23 Kasım 2011 Çarşamba

Kriz, lider falan tanımaz!


Ekonomi muhabiri olmaktan mıdır bilmem, ekonominin her zaman siyasete baskın çıktığını düşünmüşümdür. 
Son olaylar da beni doğruluyor. 


Baksanıza, İtalya’da yıllardır sağduyulu insanların uyarılarına karşın saltanat süren, politik entrikalarla her hengâmeyi atlamayı başaran Berlusconi’nin sırtını yere getiren ekonomik kriz oldu.
İrlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya, İtalya… 
Peki, sırada ne var?

2008’in son aylarında patlayan ve bugünlerde çoğu insanın “Çoktaaan geride kaldı” diye düşündüğü küresel mali kriz, özellikle Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Çin fenomeni ile ortaya çıkan yeni dengeleri bir tür deprem testinden geçirmişti. 
Ama mevcut finansal yapının, ortaya çıkan yeni duruma uygun olmadığı, kapitalizmin mabedi sayılan ABD’deki “mortgage krizi” ile kabak gibi ortaya çıktı.
Madem, dev Amerikan firmaları işlerini, “ucuzcu cenneti” Çin’de yaptırıyor, fabrikalar bir bir taşınıyordu; öyleyse Amerika’da bir sürü insan işsiz kalacaktı.
İşini kaybetmese bile artık eski ücretini alamayacaktı. 
Aynı nedenle ürettiğini daha ucuza satmak, saat başına daha az ücret almak durumundaydı. 
Böyle olunca da,  hiç yol kazası olmayacakmış işi ve geliri garantiymiş gibi 15-20 yıllığına borçlanarak aldığı konutun taksitlerini ödemek sorun haline gelecekti!
Nitekim kriz böyle patlak verdi. 
Eh, buna bir de dev finans kuruluşlarının yarattığı  “saadet zinciri” balonu eklenince, çöküşler başlamıştı.
Amerika’da devlet, vatandaşın trilyonlarca dolarını bu finans canavarlarına, ciddi bir politik muhalefetle karşılaşmadan, tereyağından kıl çeker gibi aktarmayı başardı. 
Son gösterilerde “Biz yüzde 99'uz” diyen vatandaşı da ipleyen olmadı, New York sokaklarında birkaç yüz polisi copla, gazla üzerlerine sürmek yeterli oldu.
Aylardır haber bültenlerinde duyduğumuz “Euro krizi”konusunun altındaki de, özünde aynı konu.
Aynen Amerikalılar gibi AB üyesi ülkelerde de vatandaş, artık gelirinin yıldan yıla azaldığını görüyor. 
Çünkü Avrupalı firmalar da artık Çin’i, Hindistan’ı, Uzakdoğu’yu, yani “ucuzu” keşfetti.
AB üyesi ülkelerde vatandaş, artık daha ucuza çalışmak, ürettiğini de daha ucuza satmak zorunda.
Büyük firmalar, markalar kazançlarını artırıyor, ama içeride ekonomi canlılığını yitirince, devletin vergi gelirleri azalıyor.
Peki, sanayi bölgeleri ölüm sessizliğine bürünen, insanları işsiz kalan AB üyesi bir ülke, mevcut çarkın devamı için ne yapacak?
Tabi ki borçlanacak!
Ve hepsi de mevcut memur, işçi, emeklilik maaşlarını ödemek, “sosyal devlet” olmanın gereklerini yerine getirebilmek için, uluslararası finans kuruluşlarından deli gibi borçlandılar.
Yunanistan milli gelirinin iki katı borç aldı, İtalya’nın borcu 2 trilyon Euro’ya yaklaştı.
Ve işte zaten şu anda AB’deki krizin adı da “Borç krizi”…
Euro krizi” falan, işin çok ufak bir bölümü.
Ne yani, şimdi Yunanistan, “Kardeşim ben Euro’dan çıkıp Drahmi’ye dönüyorum” dese, Alman ve Fransız bankaları, milyarlarca Euro alacağının üzerine ayran mı içecek!
Bir de krizin madara ettiği liderlere bir bakalım:
2009’da, ilk darbeyi İrlanda Başbakanı Brian Cowen yemişti. İş, tabi Cowen’in koltuğundan olması ile bitmedi, ülke resmen iflasını ilan etti ve ülke yönetimi IMF, Avrupa Merkez Bankası (ECB)  Avrupa Birliği'nin kontrolüne geçti.
Brian Cowen, 2011 Martında yerini Enda Knny’ye devrederken, aynı ay içinde IMF yardımı ile paçayı kurtaramayan Portekiz Başbakanı Jose Socrataes 6 yıldır oturduğu koltuktan istifa etmek zorunda kaldı. Yerine Pedro Coelho seçildi.
İspanya’da Başbakan Jose Luis Rodguez Zapatero geçen sene 20 Kasım’da, seçimi de dört ay erkene alarak, apar topar gitti.
Slovakya Devlet Başkanı Ivan Gasparoviç, Başbakan Iveta Radicova’nın tüymesinden sonra şimdi hükümet kurduracak adam arıyor.
Yunanistan’da PASOK’un lideri Papandreou, her türlü siyasal tartışmadan galip çıkmış, koltuğunu korumayı başarmıştı; ama krizde pes etti, çekileceğini açıkladı.
Aynı şekilde hem siyasi muhalifleri, hem yolsuzluk ve seks davaları ile baş eden İtalyan zengini Silvio Berlusconi 17 yıllık siyaseti kötü sonla noktalıyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin yıldızının kaydığın da söyleyelim.
Bu filmin devamını göreceğinize de kalıbımı basarım.
Bütün bu ülkelerdeki gelişmelerin tipik özelliklerine bakalım:
·         Hükümetler mevcut standartları koruyamayacaklarını görünce “kemer sıkma” politikalarına yöneliyor.
    Kemeri zenginler değil, hep ücretli ve orta direk sıkıyor. Ücretlerinin makaslandığını, gelirinin azaldığını gören, işsiz kalan halk sokakları dolduruyor.
·         Hükümet partileri hızla saygınlığını yitiriyor. 
Muhalefet partileri –alternatif bir çözüm planları olmasa da- ön plana çıkıyor ve iktidar partileri siliniyor. (2002 seçimlerinde, krizin iktidarı DSP, MHP ve ANAP sandığa gömülmesi gibi)
·         Yönetime “teknokrat kadro” hâkim oluyor. İpler, uluslararası finans kuruluşlarının eline geçiyor. (Yani hepsine birer Kemal Derviş buluyorlar).
·         Yeni hükümetler artık ülke ekonomilerini dış borç ödeme mekanizmasına döndürüyor. Sistem tamamen uluslararası finans kuruluşları ve şirketlerin istediği şekilde şekilleniyor. (Mesela tarım sürekli kan kaybediyor, yerli üretim yerine ithalat öne çıkıyor vs. )

Kaderin cilvesi değil, ekonomi…

İyi pazarlar.



13 KASIM 2011, Pazartesi  

POLSAN hakî OYAK'ın mavi rakibi mi?


OYAK’ın, Türkiye’nin en büyük grup şirketlerinden birisi olduğunu biliyoruz. Askerlerin haki renkli dev holdingine, polislerden bir rakip geliyor gibi… Son yıllarda yıldızı parlayan ve hızla büyüyen POLSAN şimdiden bir çok sektörde hatırı sayılır işler yapıyor. 

Sevgili okurlar, bu Pazar sizlere Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Bakım ve Yardım Sandığı’ndan (POLSAN) söz etmek istiyorum. POLSAN, aslında Ordu Yardımlaşma Kurumu’ndan (OYAK) çok daha önce, 1952 yılında kurulmuş bir “sandık”. Ancak 1961 yılında askerlerin kurduğu OYAK hızla büyüyüp bugün öz sermayesi 12 milyar lirayı bulan dev bir şirketler grubuna dönüşürken, POLSAN, meslek çevresi dışında adı pek kimsenin bilmediği bir kuruluş olarak kalmıştı.
Ancak özellikle son yıllarda, -Ak Parti hükümetleri döneminde demek daha doğru olabilir- POLSAN dikkat çekici bir atağa kalkmış durumda. POLSAN, statü olarak aynen OYAK’a benziyor. Kuruma, “Emniyet Genel Müdürlüğü’nden maaş alan herkes” üye olabiliyor. 120 bin civarında üyesi olan POLSAN’a, polislerden, emekliliğe esas maaşlarının yüzde 8’i kadar aidat kesiliyor. Kurumun Haziran 2011 itibariyle öz kaynakları toplamının 860 milyon 825 bin lira olduğu bildiriliyor.
Resmi verilere göre, geçen yılki net karı 81,5 milyon lira olan POLSAN, bu karın yaklaşık yüzde 40’nı (32,5 milyon lira) kar payı olarak dağıttı. POLSAN üyelerine emeklilik, ölüm ve maluliyet yardımı altında ödemeler yapıyor. Örneğin yıllık emeklilik yardımı yaklaşık 20 milyon lira. Yine polisler 2010 yılında kurumdan toplam 367 milyon lira borç para almışlar. POLSAN 2 bin 500 memuru ev sahibi, 5 bin 300 memuru da araba sahibi yapmış. Taşıt ve konut kredilerinde faiz oranı, piyasanın normalde yüzde 10, Olağanüstü Hal bölgesinde yüzde 30 altında uygulanmış.
POLSAN’ın şirketlerinin durumu ise şöyle:
Polsan Turizm: A grubu seyahat acentesi. 
Poltek Teknoloji ve Yazılım A.Ş., Amerikan-Alman silah markası SigSauer’in Türkiye distribütörü. Silah satışını yanı sıra savunma, mayın temizleme aletleri üreten Alman Minewolf, Smiths Heimann, İspanyol Indra, Danimarkalı Damasec firmalarıyla da ortak işler yapıyor. 
Polsan İnşaat A.Ş. Ankara’da TOKİ ile binlerce konut üretiyor. 
Ankara Sigorta A.Ş. 250 çalışan, 800’den fazla acenteye sahip. Polsan Portföy’ün ödenmiş sermayesi 600 milyon lira. 
Atasu firması Atatürk Orman Çiftliği ve Çamlıca suların işletiyor. 
Bolu’daki Boluda Alışveriş ve Eğlence Merkezi, bölgenin en önemli bir cazibe merkezi. 
Bolpet ise Yozgat’tan başlayan bir akaryakıt zinciri kurmaya hazırlanıyor.
POLSAN’ın henüz, 2009 yılı öz kaynakları 10,8 milyar lira olan OYAK ile boy ölçüşecek hali yok. Ancak bu iştiraklerin son 6-7 yılın ürünü olduğunu düşünürseniz, POLSAN’ın “önlenemez yükselişi” de ortada. 
Kuşkusuz, bu tür “sandık”lar, her ne kadar aidat öderken çalışanlara bir yük gibi görünse de özellikle emeklilikte büyük avantajlar sağlıyor. Ayrıca örneğin askerler OYAK sayesinde otomobili sıradan vatandaştan daha ucuza alabiliyordu, şimdi buna polisler de eklendi.
Ancak bu kuruluşların artık aidat ödeyen üyelerine hizmet etme hedefini “aşıp” yeni bir güç merkezi haline geldiğini de görmek zorundayız. Generallerin bir bir gözaltına alındığı son aylarda, hükümetin OYAK’ı lağvetme, bağlı şirketleri kamu kuruluşu haline getirme yolundaki girişimleri konuşulmuştu.
Bakalım POLSAN’ın başına da benzer bir şey gelecek mi?
Ya da biz, hükümetin haki bir OYAK yerine, mavi bir POLİSAN’ı tercih ettiği yolundaki yorumların haklı çıktığını mı göreceğiz?
İyi pazarlar…

 
20 KASIM 2011, Pazar 

9 Kasım 2011 Çarşamba

Ucuz kurbanlık nasıl olacak?

Kurban kesmek, artık sadece dinsel bir görevi yerine getirmek değil, aynı zamanda muhafazakâr ağırlıklı toplumun en yangın geleneklerinden birisi. Hepimiz ucuz kurbanlık arıyoruz.  Ama biraz araştırınca görüyoruz ki, tek tek sığır, koyun değil; hayvancılığın kendisi yıllardır yanlış politikaların “kurbanı”!



Kurban Bayramı deyince hepimizin aklına, olanaklar ölçüsünde kurbanlık hayvan alıp kesmek geliyor. Açıkçası, kişisel olarak, kentlerde bu yaptığımız işin,  olayın ruhuna ne kadar uygun olduğu kafamı hep karıştırmıştır. 
Öncelikle kurban kesmek, İslam dinine göre de, “Benim maddi durumum iyi, az çok zengin sayılırım, bunun sadakası için yoksullara, karnı aç yatan insanlara yardım ediyorum” demektir. 
Ve kesilen hayvanın en azından, üçte ikisini fakir-fukaraya dağıtmak esastır.
Dürüst olalım, yaşadığımız manzara şu: 
Zengin olmayı bir tarafa bırakalım, borçtan iflahımız kesilmiş bile olsa, “komşudan geri kalmamak için” gider büyük- küçük bir hayvan alırız…  Tek başımıza alamazsak “ortak” alır etini paylaşırız (İşin burası benim kafama hiç girmiyor, çünkü küçükken bize anlatılan kurban kesmek, hayvanı alıp kurban etmektir. Kesip kilo ile paylaşmak, dini açıdan ne derece doğru bilmem) Sonra bizim evde kurban kesilir, apartmandaki alt, üst, yan komşulara, en fazla birkaç apartman ötedekine pay göndeririz. Sonra genellikle pay gönderdiğimiz evde de zaten kurban kesilmiştir, onlar da bize gönderir! 
Ve... Diyelim bir koç kesmişsen, bir şekilde mutfaktaki buz dolabının etle dolduğunu görürüz! Sonuçta bol bol kavurma yaparız, mangal yaparız ve Kurban Bayramı da bir “Et bayramı”na dönüşür. 
Doğrusu, yüksek et fiyatları nedeniyle yılın 12 ayında et iştahımızı tavukla vs. geçiştirmekten bir hal olduğumuz için bu da çok hoşumuza gider, hakikatten bu “et bayramı”na bayılırız… 
Elbette bu bizim suçumuz da değil, öyle bir kent atmosferindeyiz ki, hangimiz, hangi komşunun sofrasında ne kaynadığını, aç mı tok mu olduğunu biliyoruz? Kanımca bu ayrı ve çözülmesi gereken önemli bir sorun.
Ama bu bayram gününde dikkatinizi, “ucuz kurbanlık” hayalinin gerçek olma koşullarına çekmek istiyorum.
Bakınız, Türkiye’de vatandaş, geçen yıl kurbanlık hayvan için cebinden yaklaşık 5 milyar lira para ödedi. Satılan sığır sayısı 600 bin, koyun, keçi sayısı da 2 milyon 250 bin oldu. Bu yıl da yaklaşık o kadar satılması tahmin ediliyor. Yani bu bayram da 5 milyar lira hayvancılık sektörüne akacak.
Hayvan üreticileri, özellikle et ve süt fiyatlarındaki istikrarsızlık yüzünden son yıllarda üretimi genelde Kurban Bayramı’na göre planlıyor. Yetiştirici en iyi parayı kurbandan kazanır halde. 
Hem toplu hayvan satışı, hem de canlı hayvanı kasaplara vermenin sıkıntılarından kurtulma var...  
5 milyar lira küçümsenecek bir rakam değil. Ancak maalesef üreticilerin yarasına merhem olmuyor ve işte olayın püf noktası bu: 
Kurbanlık fiyatlarından ne yetiştirici memnun ne de kurban kesen vatandaş. 
Çiftçi fiyat ucuz diye yolu trafiğe kapatıp eylem yapıyor, vatandaş ise pahalılık nedeniyle kurban alamamaktan yakınıyor.
İkisi de aynı kentte oluyor.
Türkiye sözde bir tarım ülkesi, ama et fiyatları, mübarek benzinde, doğalgazda ve elektrikte olduğu gibi mesela Avrupa’dan çok yüksek! Sığır etinin kilosu Almanya’da ortalama 5 Euro, bizde 20 liranın üzerinde. Alman vatandaşının alım gücünden falan söz etmiyorum. 
Bulgaristan AB üyesi, bu yıl oradaki Müslümanlar kurbanlık koyunu 100-150 Euro’dan, sığırı 500 Euro’dan aldı.
Şimdi rakama bakarsanız, bizim çiftçinin Almanya’daki çiftçiden çok kazanıyor olması lazım.
Öyle mi? Asla!
Tam tersine, Alman çiftçisi malını yetiştirici birlikleri aracılığı ile satar, pazarda öyle ayaz yemez,  beyler gibi yaşar.  
Keza Bulgaristan’da hayvanın satış fiyatı ucuz da olsa, çiftçi bizdekinden fazla kazanır.
Peki neden? Örneğin Almanya’da –Bütün AB ülkeleri gibi- hayvancılık ciddi şekilde desteklenir, topluluk bütçesinin yüzde 60’ı tarıma gider. 
Çiftçi, sütünün miktarına, doğan buzağı, beslediği inek, tosun sayısına göre ciddi maddi yardımlar alır. 
Mazotu, ilacı, gübreyi uygun fiyattan alır.
Yani çiftçi neredeyse, satış fiyatına yakın bir desteği üretim aşamasında devletinden görür.
Aynı şekilde örneğin eski sosyalist ülkelerde meraya dayalı ucuz beslenme oldukça iyi organize edilmiş durumda, bu da üretim maliyetlerini etkiliyor.
Oysa Türkiye’de bugün hayvancılığa sağlanana destekler, maalesef sadece üç-beş gözü açığın işine yarayacak şekilde düzenlenmiş. Yem bitkisinden, et ve süte, “üretime bağlı” maddi destekler ya hiç yok, ya da çok yetersiz.
Kurban murban…  Sonuçta üretilen, satılan şey ettir. 
Ucuz etin en önemli kaynaklarından birisi meralar. Maalesef Türkiye’de yıllardır mera ıslahının sadece lafı yapılıyor. Mera ve otlakların büyük bölümü, ya konut vs. şeklinde işgal ediliyor ya da araziye açılıyor. Meraların hızla azaldığı bir gerçek.
Ayrıca adına “terör” denen olaylar, hayvancılığa en büyük darbeyi vurdu. Örneğin şiddetin son aylardaki tırmanışına bakarak, önümüzdeki ilkbahar ve yaz aylarında, yine 1990’lardaki gibi “yayla yasağı” geleceğinden endişeliyim. 
Bu yasaklar sanmayın ki sadece Hakkari’de, Tunceli’de oluyor. Karadeniz, hatta İç Anadolu’da bunlar yaşanıyor. Sadece “yayla yasağı” değil, insanlar yakın meralarda bile akşam güneş battıktan sonra dışarıda hayvan otlatmaya çekiniyor.
Halbuki, Anadolu’da, yılın büyük bölümünde ıslah edilmiş, bakımlı mera ve yaylalarda otlatarak pek ala hayvancılık üretim maliyetlerini, vatandaşa ucuz et sağlamak mümkündür.
Kurban Bayramı’nda hem ucuz kurban kesmek, hem de üreticinin yüzünün gülmesi için mutlaka bu temel sorunların hallolması gerekiyor. Aksi takdirde,  et fiyatı yükselince ithalat silahını çiftçinin ensesine dayayan, sadece üç-beş firmanın cebini dolduran bu politikalarla ne üretici, ne de vatandaşın tatmin olması mümkün, diye düşünüyorum.
Kurban Bayramınız kutlu olsun


 06 KASIM 2011

7 Kasım 2011 Pazartesi

Deprem içinde deprem...

Van ve Erciş’i yıkan deprem, 17 Ağustos Marmara depremini hatırlattı.
Yüzlerce insan yaşamını yitirdi, binlerce aile dondurucu kış soğuklarının hemen arifesinde, evsiz barksız kaldı. 
Ama galiba asıl depremi vicdanlarda yaşıyoruz. 


17 Ağustos 1999 sabahı erkenden foto muhabiri arkadaşım Zafer Meydan ile birlikte Yalova’ya vardığımızda, yüzlerce apartmanı yerle bir olmuş, yer yer yangın ve dumanların yükseldiği, insanların kendini battaniye veya pijama ile parklara attığı, herkesin yakın akrabalarını kurtarmaya çalıştığı, yıkıntılar arasından çığlıklar ve yardım edin seslerinin yükseldiği, bazı çökmüş binalardan cesetlerin pencerelerden sallandığı bir sahil kenti ile karşılaşmıştık.  
Telefonlar kesikti ve yaklaşık yarım saatte gezip, dolaşıp edindiğimiz bilgilerle ilk haberi, Orhangazi yakınlarına gelerek, telsizle geçebilmiştik. 
Türkiye Yalova’daki depremi böylece ilk olarak, bizden, A.A.’nın (Anadolu Ajansı) haberi ile öğrenmişti.
Gece saat 03:30 gibi yaşanan depremi, radyo ve televizyonlardan, demek ki, saat 08:00’den sonra ancak duyurulabilmişti.  
Yani, Marmaranın göbeğindeki bir sahil kentinde koskoca bir deprem olmuş da, yaklaşık 5 saat boyunca kimsenin haberi olmamıştı!
Ve ilk gün boyunca inanın, hiçbir profesyonel kurtarma çalışması yoktu. 
Sabah saatlerde Yalovalılar bir birini kurtarmakla meşguldü ve en fazla insan kurtarma bu ilk saatlerde yaşanmıştı. 
Depremden sağ kurtulanlar, can havliyle enkaz altında kalan yakınlarına ulaşmaya çalışıyorlardı. 
Yalova Valisi, çatlayan valilik binasına girememiş, pijamasıyla çevresine bazı görevlileri toplamış, kamu kuruluşlarına ait iş makinelerinin şoförlerini aratıyordu.  
Köpekli Sivil Savunma ekipleri ertesi gün ancak gelebildiler. AKUT falan bilinmiyordu. Askeri birlikler gelmişti,  ama ellerinde G3 tüfeği ile gönderilen asker sadece seyretmekle yetiniyordu. Yerli yabancı kurtarma ekipleri ancak ikinci günün sonundan itibaren gelebildiler
Şaşıracaksınız, Yalova'da ekip olarak ilk Almanları gördük. Hiç unutmam, gelen ilk köpekli ekip Almanya’dandı. Kızılay’ın çadırları üç-dört gün sonra gelebilmişti. Neyse ki havalar sıcaktı.
Tabi,  Türkiye’yi kalbinden vuran deprem, tam bir soğuk duş oldu ve aradan geçen sürede gerek depreme dayanıklı bina yapımı, gerek kurtarma vs. alanında ciddi mesafeler kaydedildi. Örneğin Van ve Erciş’e depremin ilk gününde kurtarma ekipleri gidebildi. 
Deprem fiziki yıkımın yanı sıra tam bir şok hali. İnsanlar bir anda kendilerini tam bir umutsuzluğun içinde buluyor. Canınızı sağ kurtarsanız bile, yakınlarınızı kaybetmişsiniz, evsiz kalmışsınız, sokaktasınız, yemeye içmeye yok, tuvaletinizi yapmanız bile sorun.
Tabi insanlar, doğal olarak, “Nerede bu devlet”  moduna giriyor. 
Mutlaka Van ve Erciş’te de benzer şeyler yaşanmıştır.
Ancak üzülerek yazmak zorundayım ki, ben Van’da, 7,2’den çok daha büyük ve yıkıcı bir depremi hissediyorumHem bu depremi hissetmek işin Van’a gitmem de gerekmiyor. Örneğin Ankara’nın göbeğinden çok acı şekilde hissediliyor. Bu depremin adı: vicdanlardaki bölünme…
Günlerdir “sosyal medya”da sergilenen sorumsuzluğu, kışkırtıcı mesajları izliyoruz. Kendilerini “milliyetçi” sananlar Kürt-Türk düşmanlığını kışkırtmak için elinden geleni yapıyor. Ağıza alınmaz küfürler, “Van’a gıda göndereceğime, köpek maması alırım, hiç olmazsa köpekler ihanet etmez” ile simgeleşen tepkiler sözde PKK ve BDP’ye gönelik gösterilse de doğrudan Kürt’lere hakaret anlamı taşıyor ve bunu artık bu hakaretlerin sahipleri de gizlemiyor!
Facebook’ta bir dosya: “BDP’li belediye başkanının elini sıkmayan emniyet müdürü”, aslan, kaplan, kahraman Türk…paylaş, beğen, alkışla!
Sonra biraz bu mesajların kaynağına bakıyorsunuz, birkaç çok ilginç: “Özel Kuvvetler”, “Özel Harekat Polisi” vs.  
Yakın tarihimizde radikal sol veya alevi kesime yapılan benzer saldırıların arkasında yine bu güçler vardı, ama ortalıkta “ülkücü”ler görünüyordu. Bazı ülkü ocağı derneklerinin bu depremde Van’a kamyonlarla battaniye vs. göndermesi gerçekten önemli. 
Ama bu güçlerin yeni gruplar oluşturduklarını da hisseder gibiyim.
Efendim “Bunlar insan olsa yardımı yağmalamazlar” diyenlere soruyorum: Siz Yalova’da, Gölcük’te benzer yağmalamalar olmadı mı sanıyorsunuz?
Siz eğer düzenli ve de yeterli bir yardım ağı organize edemiyorsanız; depremde insan psikolojisidir, ulaşabildiği şeye, hücum ediyor.  
Ama şimdi Van ile Yalova da aynı değil! 
Bizde bölücülüğü sadece PKK yapmıyor, maşallah “Türk milliyetçileri” de ondan geri kalmıyor. Ve sonuçta artık bölge insanı başına ne gelse, “Bu bize Kürt olduğumuz için yapılıyor” önyargısı taşıyor.
İş zor… Yardım işini polise askere verdiğinizde, onlar zaten bölge nüfusunu potansiyel PKK’cı görüyor ve ona göre davranıyor...
Bu hafta, sözü, usta meslektaşımız Mehmet Ali Birand’ın köşesinden alıntıyla noktalamak istiyorum.
 Birand,  şöyle diyor:  
Bölgede iki devlet var. Birisi BDP-KCK, diğeri TC. Devleti. TC.  Devleti çok güçlü. Polisi, askeri,  parası, dev olanaklarıyla yenilmesi son derece zor bir olgu.  Ancak halkın kalbini çalan, inandığı ses ise BDP-KCK örgütü.
Bizler istediğimiz kadar birliktelik nutukları atalım, devletin şefkat dolu elinden söz edelim. Bölge çoktan bölünmüş bile. İnsanların kafalarında bölünmüş, siyah ve beyaz gibi… Bizlerin bu durumu görmezden gelerek bir yerlere varabileceğimizi de sanmıyorum.
Tren kaçmış. Treni tekrar yakalamanın yolu temelden bir tutum değişimi gerektiriyor. Buna da kimsenin niyeti yok. Kavga, dövüş… Halklar arasında uçurum giderek artıyor. Bunu görmek için birkaç günlüğüne bölgeye gidin, sokaktaki insanları dinleyin, ardında da resmi yetkililerin nabzını tutun yeter.”
Galiba asıl deprem, bu!
İyi pazarlar
.

 30 Ekim 2011, Pazar