rudolf’a üst düzey bir SS komutanı geliyor, “Göreviniz çok önemli. Önümüzdeki  6 ayda size 500 bin ünite gönderiyoruz. Planınızı  ona göre yapın” diyor.
Ünite dediği,  toplama kampına getirilen Yahudi ve solcu insan sayısı
Trenle, gizlilik içinde getirilenlerden  önce bir grup “çalışabilir” ayrılıyor, kalanı fazla beklemeden,  üzerinde “Dezenfeksiyon Salonu”  yazan gaz odalarına götürülüyor. 
İnsanlar duşa giriyormuş gibi çırılçıplak soyuluyor, ellerine sabun veriliyor. Sonra kapılar kapatılıyor, bir kutu “Cyclon B” gazı, 5 dakika içinde hepsi ölüyor.  
Her salonda, bir keresinde 200 kişi zehirleniyor.
Komutan 500 bin kişi deyine Rudolf  hesap  yapıyor:  
Bu nasıl mümkün olacak? Günde 2 bin 800 kişi eder.  Ne gaz odalarımız, ne de toplu gömme kapasitemiz buna yeter...” 
500 bin kişinin gaz odasında öldürülmesinden söz ediliyor.. Ama sorun gayet “teknik”!
Ama Rudolf’un işi bu!
Bakıyorlar ki, 200’er 200’er öldürmek, çocuk oyuncağı... 
5 dakikada bütün salonda nefesler kesiliyor, çığlıklar susuyor.  Ama bu kadar insanı toplu olarak da olsa toprağa gömmek fazla zaman alıyor...  Kuyuların derinliği 10 metreye çıkarılıyor, o da yetmiyor… 
Kamp alanında kuyu kazacak yer kalmıyor. Her yer cesetle doluyor. 
Tabi trenle getirilenlerin  sayısı sürekli artıyor. Derken, Rudolf, yakma kazanlarını “keşfediyor”.  
Gaz odasından alınan çıplak cesetler,  asansörlere alınıp, hemen bitişikte yaptırılan devasa kazanlara atılıyor.
1942’nin sonunda bu kampta günde katledilen insan sayısı 10 bine çıkıyor. 
Müthiş fabrika! 
Austwicz kasabasında gökyüzünü  yanık ceset dumanı kaplıyor.  
Ama  Rudolf, son ana kadar, olup bitenleri kampın bitişiğinde yaşayan karısından gizlemeyi başarıyor.
1945’de naziler yeniliyor  Himmler intihar ediyor. 
Rudolf, ünlü Nurenberg  savaş mahkemesine  çıkarılıyor. Suçlamaların hepsini kabul ediyor…  Sadece Amerikalı savcıya, “Öldürdüğümüz kişi sayısı 3,5 milyon değil, 2,5 milyon “ diye itiraz ediyor! 
Suçsuzum, sadece işimi yaptım. Bugün olsa yine yaparım” diyor!
"Devlet millet için yaptım, görevim buydu" kafası... 
İçimizde ne kadar Rudolf var acaba?
İyi pazarlar


11 Eylul 2011