26 Mayıs 2014 Pazartesi

Hem ağlarız hem gideriz!

Dursun EROĞLU


Erdoğan – Kılıçdaroğlu polemiğine kurban giden TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) Genel Kurulu’nda patronlar mevcut politikalarla devam edilemeyeceğini, büyümenin son 6 yıldır “takılıp kaldığını” söyledi.  
Anlaşılan AKP’nin temsil ettiği neoliberal ekonomi politikaları ile buraya kadar… 
Ancak ne mevcut gidişten rahatsız olduğunu söyleyen işadamları, ne de muhalif siyasi partiler adam gibi bir alternatif hazırlama derdinde…  
Hani “Hem ağlarım hem giderim” havasındayız…

TOBB iş dünyasının çatı örgütüdür ve genel kurullarda ülkenin ekonomisine yön verilmesi beklenir. Ancak bir şekilde siyasilerin gölgesinde kalır.
 Ekonomi politikaları da aslında bu tür açık platformlarda değil, demek ki kapalı kapılar ardında belirlenegelir!.
Son Genel Kurul’a katılım çok yoğundu.  Başbakanın gündeminde hep siyaset var bu ara. Oda ve borsa yönetimlerinden büyük destek almanın da bunda etkisi var mı bilmiyorum. Sanki “Ekonomide ne isterseniz yaptım. Siyasette de daha çok yanımda olun” der gibi. 
CHP lideri Kılıçdaroğlu tabi patronlardan yeterli desteği alamamış olmaktan rahatsız.  Bu ilgisizliği “iktidar korkusu”na yoruyor. Ama  verdiği rakamlar, “iktidar korkusu” varsayımından daha gerçekçi geldi bana.
Kılıçdaroğlu diyor ki,  “AKP hükümeti 2003-2013 döneminde toplam 1 trilyon 617 milyar lira harcadı (bunun 238 milyar doları dış, 138 milyar doları iç borç, 46 milyar doları özelleştirme, gerisi vergi).  Buna karşılık ortalama büyüme yüzde 4,9 oldu.  Halbuki cumhuriyetin 46 yılında toplam 775 milyar dolar harcandı,  yıllık ortalama yüzde 5,2 büyüme vardı. Hani nerede AKP’nin ekonomik başarı efsanesi!”
Siyasi iktidarın ekonomide “başarılı” olduğu muhakkak. En azından iş dünyası, patronlar büyük ölçüde iktidardan memnun. Son on yılda patronların nerdeyse bir dediğini ki etmedi. Yabancıların gelip para kazanması için elinden geleni yaptı ve birçok alanda gözle görülür değişiklikler oldu.
Ancak son yıllarda üst üste gelen krizlerle, 2001 krizi gibi tam bir çöküş olmasa da ekonomi yerinde saymaya başladı. Patronlar da bundan şikayetçi.
TOBB Başkanı, Türkiye’nin "yeni bir büyüme modeline" ihtiyacı olduğunu  vurguladı. “Milli gelirimiz son 6 yılda 10 bin dolarda takıldı kaldı” dedi.
 “2023’te, 2 trilyon dolar milli gelir hedefini yakalamak istiyorsak, her yıl yüzde 8 civarında büyüme oranı tutturmak gerekiyor” dedi.
Bunun için 5 madde sıraladı.
Vergi reformu”,
 “Cari açığı azaltacak sanayi stratejisi”, 
“İstihdamın teşviki”, 
“Girdi maliyetlerinin azaltılması” ve
 “Reel sektörün bankalarla çalışma ortamının iyileştirilmesi.”
Haklı mı? Haklı.
Ama ben de 30 senedir ekonomiyi izleyen bir gazeteciysem, diyorum ki, arkadaş bu hükümetle, mevcut politika ve yoğurt yeme tarzları ile bu 5 madde çözüm, hayal!…
Talepler çok yeni de değil… Yıllardır vergi reformu istenir, dış ticaret dengesi istenir vs.  Ama sadece şirketlerin işini kolaylaştıran geçici şeyler yapılır, o kadar…
Çünkü ekonomi ihracat değil, ithalat üzerine kuruldu.
2013 yılının ihracat rekortmenine bakın: TÜPRAŞ… Tamamı ithal petrol kullanıyor!.  Ford, Renault, Vestel, TOFAŞ, Arçelik, Toyota…
Bu firmaların ihracatlarını açıklıyorsun, hadi ithalat rakamlarını da açıklayın bakalım…
Cari açık”, yabancı sermayeye bağımlı olmayı zorunlu kılar ve zaten onun için dizayn edilir…
"Kaza", "kara talih", "kader" falan değildir...
Sadece bu tür neoliberal ekonomi politikalarının "fıtratında vardır"; bilinir, öngürülür, birilerine ülkeyi talan olanağı sağladığı için gizli/açık desteklenir...
Adı “Açık Ekonomisi”dir…
Açık Ekonomisi’ni masaya yatırma zamanı geldi de geçiyor...
Rahatsızlıkların kaynağı bu. Ancak kimse radikal bir değişime yanaşmıyor.  
Zira “ekonomi”nin sahibi patronlar da, bu ekonomiyle finanse edilen siyasi kadrolar da buna cesaret edemiyor.  Bu, bir bakıma da, bildiğin, bindiği dalı kesmek anlamına geliyor!
Aklıma ne geldi…
Hani köy düğünlerinde gelinin iki gözü iki çeşmedir… Sanırsın düğün değil cenaze var. Belki ailesinden ayrılmak istemiyordur, belki de damadı sevmemiştir, gönülsüzdür, kimse bilmez…
Hem gider, hem ağlar…
İyi pazarlar.

20 Mayıs 2014 Salı

Ey Soma! Kızarsan sana TOMA!

Dursun EROĞLU
Manisa’nın Soma ilçesinde “kömür karası”, ekmek parası ile anılırdı.   Tarımın çökmesiyle çaresiz maden ocaklarında asgari ücrete çalışmaya itilen yöre köylüsü için artık kömür kan, gözyaşı ve ölüm demek.  
Maden ocaklarına, sadece çıkarılan kömür ve kazanılacak para olarak bakan maden şirketi ile siyasi iktidar ise, olaya “kader” süsü verip sorumluluklarından sıyrılma derdinde.
Sevgili okurum, insanlık bilim diye bir şeyi yaratmışsa, inanıyorum ki, her şeyin mutlaka bir nedeni ve sonucu vardır. 
Yaşanan sorunlar da bir bakıma fırsattır.  Zira büyük “kaza”lar, “cinayet”ler, yıkımlar da aslında bir şeylerin iflas ettiğini, artık böyle yürümeyeceğini işaret ederler. İleri bir adım artık zorunlu hale gelmiştir...
Toplum, sonuçlar üzerinden de olsa, gerekli analizi yapar,  bilimin olanakları, teknoloji  ölçüsünde gerekenleri yaparsa,  bir düğüm çözülmüş, ileri bir adım atılmış olur.

Siyasi iktidarın son 10 senede yaptığı en iyi şey, bana sorarsanız “duble yollar”dır.  Gidiş- geliş tek şerit yollarda her sene on binlerce insanımız can veriyordu.  ANAP hükumetleri otoyol yapma derdindeydi. Otoyol daha kaliteli; ama çok daha pahalı bir yoldu, inşaatlar bitmek bilmiyordu. AKP’nin “duble yol” formülü yüzlerce kilometre yolu “bölünmüş yol” haline getirdi ve trafik kazaları ciddi ölçüde azaldı.
Hatırlıyorum, Bursa-Karacabey yolu artık “ölüm yolu” haline gelmişti.  Neredeyse kazasız gün geçmezdi.  
Yolar düzeldi, kazalar bitti.
Demek ki neymiş? 
Trafik kazaları “kader” değilmiş!  
İnsanlar “şehit” falan olmuyor, pisipisine gidiyormuş!

Yer altından maden çıkarmak dünyanın her yerinde risklidir.  Sadece çökme ve patlamalar değil, kömürün kendisi oksijeni gördüğünde içten içe yanan, zehirli gazlar çıkaran bir şeydir. Binlerce işçi bu gazların alev alması ile (grizu) can verdi.
Ama artık çağdaş maden işletmeciliğinde bunların çaresi var.  Sorunlar, riskler ve çareleri tek tek bellidir.  Teknoloji vardır.  Madende gereken şeyler yapılınca kaza, ölüm falan da olmuyor.  Örnekleri çok. Dünyanın en büyük maden üreticileri Çin, ABD, Fransa’da vs. artık bu tür kazalar iyice azalmış durumda.
E. Zola’nın, filmi de çekilen Germinal adlı romanındaki yarı çıplak, kan der içinde sadece yorgun düşüp uyumakta kullanılan işçi barakalarında genç yaşta hastalanıp ölmeler çok geride kaldı.  Kömürler de kazmanın ucuyla kazılıp çuvalla sırtta, ya da en iyisi at sırtında çıkarılmıyor yer üstüne. Artık üretim bantları var. Havalandırma, oksijen veren borular, yaşam odaları, noktalar, emniyet cepleri, asansör, otomatik yangın söndürme, gazda tehlikeli madde ölçen aletler vs. bir sürü teknik var.

Ancak son zamanlarda yepyeni bir durum çıktı ortaya: Ucuz kömür yarışı!
Daha çok kazanma!
Maden işçisinin dediği gibi "işçiden hep daha fazlasını isteyen" bir çalışma düzeni...
Maden şirketleri özelleştirildi. Daha çok ve daha ucuza maden çıkarma için büyük adımlar atıldı.  Enerji Bakanı, bu yüzden Soma Holding’in patronunu sürekli methetti. Şirket, TKİ’nin 130-140 dolara çıkardığı bir ton kömürü 23,8 dolara çıkarmakla övünüyor.
Soma’da bu “başarı”nın sırrını öğrendik: Ucuz işçilik! 
Maden işçisi asgari ücrete talim!
Ve iş güvenliğine “para harcamamak”…
Denetim yapılacak diyorlardı, en pahalı otelde yer ayrılıyordu. Geliyor her şey güzel diye rapor yazıp gidiyorlardı” diyor felaketten canını kurtaran Soma işçisi.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı,  ceset sayısı yüzlerle ölçülen bir yerde “Her şey mevzuata uygun. Kusur falan yok” deyince film koptu…
Maden şirketi ile kader birliği yapan bir siyasi iktidar manzarası Soma halkını  çileden çıkardı.
Sonrası malum, Başbakanın yuhalanması, taşlanma, markete sığınması…
Bağırana tekme yumruk, kızana TOMA…
Ölüsüne ağlamaya, ardından dua etmeye çalışan bir kasabaya yığılan onca polis, özel harekat, “güvenlik” önlemi vs. İktidarın tek kaygısının kendi koltuğu olduğu algısını güçlendirmekten başka işe yaramıyor.
Başbakanın, Cumhurbaşkanının koskoca bir koruma ordusu, kontrol noktaları, bariyerler, arama noktaları ile adeta kenti abluka altına alarak gerçekleştirdiği "taziye ziyareti" insanlarda "milli iradenin temsilcileri"nin milletten niye bu kadar çekindiği sorusunu yaratmadı  mı sanıyorsunuz? 
İş ne zaman koltukları, para musluklarını kuruma derdinden çıkıp samimi olarak sorunları çözme, yaraları sarmaya gelirse, işte o zaman TOMA’yı bırakıp Soma’yı kucaklayacağız…
İyi pazarlar.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

1 Mayıs kavgasını anlayan var mı?


Dursun EROĞLU
1 Mayıs’ın resmen “Emek ve Dayanışma Günü” kabul edilip “tatil günü” ilan edilmesi ile artık “İşçi Bayramı”nın kavga gürültü olmadan yaşanacağı yolunda boşuna hayal kurmuşuz…  Belki de 1 Mayıs’ın doğasında vardır kavga… 
Sorun şu ki, ne toplumun büyük çoğunluğu anlıyor bu kavganın mantığını, ne de bu “mücadeleyi” verenler kendini anlatabiliyor. Geriye sadece vicdanları rahatsız eden polis şiddeti ve mağduriyetler kalıyor.

Sevgili okurum, insanların pek çoğu 1 Mayıs’ı solculuk, komünistlik işi falan biliyor. Kimseyi suçlamaya hakkımız da yok. Çünkü “soğuk savaş” ortamında bizi “komünizmden kurtaran(!)” Sam Amca sürekli kafalara bunu kazıdı.
Halbuki meselenin aslı, bir asırdan fazla süre önce başlayan, işçilerin günlük çalışma süresini 8 saate indirme kavgasıdır… Çıkış yeri de çoğunun sandığı gibi komünist Rusya, Moskova falan değil, kapitalist Avustralya ve Amerika’dır.  İlk kez 1856’da Avustralya’nın Melbourne kentinde inşaat işçileri günlük çalışmanın 8 saate indirilmesi için Parlamento Evi önünde gösteri yapar.
1 Mayıs 1886’da Amerikan İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde, günlük çalışmanın 12 saatten 8 saate indirilmesi ve haftada bir günlük tatil yapma talebiyle iş bırakır.  Şikago’daki gösterllere 1 milyon kişi katılır.  Gösteriler, izleyen günlerde pek çok kente de yayılır. Bunun üzerine polis göstericilere ateş eder, ilk saldırıda 4 işçi ölür. Ardından tutuklamalar,  yargılamalar vs.
Ve 1 Mayıs, “İşçilerin Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü” ilan edilir.
Toplumsal mücadeleler tarihi aslında bu tür kavgaların, mücadelelerin tarihi ve bugün elde edilen medeniyet de bu mücadelelerin kazanımlarından ibaret.  
1 Mayıs günü meydanlara çıkan ve polis şiddeti ile karşılanan işçilerin ateşlediği fitil, bütün dünyada yankısını bulur ve büyük bedeller ödeyen “işçi sınıfı” onlarca yıl sonra 8 saatlik çalışmaya kavuşur.
Denebilir ki, çağdaş batı medeniyetinin üzerinde oturduğu en önemli temel, günlük 8 saat çalışma ve hafta sonu tatilidir. Modern yaşam bunun üzerine kuruldu. İnsanlar 8 saat sayesinde eşine, çocuğuna, eğitime, eğlenceye, gezmeye, kültür sanata zaman ayırabildiler. 
Balzac’ın, Zola'nın romanlarındaki karın tokluğuna kölece çalışmakla biten yaşamlar çok gerilerde kaldı artık.

Ancak son 20 yılda yeni bir durumla karşı karşıyayız.
Önceki gün Ankara OSTİM’de bir işyerindeyim. Bir telefon görüşmesine kulak misafiri oldum. Anlaşılan şirket eleman ilanı vermiş. Görevli telefondaki kişiye günlük çalışma saatleri ile ilgili şunu söylüyor:  “Sabah 08.00 ile akşam saat 7 gibi. Bazen 8’de biter. Biliyorsunuz yaz ayları yoğun oluyoruz.
Yani artık çalışma süresi günlük 10-12 saate çıkarılmış!
“İşin durumuna göre”ymiş!  
Ama niyeyse akşam 6’dan önce “çıkılmaz”mış!
Kamu kurumlarında bile 8 saatlik “yasal” çalışma süresi erozyona uğruyor.
Müdür çıkmadan”,  "şef oradayken" akşam işten çıkılamıyor…
Meğer işyerlerinde “yasa”lar sendikalar sayesinde uygulanıyormuş!
Sendikalar teker teker çökertilince sadece maaşlar erimiyor, çalışma süreleri uzuyor.
İş barışı da tehlikeli sulara doğru gidiyor...
Nisan 2008’de 1 Mayıs’ı “Emek ve Dayanışma Günü” ve tatil ilan eden AKP hükümeti hepimizi sevindirmişti.  Taksim’de yasaksız 1 Mayıslar çok görkemliydi.
Aynı hükümet bu yıl Taksim’e yürüyüşü engelleyebilmek için koskoca kenti adeta polis kuşatmasına aldı.
Değdi m?
Hani yüz binlerce işçi “Artık 8 saatten bir dakka bile fazla çalışmayacağız” diye meydanlara yürüse, iktidarı anlayacağım… 
Orada dayak, gaz, cop yiyenler ve bunu bir amaç için yemiş olacaklar!
halbuki altı üstü halay çekme, sloganlar, pankartlar,  türküler…
Şimdi şu kadar bin kişi bu halayı Yenikapı’da çekse ne olur?
 Taksim’de çekse kaç yazardı?