30 Ocak 2015 Cuma

‘Yerli Syriza’ olmak ve umut…

"Radikal Sol İttifak’ın (Syriza) seçim zaferi Türkiye’de sol/sosyalist/ sosyal demokrat kesimde hayli heyecan yarattı.
 “Bak,  işte hava dönüyor. İktidar sırası bize geliyor” yorumları, bir süre sonra yerini “Syriza’ya en çok benzeyen biziz” yarışına dönüştü. “Radikal Sol İttifak”ın lafından kıl kapanlar bile “Syriza” taraftarı oluverdi.

Peki, Türkiye’de, “Yerli Syriza”ı yaratmak, “Çipras” olabilmek nasıl bir şey?
Yunanlılar, iki dünya savaşında yerle bir oldukları yetmezmiş gibi, yıllarca da iç savaş yaşayan, çevremizdeki en talihsiz halklardan birisi. Ülkenin kaderi AB üyeliğinin ardından değişti.  AB desteğiyle Yunanistan ulaşım, turizm ve tarımsal altyapısını bir güzel tamamladı, 1995-2005 arasında da AB’deki standartları yakalamayı başardı. 
Ancak ciddi sanayi varlığına, üretime dayanmayan; turizm vs. refah toplumu olmanın avantajlarına dayanan Yunan ekonomisinde her şey 2008 sonunda ABD’deki Mortgage ile patlayan küresel mali krizle tersine döndü.
Ne güzel, peş peşe büyümelerle 2008’de ülkenin GSYİH’sı 315 milyar dolara, kişi başı geliri de 20 bin 750 Euro’ya yükselmişti.  11 milyonluk bir ülkeden söz ediyoruz…

Ne olduyorsa 2008 sonunda patlayan krizden sonra oluyor ve ekonominin yüzde 72’den fazlası hizmet sektöründen ibaret olan ülke altüst oluyor.

Turizm gelirlerinin suyunu çekmesi, mevcut yaşam standartlarını sürdürebilmek için çığ gibi büyüyen bütçe açıkları, vergi kaçakçılıkları, yolsuzluklar,”Koskotas”lar, kredi derecelendirme kuruluşlarının not düşüşleri, bankaların birbiri ardı sıra batışı... derken dış kaynaklı büyüme çöküyor!

Tabi, hemen kapitalist patronlar ve onların kuruluşları IMF, AB ve AB Merkez Bankası’nın oluşturduğu “troyka”nın kurtarma paketleri” giriyor devreye…

IMF reçeteleri”nin nasıl bir şey olduğunu hatırlarız. Sürekli yeni kredi ve artan dış borçlar… Vatandaşa daha fazla kemer sıkma… Ücretlerin baskı altına alınması, emekli maaşlarına tırpan, köylüye, girişimciye tırpan, sendikalara polis copu vs. vs. .

Ve Yunanistan’da dış borçlar bir yıldan az bir sürede ikiye katlanarak 2009 sonunda 300 milyar dolara çıkar.
Bir yandan kriz nedeniyle bir bir kapanan işyerleri, toplanamayan vergiler, kar topu gibi büyüyen işsizlik, ödenemeyen memur maaşları, hızla düşen asgari ücret, artan petrol faturası, askıya alınan yatırım projeleri; diğer yandan artan dış borçlar ve yükümlülükler…

Troyka
’nın reçetelerini gazete haberlerinden hatırlarsınız: “Şu kadar Yunan adası satışa çıkarıldı”, “Falanca falanca limanlar alıcı bekliyor”…  Nasılsa satılacak büyük sanayi kuruluşu falan yok.
Osmanlı’nın 1880’lerin başında yaşadığı Duyunu Umumiye’yi hatırlayın, Yunanistan’ın başındaki Troyka’yı tahmin edin…

Krizin asıl sorumlusu olan patronların, çare diye önüne getirdiği reçetelerin kendine daha fazla sefaletten başka bir şey vermediğini gören Yunanlılar, özellikle 2012 seçimlerinden itibaren radikal tercihlere yöneldi.
Artık 1010’da başlayan İMF  ve AB’nin toplam 110 milyar Euro “Finansal İstikrar Paketi”nin yeni yeni borçtan ve sefaletten başka bir anlamı yoktu.

Syriza,
 adından da anlaşılacağı gibi “sol ittifak”.  İçinde çok sayıda grup var. Onları birleştiren şey, Troyka’nın halka daha azla yetinip daha çok çalışmasını  öngören “kemer sıkma politikası”nı reddetmek!
Şimdi “Yerli Syriza” derken önce bu zemini anlamak lazım…

Tabi Türkiye’de bu ölçüde bir kriz yok. Ya da krizler, aslında, böyle yaşanmadı, demek daha doğru. Zira bizde IMF, Dünya Bankası vs. her krizde kemer sıkma paketi verdi, Türkiye kemeri sıktı, halk kuzu kuzu kaderine razı oldu, itiraz edenler marjinalize edilip polis gücüyle bertaraf edildi ve sistem kendini yenileyip yoluna devam etti, ediyor…   

Bizde başka farklılıklar da var.

Örneğin Yunanlılar yaşadıkları krizin sorumlularını teşhis edip, onlara karşı bir cephe, ittifak oluşturma derdine düşmüş… Krizden zarar gören herkesin desteğini almaya odaklanmışlar.

İşte bizde yerli Syriza olmanın en önemli sınavı burada…

Bizde siyasi iktidar sahipleri ve yönetimi parmağında oynatan çokuluslu güçler, yatırımını hep buna yapmış: Halkı birbirine karşı konumlandırmak!

Bu AKP meselesi falan değil. Önce de vardı, AKP gitse de bu kafayla devam eder.

Baksanıza “Radikal Sol İttifak”, 149 sandalye alıp, sadece iki sandalye ile kaçırdığı tek başına iktidarı yakalamak için, gitti “radikal sağ” denebilecek bir parti ile koalisyon kurabildi.  Yunanistan’ın menfaatleri adına…

Ama bizde ne mümkün… Örneğin HDP’nin MHP ile koalisyon kuracağını düşünebilir miyiz?

Kürt-Türk, Alevi-Sünni, sağcı-solcu…
İnsanlar birbirine karşı doldurulmuş... Kafası kızan diğerine "vatan haini" falan diyor, yaşadığı bütün olumsuzlukların tek müsebbibi aynı sokakta oturduğu komşusu sanabiliyor...

Adam kendisine “Türk milliyetçisi” dediğinde, Türkiye’nin borca batırılıp sömürülmesi, halkın, milletin sefilliği, yer altı yerüstü kaynaklarının tek tek yabancıya satılmasını falan gözü görmüyor.  Bir gösteride pankartın üzerine Kürtçe yazılması, orak çekiç simgesi, “Anadil”, “Yerel Özerklik” lafları vs. onda daha çok nefret yaratıyor. Onlarla yan yana olacağına, memleketinin yabancıya meze olmasına göz yumabiliyor!

Patronun parası gitmesin diye tedbirsizlik yüzünden maden ocaklarında, inşaatlarda yaprak gibi devrilen işçilerin durumunu, “fıtrat” deyip geçmeyi tercih edebiliyoruz.

Sokakta hakkını arayan metal işçisine iki destek alkışı için illa da metal işçisi mi olmak gerekiyor?

Vatandaşın din, dil, ırk, hatta Karslı, Çorumlu, Sivaslı, bilmem falanca mezhebe mensup diye birbirine karşı konumlandırıldığı bir ortamda ne Syriza ne de başka tür bir “ulusal”birlik sağlama şansınız yoktur.

Haziran
’da sandık hesapları da hiç Syriza tarzı yapılmıyor. 

AKP
’ye duyulan tepki dışında muhalefetin alternatif bir iktidar perspektifine, ortak bir slogana, hedefe ihtiyacı var.

Yunanistan
’ı sefalete sürükleyen neoliberal gidiş aslında Türkiye’yi de köşeye sıkıştırıyor.  Her büyük proje dış borçla yapılıyor. Borçlar kartopu gibi büyüyor ve çarklar her yıl daha fazla insanın iş kazalarında ölmesi, daha az ücrete çalışma, dağ taş sürekli yeni yerlerin satışa çıkarılması, sanayi ve hizmet kuruluşlarının bir bir “çokuluslu” firmalara geçmesi sayesinde işliyor.

Anştayn olmaya gerek yok…. Mevcut gidişattan memnun olmayan insanlar kendi aralarına konulmuş hançerleri temizleyip el ele verebilse, arkası gelecek…

Tabi bu yazı Syriza’yı tartışmıyor. Yunanistan’da bütün sorunları çözeceği gibi iddianın sahibi de değiliz. Patron cephesi hiç kolay lokma değil. Bilek güreşinden vazgeçmezler. Daha şimdiden Atina Borsası’nı çökerttiler.  Papazın önünde eğilmeyen Çipras’a boyun eğdirmekte kararlı olacaklarına kuşku yok…

Ama şu “sandık başarısı” ve bir umudun peşinde koşmak var ya…

Bize “Yerli Çipras” belki de bunun için lazım!

22 Ocak 2015 Perşembe

Yeryüzü daha adaletsiz bir yer oluyor


Kapitalist dünyanın patronları her yıl İsviçre’nin Davos kentinde “Dünya Ekonomik Formu” adı altında toplanır. 40’dan fazla devlet ve hükumet başkanı ile önde gelen işadamları yine orada. Doğrusu gazeteci olarak izleme fırsatım olmadığı için Davos’taki oteller, kayak merkezleri, yiyecek içecekler, kürkler,  sergilenen lüks makam araçları, koruma/izleme ordusu ve teknolojisi, gece alemi vs. hakkında sadece tahminlerde bulunabilirim.  
Ama bu yıla damgasını vuran şey bunlar değil: 
Dünyada artan adaletsizlik… 
Ve de can güvenliklerinden her zamankinden kaygılı olan patronlar…
Davos kasabasının küresel ekonomi politikalarının dizayn edildiği bir merkez, ana odak olduğunu düşünmek elbette doğru olmaz.  Ancak küresel ekonomiyi yönlendiren “liderlerin” burada yan yana birlik ve uyum mesajı verdikleri, “işte dünyanın patronu biziz” dedikleri çok açık.
Paranın patronları medya önünde şov yaparken, yoğun kar ve soğuk altında bu politikalardan rahatsızlık duyan demokratik kitle örgütleri, sendikalar kasklı, coplu polislerin müdahalesine rağmen pankart açıp slogan atarak sesini duyurmaya çalışır.
Davos’ta protesto gösterileri olağan hale gelmişti. Ancak bu yıl güvenlik tedbirleri resmen abartılmış!  
Düşünsenize, başbakan, devlet başkanı ya da şirket sahipleri bu yıl ilk kez İsviçre’ye özel uçaklarıyla  gelecekler ve ilk kez Zurih’teki askeri havaalanına inecekler. Forma katılacaklar buradan askerlerin refakatinde helikopterle Davos’a götürülecekler.
Davos’ta her taraf polis, özel tim,keskin nişancı; kuş uçurtulmuyormuş.
Tabi Paris’teki son Charlie Hebdo saldırısının bu önlemlerde etkisi olduğu yabana atılamaz…
Ama sadece bu değil…
Anlaşılan dünya patronlar için gittikçe güvensiz bir yer oluyor.
Üstelik bunun sorumluları da kendileri!
Nasıl mı?
Bakınız bu yıl farklı bir şey oldu ve toplantının açılışına Oxfam adlı İngiliz yardım kuruluşunun raporu damgasını vurdu.
Oxfam’ın açıkladığı araştırma raporu, Davos’ta estirilen büyüme, refah, zenginlik rüzgarının koca bir üfürme, balon, kandırmaca olduğunu kanıtlıyor, Davos kahramanlarının foyasını açığa çıkarıyor.
Rapor, küresel ekonomiyi  yönlendiren patronlara, “İşte”, diyor “Bakın bu sizin eseriniz. Dünyada eşitsizlik, adaletsizlik gittikçe artıyor… Dünya nüfusunun sadece yüzde 1’i, dünyada üretilen bütün mal ve hizmetlerin, servetin yarısına sahip oldu. Nüfusun kalan yüzde 99’u ise kalan yüzde  50’yle yetinmek zorunda.”
Araştırma çok çarpıcı. Buna göre dünya giderek daha adaletsiz bir yer oluyor.
Dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin kontrol ettiği servet 2009 yılında yüzde 44 olurken, 2014’te yüzde 48’e yükselmiş.
Bu yılın sonunda da yüzde 50’yi aşması tahmin ediliyor.
Yani zenginler ile fakirler arasındaki uçurum derinleşiyor…
Zenginler daha zengin, fakirler daha fakir oluyor...
Dikkatinizi çekerim bu adaletsizlik, zengin ülkeler ile fakir ülkeler arasındaki bir adaletsizlik değil… Lüks, bolluk, servet içinde yüzen zenginler ile yoksul insanlar arasındaki adaletsizlik…
Bakmayın siz o süslü “kişi başına milli gelir” hesaplarına…
Dünyanın her yerinde zenginlerin serveti hızla artıyor. Ama işçi, köylü, memur, küçük esnaf-sanatkar, küçük ve orta ölçekli ve özellikle de“yerel/ulusal” çapta faaliyet gösteren sanayi ticaret kesimi hızla yoksullaşıyor.
Servetler giderek daha az insanda toplanıyor.
Eskiden dünya kadar araba markası vardı. Şimdi dünyada otomotiv sektörünü elinde tutan firmalar bir elin parmakları kadar kaldı.
Ve adaletsizliği hepimiz hissediyoruz...
Örneğin Türkiye’yi ele alalım.  OECD raporlarına bakıyoruz: Türkiye, Meksika’dan sonra gelir adaletsizliğinin en yüksek olduğu dünyanın ikinci ülkesi… 
Maşallah adaletsizlikte rekora yakınız…
OECD Raporu, 1985’den bu yana ekonomik büyümelerin gelir adaletsizliğine etkisini ele almış .
Bir yandan dolar milyarderi listesine giren yeni işadamlarıyla övünüyoruz…
Başktente yüzmilyonlarca dolar harcanıp bin küsur odalı CB  Sarayı yapılıyor,  din görevlilerinin altına trilyonluk lüks otomobiller çekiliyor…
Büyük kentlerde birbiri ardı sıra dev gökdelenler dikiliyor;
Ama öte yandan köylülerin yoksullaşmasını, tarımın iflas edip topraklarını terk edip kentlere sığınmalarını…
Maden işçilerinin feodal dönemden kalma “dayıbaşı” vs. yöntemlerle çalışmasını…
İşçilerin tek tek sendikasız, hak hukuksuz, patronun iki dudağı arasına sıkışmış hayatlarını…
Emeklilik yaşı 60’a çıkarılan ülkede 40 yaşın üzerindekilerin hızla iş hayatı dışına itilmesini…
Rantiyecilerin dağı, ormanı, denizi, ovayı; dereleri tepeleri orada yaşayanlara dar etmelerini…
…vs. vs. izliyoruz!
Davos’ta patronlar bu yıl kendi canlarından daha fazla korkar olmuş. 
İşte iki şey yine karşıya geldi…
"Adalet"  ve “güvenlik”!
Anlaşılan, yeryüzünde adalet bozuldukça daha fazla polise, askere, zırhlı araca ihtiyacı olacak Davos patronlarının...

6 Ocak 2015 Salı

Biz neyi yazacağız…



Biz neyi yazacağız?



Sakıncası yoksa bir hafta gecikmeyle de olsa yeni yılın hepimize iyilik getirmesini diliyorum. Aslında pekçoğumuz 2015’in Noel Baba kılığına girip bize hediyeler dağıtmasını bekleyecek yaşlarda değiliz. Yaşananlara bakılırsa hayli gerginlik üretecek bir yıl olacak. Ama umut, her zaman bir ışık olmaya devam edecek…  
2015’ün  en önemli sürprizlerinden birisi  Çin’in GSYİH’da ilk kez ABD’yi geride bırakması oldu.
Evet, yanlış okumadınız… Çin 2014 yılında gerçekleştirdiği 17 trilyon 632 milyar dolar GSYİH ile dünyanın  en büyük ekonomisine sahip oldu. Bu haberi The Ekonomist’in Fransa’daki yayını Le Nouvel Economist’te Philippe Barret yazdı. Barret’in yazdığına göre geçtiğimiz yıl ABD ekonomisi  kriz sonrası ciddi toparlanma başarısına rağmen 17 trilyon 416 milyar dolarlık mal ve hizmet üretebildi. Çin ise 17 trilyon 632 milyar dolar ile ABD ekonomisini solladı.
Her ne kadar 2000 yılına kadar ABD ekonomisi  Çin ekonomisini en az üçe katlaya gelse de, son on seneden fazladır üsttüste kaydedilen rekor büyüme nedeniyle Çin’in sadece nüfusta değil  ekonomide de en büyük olacağı tahmin ediliyordu.  
Ancak bu 2018’de bekleniyormuş…
Sahiden sürpriz yapmış Çin.
İngiltere, Fransa gibi “imparatorluk”ların ardından 150 yıla yakındır dünya lideri  koltuğunu koruyan ABD için sahiden bir sürpriz..
Tabi bunun ABD halkı için bir anlamı var mı, bilmiyorum….
Ama Çin için övünç kaynağı olduğu kuşkusuz…
“Çin Komünist Partisi” yönetimindeki  Çin,  kapitalist dünyayı , kendi geliştirdiği kapitalist yöntemlerle solluyor!.
Hoş, bu durum ABD vatandaşlarının hala daha zengin olduğu gerçeğini değiştirmyor. En büyük ekonomiye sahip Çin kişi başına milli gelirde 89. Sıradaymış.
Şu “kişi başı milli gelir” hesabı aslında ne kadar  saçma sapan bir şey…
Koç’ların, Sabancı’ların, Ülker’in, Cinerler’in parasını toplayıp nüfusa bölünce ne değişiyor ki… Geçenlerde metroda orta yaşlı birisi ciddi ciiddi yanındakine şöyle soruyor: “Ya arkadaş madem Türkiye’de kişi başına yıllık 10 bin dolar düşüyor. Benim  aile 5 nüfus. Eder 50 bin dolar.  Bizim dolarlar  nerede? Acaba hangi kuruma başvurmam lazım.  Bizim eve giren para 8-10 bin dolar bile değil. Mahkemeye  mi başvursam acaba?…” vs.
Mahkeme” deyince nedense hemen aklıma Anayasa Mahkemesi geldi.
Anayasa Mahkemesi “Yüce Divan” sifatıyla bakan, başbakan gibi devlet büyüklerini yargılar. (Pratikte de bakanlar işi bitirilip “muhalefete” düştükten sonra yargılanırlar. Bir tür siyasi hesaplaşma kurumudur desem  haksızlık olu mu bilmiyorum)  
Hani yargılama adil yapılır/yapılmaz… Bakanlar sahiden suçldur ya da değildir.  
Bana sorarsanız hırsızlık, yolsuzluk yapan bir vatandaş nasıl gidip Adliye binasında hakimin karşısına  çıkıyorsa, bakan, başbakan da çıkarılıp yargılanabilmeli… Öyle Yüce Divan falan zaten yargıdan kaçırmanın kılıfı… O ne, “devletlü” kesime özel yargı kıyağı… Yok memurun yargılanması baştakinin iznine bağlanır; yok aman birleri “dokunulmaz”dır…  Yani mahkemele sadece sizin sevmediklerinizi cezalandırma yerimidir kardeşim?
Ama çoktan geçtik bunları…
Dün akşam, TBMM’de yolsuzluktan yargılanmak için  Yüce Divan yolu görünen bir bakanın “Ben gidersem Bilal de gider” gibi bir laf ettiği iddiası ile adeta hepimizin başından aşağı bir helki su döküldü…
Ve o andan itibaren Cumhurbaşkanı, Başbakan ve hükümetin  Yüce Divan yolunu tıkamak için seferber olması var ya…
Bir bakan çıkıp Anayasa Mahkemesi’ni “paralel” ilan etti.
Köşe ve ekrandaneler hemen ateşe  başladılar : “Mahkeme Gülen cemaatinin güdümünde.  Gargılama sağlıklı olmaz. Amaçları darbe yapmak”…
Daha birkaç sene önce yüzlerce insanı “Ergenekon”, “Balyoz” vs. diye içeri tıkarken yere göğe sığdırılmayan Özel Yetkili Mahkemeler de  17 Aralık yolsuzluk operasyonu sonrası  darbeci ilan edilmişti.
… Hani demem o ki arkadaş…
Gelir dağılımı bu kadar bozukken ve “adalet” lafının levhalardan ötede bir anlamı yokken…
Hırsızlık yolsuzluk dosyaları teker teker kapatılıp,  bunları soruşturanlar vatan haini ilan edilirken…
Devlet  hiyerarşisi  tepeden tırnağa yolsuzluğa bulaşmışlarla sımsıkı kenetlenmişken…
Senin ekonomin dünya lideri olsa ne yazar…
Karadeniz yoğurt  olsa vatandaşa bir kaşık düşer mi...

Böyle bir memlekette biz neyi yazacağız!