13 Ekim 2011 Perşembe

‘Açık’ düzeninde tek bir tuğla…


 

TCMB bugünlerde dolara hücumu frenlemek için ihale üstüne ihale yapıyor. Umarız ki, epeydir döviz rezervlerinin fazlalığı ile övünen banka, doların ateşini söndürür.


 Ancak geçmiş deneyimlere ve tek bir tuğlası bile sökülemeden sapasağlam duran cari açık ekonomisine bakılırsa, “merkez”in dövize hücum edenlere “alın size dolar” diye piyasaya dolar saçmasının etkileri sınırlı kalacak.  Zaten hükümet de “enflasyon artabilir” açıklaması ile olacakları kabullenmiş görünüyor.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) doların 1,9 lirayı görmesi ve psikolojik sınır kabul edilen 2 liraya ulaşacağının anlaşılması üzerine geçtiğimiz hafta içinde iki rekor ihale açtı, piyasaya 2 milyar dolara yakın döviz sattı.  
Merkez, ayrıca bankaların döviz yükümlülüklerini de hafifleterek, dolara talebi frenlemek istedi. Bu operasyonla dolar 1,85 liraya geriledi. Dolar, haftayı 1,84 lira ile bitirdi.
Elbette, ilk göze çarpan şey, rekor döviz satışına rağmen kurun çok da fazla düşmemiş olması. Ayrıca gözünü “yurtdışı piyasalardaki olumsuz gelişmeler”e diken ve bu yolla güvenini yitiren piyasa aktörlerinin her an dolara yüklenebileceğini, paniğe çok açık bir ortam oluşmaya başladığını da görmek gerekiyor.
Sizlere, doların önümüzdeki günlerde nereye kadar çıkacağını söyleyebilecek durumda değilim. Ama bu gidişin hiç de hayra alamet olmadığını ve daha şimdiden toplum olarak bunun faturasını ödemeye başladığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Daha dün, doğalgaza küt diye yüzde 12 zam yapıldı. Enflasyonu yüzde 6-7 diye açıklayan Türkiye, hem enerjide hem ısınmada en temel ürünlerden birisi olan gaza bir kalemde yüzde 12 zam yapabildi! Demek ki bu kış vatandaş ısınmak için yüzde 12 daha fazla ödeyecek. Aynı şekilde doğalgaz kullanan bütün fabrikaların, işyerlerinin yakıt, enerji giderleri artacak.
Tabi iş doğalgaz fiyatı ile kalamaz. Bakın, hemen elektriğe yüksek oranlı bir zam yapıldı, zira artık Türkiye elektriği büyük ölçüde doğalgaz yakan santrallarda üretiyor.
Eee tabi, yarın doğalgaz, elektrik maliyetleri artan firmalar, kuşkunuz olmasın ki, bunu fiyatlarına yansıtacaklardır ve “iğneden ipliğe”  her şeye şakır şakır zam gelecektir.
Türkiye uzun yıllar yüksek enflasyonla yaşadı ve geleneksel olarak enflasyonun kaynağı kamudur. Zira öteden beri devlet ilk adım olarak benzine, mazota, elektriğe zam yapar. Gerekçesi de –her zaman olduğu gibi- “döviz fiyatlarındaki artış” olur. 
Burada, devletin bütçe açıklarını kapatmak için kendi elindeki “KİT”lerde yaptığı zamları da unutmamak lazım. İçki ve sigaradan şekere, uçak biletinden TEKEL kibritlerine, boğaz geçişinden belediye otobüs biletine, okul harçlarına, her şeye zam yağardı.   
Üretimdeki en temel girdiler olan akaryakıt ve elektrik faturaları kabaran özel sektör de şakır şakır zam yağdırmaya başlardı.  
Tabi bu zam ve enflasyon oyununun en büyük kuralı adaletsizliktir
Mutlaka güçlü ve örgütlü olanlar diğerlerine fark atarlar… 
Enflasyonun belirleyici dinamiği, “fiyat artışının, ücret artışından fazla olması” dır. Yani elinde satacak malı olanlar, piyasayı kontrol edenler daima ücreti, emeği ile geçinenlerden daha avantajlıdır. 
Zaten “adaletsizlik”, bir kesimden diğerine gelir transferi olmasa enflasyon kimsenin işine gelmez!
Düşünsenize, hem mallar ve hizmetler, hem de ücretler aynı oranda arttı… 
Kimse kimseden bir şey aşıramadı!… 
Böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır! 
Zaten böyle olsa kimse fiyat artırmaya kalkmazdı. 
Giderlerin yüzde 50 artacaksa, niye durup dururken malının fiyatına yüzde 50 zam yapacaksın ki? 
Kasaya girenle çıkan eşitlenirse, niye boşa çabalayacaksın ki? 
Yüksek enflasyon toplumda adaletsizliği artırır, ücretliler aleyhine bir dengesizlik yaratır. Bu yüzden haklın gözünde onun adı “enflasyon canavarı”dır! 
Yüksek enflasyon sadece ücretlileri değil, çiftçi-köylü kesimini de ezer. 
Satın aldığı her şeye zam geldiğini görüp, kendi ürettiği şeyleri ucuza satmak zorunda kalan çiftçiler bu durumu, “Onlarınki sanayi malı, bizimki enayi malı” diye tanımlardı!
Doların yükselişini film seyreder gibi izleyenler ve bu filmin İstanbul Kapalıçarşı ile borsa, banka sahnelerinden ibaret kalacağını sananlar için yine hatırlatalım ki, bu iş salt fiyat artışları ile kalmayacak.
Enflasyonun yarattığı “adaletsizlik”, doğal olarak ücretli kesimleri vuracak. 
Ürünlerine zam yaparken gözünü çalışanın cebine diken firmalar satışlarının azaldığını görecekler. 
Satışların azalması ve durgunluk, insanları işsiz kalmasına, finansman yapısı zayıf olan firmaların zora girmesine, kapanmasına yol açacak.
Konu iyimser veya karamsar olmak değil. Ekonominin kendi kuralları var ve sizin iradenizden bağımsız olarak, kendi kulvarında yürür. 
Türkiye son on yılda, dış konjonktürün de etkisi ile sağladığı yüksek büyüme ortamını iyi değerlendiremedi ve örneğin şu döviz dengesini bir türlü kuramadı. Sizin ekonominiz ithalat ile dönüyorsa,  dışarıya sattığınız mal, satın aldığınız malın neredeyse yarısı ise, bu durumu sürdüremezsiniz! 
Değil karamsar olmak, iyimserlikten uçsanız, yatıp kalkıp hükümete methiyeler de düzseniz bu cari açık orada dururken, sonucu değiştiremezsiniz.
Hükümetler değişiyor ama ithalata dayalı ekonomi devam ediyor. Ne hükümet tek bir çivi sökebiliyor, ne de muhalefet bir alternatif geliştirebiliyor.  Bakan Ali Babacan, güya döviz dengesini sağlamak için “İthalat kalemlerini tek tek inceliyoruz” diyor.
Kolay gelsin, bakalım kaç sene daha izleyeceksiniz!...
Türkiye’de bu yılın Ocak-Eylül döneminde toplam 602,2 bin araba satılmış. Bunun 235,8 bini yerli, 366,3 bini ithal. Burada üretilen araçlarda ithal parça oranlarının yüksekliğini de eklersek, koskoca bir sektör harıl harıl döviz yiyor!
Başbakan Erdoğan, isim vermeden Koç Grubu’ndan “Türk otomobili” istiyor, “babayiğit” bekliyor… 
Koç’un patronu sıkıştı. Ortakları Fiat ve Ford’u ikna etmeden bu işe girişemez. 
Böyle bir babayiğitliğe soyunursa Başbakan Koç’u koruyacak mı?
Hadi herkes göstersin “babayiğitliğini”, görelim. Yüksek faizli yabancı kredi ile at oynatmak kolay. 
Gelin, yollarda Türk otomobilleri dolaşsın,  döviz dışarı gitmesin. 
Şu cari acık düzeninde tek bir tuğla sökülsün!
İyi pazarlar…

  
9 Ekim 2011

6 Ekim 2011 Perşembe

Savunun, dolar ‘dalgalanıyor’!




Dolar bugünlerde, her bir kilometrede yeni rekorlar kırarak ilerleyen maraton koşucusu gibi. 
Döviz kuru “dalgalı” olunca, iniş çıkışların nerede duracağını da kime bilmiyor. Doları “serbest piyasa”ya bırakmanın rahatlığı piyasada panikleri önlese de bu “dalga”, yıllık enflasyonun üç katı devalüasyon, önümüzdeki dönemde kimi canları fena halde yakacak. 



Öncelikle dikkatinizi çekmek isterim ki, dolar kurunun 1,5 liradan, 1,85-1,90’a gelmesi, 2 liranın telaffuz edilmeye başlaması,  bal gibi devalüasyondur, hem de yüksek bir devalüasyondur. Hatırlayalım, en son büyük devalüasyonu  2001 krizinde yaşamıştık ve dolar yaklaşık (bugünün sıfırları ile yapılan hesaba göre) 0,7 liradan, 1,2 liraya yükselmişti. 
“Dalgalı kur” henüz yoktu, hükümetin kontrolünde yürüyen “sabit kur” da fren tutmamıştı. Bu artışın bir gecede olması, tabi büyük bir patlamaya yol açmıştı. 
Dolar, krizin ilk aylarında 1,7 lirayı yakalamış ancak ithalatın bıçak gibi kesilmesi ile tutunamamış, uzun seneler 1,5 liranın altında seyretmişti. Ve en önemlisi,  yüzde 60 devalüasyon yaşandığı dönemde, enflasyon da o civardaydı. Yani bütün mal ve hizmetlerin bir yılda yaptığı fiyat artışını, dolar bir gecede yapmıştı!
Bugün yaşanan büyük devalüasyonu görmezden gelenlerin önce,  doların 1,5 liradan 1,9 liraya yükselmesi ile oluşan yüzde 30 civarındaki devalüasyonun, yıllık enflasyonun yüzde 7-8 olduğu bir dönemde yaşandığını görmeleri gerekiyor. Yani enflasyonun 3-4 katı bir devalüasyondan söz ediyoruz. Böyle büyük bir devalüasyonun “teğet geçeceği” falan düşünüyorsa, kusura bakmayın, bu eşyanın tabiatın aykırıdır. 2001 yılında, yüksek devalüasyonla tetiklenen kriz ülkeyi nasıl bir durgunluğa sürüklediyse, bu devalüasyon da mutlaka hükmünü icra edecektir!
Kuşkusuz ki, 2001 yılından bu yana derenin alından çok sular aktı. Ekonomi, özellikle finans sistemi batılı liberal sistemin yerleştirilmesinde önemli bir yol kat etti. Dünya Bankası’ndan gelen Kemal Derviş bunun mihmandarlığını yaptı. Bankacılık sisteminde “balonlar” patlatıldı vs. Ancak, Derviş’in  mihmandarlığını yaptığı, devletin ve başta ABD olmak üzere batının büyük desteğini alan bu model, Türkiye’de reel ekonominin temel kronik sorunlarına hiç el atmadı.
Bankalar, uluslararası bankacılık sistemindeki büyük krizlere rağmen büyük borç krizlerine girmediler. Buna, dünyadaki “ucuz döviz” de destek verdi. Yüksek faizin kokusunu alanlar dolar yağdırdı, sorun çıkmadı.
Dikkatinizi çekerim, sağ-sol koalisyonları ile Türkiye’nin topyekün izlemesi istenen programda, reel ekonominin, üretimin yeri olmadı. Üretimdeki temel kronik sorunlara hiç dokunulmadı. Tam tersine, içeride reel ekonomi dışsal rüzgarlara açık hale getirildi, adeta herşey uluslararası sermayenin çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda dizayn edildi. 
Mesela bunların en başında da ithalata, dolayısıyla da cari açığa dayalı büyüme politikası geliyor… 
ANASOL-D, REFAH-YOL gibi siyasi koalisyonlarla istediği neticeyi alamayacağı sonucuna varan güçler, sonuçta Ak Parti ile tek partili ikidarla, siyasi rekabet ve muhalefet tartışmalarından kurtularak, “yolundaki taşları temizleyerek”, “siyasi istikrar” içinde bu planı rahatça uygulamaya soktular.  
Son on yılda kaydedilen ve doğal olarak Ak Parti’nin hanesine yazılan bu “başarı” ve yüksek büyüme rakamları, işte bu planın sonuçlarıydı.
Bu modelin üç temel ayağı vardı: İşçilik maliyetini azaltma, dış borçlanma ve özelleştirme…
Özelleştirmede tarihi rekorlar kırıldı, taşeronluk yaygınlaştırıldı, özellikle özel sektör boğazına kadar borçlandı,  zira dolar “ucuzdu”. Bugün, TCMB’nın açıklamasına göre, toplam olarak şirketlerin 194 milyar dolar, bankaların 83,5 milyar dolar döviz borcu var. 
Bütün önemli projeler döviz kredisi ile yürüyor.
Kritik konu şu: Siz, üretim maliyetlerini azaltma, üretimi destekleme, sonuçta iç tüketim ve ihracatı artırma politikalarını bir kenara bıraktınız. 
Pahalı enerji,  düşük altyapı, pahalı arsalar, yüksek rantlar ve düşük ücretle üretimi mengene altına aldınız. 
Bir yandan düşük ücret politikası ile iç piyasada talep daralırken, diğer yandan yerli hammadde ve aramallarla çalışanlar üretim yapamaz hale geldi. 
Herkes ithal mala hücum etmeye devam etti. 
Sonuçta da ithalatınız ihracatınızın neredeyse iki katına çıktı.
İthalat bağımlısı olarak, ne zaman yüksek büyüme haberi okusak, “eyvah kriz geliyor” diye korktuk. 
Çünkü büyüme demek yüksek cari açıklar demekti!
Bu yapı aynen,  yıllar itibariyle korundu, güçlendi... 
Hiç aksamadı, cari açık verilmeyen tek bir senemiz bile olmadı. Tersine açıklar sürekli büyüdü.  
Ak Parti hükümetleri bu kronik sorunu hiç üzerine almadı, ucuz dolar ile işlerin böyle ilelebet yürüyeceğini sandı.
Şimdi tabi doların yükselmesi boşuna değil.
 “Efendim uluslararası piyasalardan gelen haberler..”
Kimse kendini kandırmasın. Evet, dolar artıyor, çünkü, açık büyük, dolar yetmiyor. Ortada 70 milyar dolar bir açık varsa, yani harcadığın kadar dolar kazanamıyorsan, kayıt dışı ticaret, hatta “kara para” da bu açığı kapamaya yemiyorsa, hiç kusura bakma, mutlaka bu dolar kıymete binecektir!
Ve tabi ki, bu önce döviz borcu olan firmaları vuracaktır. Dolar borçları için ödenecek paralar hızla çoğalırken, hiç merak etmeyin, bunun faturasını sadece firmaların patronları ödemeyecek.
 Hatta artık geçmiş kriz dönemlerinde çokça görüldüğü gibi, patronlar hemen faturayı çalışana yıkmaya çalışacaktır. 
Yüksek devalüasyon, yine geçmişte olduğu gibi durgunluğu körükleyecektir.
Dövizdeki “dalga” büyük fırtınalara gebe gibi görünüyor. Belki en güzel düş, bu ithalata dayalı büyüme modelinin masaya yatırılması ve hiç değilse orta-uzun vadede bu yaraya bir neşter vurulmasıdır. 
Ama galiba bu sadece bir düş
Zira siyaset yine sertleşiyor, içeride dışarıda yeni krizler, gerginlikler yaratılıyor.
Hükümetler, ekonomi kötüye giderken, mutlaka bir iç-dış düşman yaratmak istermiş, derler.
Kim bilir, belki de bu artan “Kürt” ve Kıbrıs gerginliğinin altında da bu vardır.
Kim bilir?
İyi pazarlar
.