1 Mayıs’ın resmen “Emek ve Dayanışma Günü” kabul edilip “tatil günü” ilan edilmesi ile artık “İşçi Bayramı”nın kavga gürültü olmadan yaşanacağı yolunda boşuna hayal kurmuşuz… Belki de 1 Mayıs’ın doğasında vardır kavga…
Sorun şu ki, ne toplumun büyük çoğunluğu anlıyor bu kavganın mantığını, ne de bu “mücadeleyi” verenler kendini anlatabiliyor. Geriye sadece vicdanları rahatsız eden polis şiddeti ve mağduriyetler kalıyor.
Sevgili okurum, insanların pek çoğu 1 Mayıs’ı solculuk, komünistlik işi falan biliyor. Kimseyi suçlamaya hakkımız da yok. Çünkü “soğuk savaş” ortamında bizi “komünizmden kurtaran(!)” Sam Amca sürekli kafalara bunu kazıdı.
Halbuki meselenin aslı, bir asırdan fazla süre önce başlayan, işçilerin günlük çalışma süresini 8 saate indirme kavgasıdır… Çıkış yeri de çoğunun sandığı gibi komünist Rusya, Moskova falan değil, kapitalist Avustralya ve Amerika’dır. İlk kez 1856’da Avustralya’nın Melbourne kentinde inşaat işçileri günlük çalışmanın 8 saate indirilmesi için Parlamento Evi önünde gösteri yapar.
1 Mayıs 1886’da Amerikan İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde, günlük çalışmanın 12 saatten 8 saate indirilmesi ve haftada bir günlük tatil yapma talebiyle iş bırakır. Şikago’daki gösterllere 1 milyon kişi katılır. Gösteriler, izleyen günlerde pek çok kente de yayılır. Bunun üzerine polis göstericilere ateş eder, ilk saldırıda 4 işçi ölür. Ardından tutuklamalar, yargılamalar vs.
Ve 1 Mayıs, “İşçilerin Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü” ilan edilir.
Toplumsal mücadeleler tarihi aslında bu tür kavgaların, mücadelelerin tarihi ve bugün elde edilen medeniyet de bu mücadelelerin kazanımlarından ibaret.
1 Mayıs günü meydanlara çıkan ve polis şiddeti ile karşılanan işçilerin ateşlediği fitil, bütün dünyada yankısını bulur ve büyük bedeller ödeyen “işçi sınıfı” onlarca yıl sonra 8 saatlik çalışmaya kavuşur.
Denebilir ki, çağdaş batı medeniyetinin üzerinde oturduğu en önemli temel, günlük 8 saat çalışma ve hafta sonu tatilidir. Modern yaşam bunun üzerine kuruldu. İnsanlar 8 saat sayesinde eşine, çocuğuna, eğitime, eğlenceye, gezmeye, kültür sanata zaman ayırabildiler.
Balzac’ın, Zola'nın romanlarındaki karın tokluğuna kölece çalışmakla biten yaşamlar çok gerilerde kaldı artık.
Ancak son 20 yılda yeni bir durumla karşı karşıyayız.
Önceki gün Ankara OSTİM’de bir işyerindeyim. Bir telefon görüşmesine kulak misafiri oldum. Anlaşılan şirket eleman ilanı vermiş. Görevli telefondaki kişiye günlük çalışma saatleri ile ilgili şunu söylüyor: “Sabah 08.00 ile akşam saat 7 gibi. Bazen 8’de biter. Biliyorsunuz yaz ayları yoğun oluyoruz.”
Yani artık çalışma süresi günlük 10-12 saate çıkarılmış!
“İşin durumuna göre”ymiş!
Ama niyeyse akşam 6’dan önce “çıkılmaz”mış!
Kamu kurumlarında bile 8 saatlik “yasal” çalışma süresi erozyona uğruyor.
“Müdür çıkmadan”, "şef oradayken" akşam işten çıkılamıyor…
Meğer işyerlerinde “yasa”lar sendikalar sayesinde uygulanıyormuş!
Sendikalar teker teker çökertilince sadece maaşlar erimiyor, çalışma süreleri uzuyor.
İş barışı da tehlikeli sulara doğru gidiyor...
Nisan 2008’de 1 Mayıs’ı “Emek ve Dayanışma Günü” ve tatil ilan eden AKP hükümeti hepimizi sevindirmişti. Taksim’de yasaksız 1 Mayıslar çok görkemliydi.
Aynı hükümet bu yıl Taksim’e yürüyüşü engelleyebilmek için koskoca kenti adeta polis kuşatmasına aldı.
Değdi m?
Hani yüz binlerce işçi “Artık 8 saatten bir dakka bile fazla çalışmayacağız” diye meydanlara yürüse, iktidarı anlayacağım…
Orada dayak, gaz, cop yiyenler ve bunu bir amaç için yemiş olacaklar!
halbuki altı üstü halay çekme, sloganlar, pankartlar, türküler…
Şimdi şu kadar bin kişi bu halayı Yenikapı’da çekse ne olur?
Taksim’de çekse kaç yazardı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder