24 Ağustos 2016 Çarşamba

'Gıdada çare verim artışı'



Koç Topluluğu şirketlerinden, Türkiye'nin en büyük salça üretici ve ihracatçısı olan Tat Gıda'nın Üretimden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Hakan Turan ile domates ve salça etrafında gıda sektörünü konuştuk.
Mustafakemalpaşa ve Karacabey'de iki fabrikada üretim yapan ve sektörün üretim ve ihracatta lideri olan Tat Gıda örneğinde gıda sektörünü değerlendiren Turan, Türkiye'nin salçalık domates ve salça üretiminde dünyanın önde gelen ülkelerinden birisi olduğuna vurgu yaptı. Salçalık domates üretiminin yarısının Bursa civarında, yüzde 40'ının da Ege'de yapıldığını, domates üretiminde verimliğin artırılması için firma olarak yürüttükleri projeleri anlatan Turan, Türkiye'nin potansiyeline vurgu yaptı. Turan'ın çarpıcı tespit ve önerileri şöyle:


- 'Endüstri 4.0' için TUSİAD tarafından hazırlanan raporda, gıda sektörünün gıda sektörü ileri teknoloji ve akıllı sistemlere en hazır, en ileri düzeydeki birkaç sektörden birisi olarak tanımlanıyor. TAT Gıda sektörünün belli başlı firmalarından birisi. Ne düşünüyorsunuz?

- Bence çok isabetli bir değerlendirme. Çünkü Endüstri 4.0'da dijitalleşme var. Biz firma olarak önümüzdeki beş yıl içinde dijitalleşme ve Endüstri 4.0 ile ilgili çok ciddi planlarımız var. Bunun iki boyutu var. Birisi, fabrikalarımıza yönelik yatırımlar ve iyileştirmeler, diğeri de tarım tarafında, örneğin sanayi domatesi tedariğinde, çiftçilerimizle ve tarla boyutunda yapacağımız hadiseler var. Fabrika tarafında otomasyon özellikle çok önemli. İşte 'nesnelerin interneti' diyoruz, 'data' diyoruz, 'büyük data' diyoruz... Bunlara tarla tarafında, öncelikle mobil uygulamalarla başlayacağız. Bizim çok geniş bir ziraatçı kadromuz var. Biz bu arkadaşların tabletleri veya akıllık telefonları ile mobil uygulamalar sayesinde gittikleri yerlerde tarlalarla ilgili bütün durumları kaydediyor, resmediyor ve ve o büyük data dediğimiz kısmı oluşturmaya başlayacaklar. Daha sonrasında çiftçiyi de hemen katacağız işin içine. Çiftçilerimizin de bu mobil uygulamalardan faydaları olacak. En basitinden hemen şunu söyleyebilirim ki, o uygulamalar ile birlikte örneğin interaktif eğitimlerimiz olacak. Danışma ortamı olacak. Tarlada gördükleri her hangi bir sorun hakkında, uygunsuzluk hakkında anında bizim danışmanlığımız devreye girecek. Bizim tarım danışmanlarımızı anında kullanıyor olacaklar. Tarladaki durumu fotoğrafla, görüntüyle bize sorunları hızlıca aktarabilecekler. Bu kabiliyetlerin gelişmesi için de yardımcı olacağız. Oradan çeşitli ticari koşulları görebiliyor olacaklar. Hesaplarını takip edebiliyor olacaklar. Bize ürünü ne zaman getirmesi gerektiğini, planlamayı, hasat durumlarını vs. ortaya çıkaracak çok interaktif bir çalışma ortamı planlıyoruz.

- Peki bunlar için, çiftçilerin tarımsal altyapısı, arazi büyüklükleri elverişli mi? Biliyorsunuz bizde arazi parselleri büyük çaplı tarımsal aletlerin kullanımına uygun değil, mekanizasyon olanakları kısıtlı. Öyle, filmlerde gördüğümüz büyük Amerikan çiftçikleri yok. Bu bir handikap olmayacak mı?

- Çok haklısınız maalesef, bu bir sorun. Ama önce şunu tamamlayayım... Biz Tat olarak planlarımız çerçevesinde meteorolojik istasyonlarla, sensörlerle domatesin gelişimini, ne zaman sulama ihtiyacı olduğunu, gübreleme ve ilaçlama ihtiyacı var, ne zaman ne yapılacak... Bunların hepsi mobil cihazdaki aplikasyona (uygulama) gelecek. Daha da ilerideki dönemde uydu fotoğraflarla bitki gelişimini takip ederek oradan da bir takım kararlara varmayı hedefliyoruz. Tabi bu planı uygulamak için de yaklaşık 2,5 milyon liralık bir yatırım planladık.


- Bursa'dan, Bursa Ovası'ndan Karacabey, Mustafakemalpaşa'ya doğru hızlı bir yapılaşma baskısı var. Tarım alanları hızla tahrip ediliyor. Yeni yeni mahalleler, sanayi bölgeleri oluşuyor. Ekim alanlarındaki daralmayı ne ölçüde hissediyorsunuz. Domates ekiminde tehlike çanı çalışıyor mu?

- Aslında çok kabaca, biz bundan pek etklenmiyoruz diyebilirim. Çünkü uzun yıllardır domates ekim alanlarımız Türkiye genelinde toplam olarak yaklaşık 300 bin hektar. Bizim Bursa bölgesi olarak bakarsak, bunun yüzde 50'si, yani 150 bin hektar arazi. Ege'ye indiğimizde yüzde 40'ı da orada. Yani sanayi domatesi Bursa için çok önemli bir konu.


- Türkiye'de yıllardır çiftçi örneğin domatesi fiyatlarından pek de memnun görünmüyor. Fiyat düşük bulunuyor. Oysa bir de uluslararası rekabet boyutu var. Gıda sektörü veya sizin içinde bulunduğunuz salça üreticileri uluslararası rekabet açısından ne düzeyde?

- Çok önemli bir konu. İşte bu konu bizim projemizin çıkış noktalarından bir tanesi. Neden, çünkü Türkiye salçalık domates, sanayi domatesi üretiminde dünyada beşinci sıradayız. Aslında, merhum Vehbi Bey (Vehbi Koç, TAT'ın kurucusu) 1967 yılında Mustafakemalpaşa'da bu tesisin temellerini attığında Türkiye'de böyle birşey yok. Sanayi domatesi diye birşey yok. Salça üretme yok. Sadece evlerde yapılıyor. Endüstriyel anlamda yok. İhracat ise tamamen sıfır... Şu anda Türkiye geldiği noktada, dünyada salça ihracatında, domates ürünleri ihracatında 6. sırada. Bizim için, özellikle bölgemiz için çok önemli bir kaynak. Ve ithalat da yok salçada... Dolayısıyla burada bizim cari açığımız açısından da son derece faydalı bir iş yapılıyor aslında. Peki uluslararası rekabette ne durumdayız? İşte uluslararası rekabetçiliğimizi kaybetmemek için yapılacak tek şey, bu işin tek yolu verim artışı.. Elbette çiftçi de daha çok kazanmak isteyecektir, hakkıdır. Ama çare verim artışı. Verim artışını sağlamak için ne yapmamız lazım? Bizim doğru tarım yapmamız lazım. İşte bütün bu projemizi aslında bunun üzerine odaklıyoruz. Yani çiftçiyle birlikte bir know-how oluşturmak... Hep daha verimli nasıl üretim yaparız konusuna yoğunlaşmak. Bir dekar tarladan daha fazla verimi nasıl elde ederiz? Yani sonuçta her halükarda bir dekara harcadığınız maliyet belli. Bir dekar için kullandığınız mazot belli, işçilik belli.. Attığınız tohum belli, gübre belli... Bir dekara attığınız ilaç belli. Şimdi bir dekardan 7 ton elde etmekle, bir dekardan 10 ton domates elde etmek arasında çok büyük fark var. Maliyet anlamında çok büyük fark var. Aldığınız ürün arttıkça kilo başına maliyetiniz düşüyor. Kazancınız da ona göre artıyor. Dolayısıyla biz bunu nasıl 7 tondan 10 tona, 12 tona çıkarabiliriz, diye kafa yormamız gerekiyor.

- TAT olarak, proje kapsamında çiftçiye pratikte ne öneriyorsunuz?

- Doğru tohum seçimi, doğru fide seçimi, doğru zamanda sulama, doğru zamanda ilaçlama... Çiftçileri yönlendiriyoruz. Bunun için üniversitelerle de işbirliği yapıyoruz. Bizim ayrıca deneme tarlalarımız var. Kendi Ar-Ge'miz var.
Bu tür Mustafakemalpaşa'da da İzmir Torbalı'da da deneme tarlalarımız var. Bu deneme tarlalarımızda Ar-Ge çalışmaları yapıyoruz. O tarlalarda en iyi verimi hangi fide ile hangi ilaçla, ilaçlama yöntemiyle, hangi gübreyi kullanarak elde ediyoruz diye araştırıyoruz. Çiftçiler de bunları görüyor, destek alıyor, onları verimli üretim için teşvik ediyoruz. Yapa yapa, deneye deneye, göstere göstere, önce bir büyük data elde edip, buradan doğru analizlere, doğru sonuçlara varıp, bunu da çiftçilerimizle paylaşmak. Hedefimiz bu. Bu projenin de merkezinde bu var.

- Salçalık domates artık pazarlarda da satılıyor. Ancak halk arasında bu sanayi domatesinin hormonlu olduğu düşüncesine rastlıyoruz. Örneğin yemeğe, salataya katılmasında belli düzeyde bir çekimserlik var. Ne diyorsunuz?

- Ne GDO, ne hormon... Bu verim artışının hormonla vs. hiç bir ilgisi yok. Biz verimi tamamen doğru fide seçim, doğru gübreleme, ilaçlama ile kontrol etmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla da sanayi domatesinde ne GDO ne de hormon var. Böyle Bir şey sözkonusu değil. Tamamen melezleme ile geliştirilmiştir. Kesinlikle genetiği ile uğraşılmamıştır. Sanayi domatesini sofralık domatesten ayıran tek unsur, birisi daha fazla dayanıklıdır. Neticede onlar tarlada toplanıyor, traktörlerle, kamyonlarla taşıyoruz, taşınıyor, indiriliyor, kaldırılıyor... Üretime gelene kadar çok yol katediyor, dolayısıyla da daha dayanıklı olması gerekiyor. Diğer sofralık domatesler ise küçük kasalarda, daha narin bir işlem görüyor. Daha az darbeye, hasara maruz kalıyor. Sofralık domates ile sanayi domatesinin temel farkı, salçalık sanayi domatesin biraz daha kalın kabuklu olması, biraz daha sert yapıda olmasıdır, o kadar.

EN BÜYÜK PAZAR SURİYE VE IRAK


- Salçada dış pazarın durumu hakkında ne söylersiniz? Malum, komşu ülkelerle birkaç yıldır sorunlar yaşanıyor. İhracatta bu sorunları siz ne ölçüde yaşıyorsunuz?

- Doğru, çok haklısınız. Bizim en büyük pazarımız Ortadoğu. Özellikle Irak ve Suriye. Salça ve domates ürünlerinde sadece firmamızın değil Türkiye'nin en büyük pazarı. Türkiye'nin bu bölge dışında bir de Japonya'ya ihracatı var, büyük miktarlar olarak. Ortadoğu'daki ve bölgemizdeki son gelişmelerden, Suriye ve Irak'ta yaşananlardan tabi ki etkilenme var. Ama bizler ve ihracatçılarımız farklı pazarlara yönelerek bu açığı da kapatmaya çalışıyoruz. Evet mutlaka etkilendik, ihracat olamıyor bu ülkelere, ama bu üretimi etkileyecek boyutlarda da değil. Sonuçta Türkiye bu alanda çok büyük bir tüketici. Bu nedenle biz başka pazarlara da yönelerek bu açığı kapatmaya çalışıyoruz.





19 Ağustos 2016 Cuma

İMO PANELİ: DEPREME HAZIR DEĞİLİZ. NÜFUSUN YÜZDE 70'İ RİSK ALTINDA


17 Ağustos 1999 sabahı, Anadolu Ajansı muhabiri olarak, henüz güneş doğmadan Yalova'ya, sırf meraktan gitmiş, depremin hemen ardından yaşanan felakete tanıklık etmiş, Yalova'da depremi dünyaya ilk duyuran gazeteci olmuştum.


Bugün, yiten 18 bin canın ve geçen 17 yılın ardından Türkiye deprem konusunda ne yaptı diye bakınca maalesef güzel şeyler söyleyemiyoruz. Beton kalitesinde iyileşme oldu, hazır beton zorunluluğu getirildi, inşaat demiri nervürlü oldu, güzelleşti. Bildiğim bu kadar.
Tek çare olarak ele alınan "Kenstel Dönüşüm" maalesef salt inşaat sektörüne para kazandırma saikiyle ele alındığı için, depreme karşı "paran kadar güvendesin" durumları yaşıyoruz.
Uzatmayayım, bu konuda İnşaat Mühendisleri Odası güzel bir panel düzenledi. Konu tartışıldı. Sizlere İMO Bursa Şubesi'nin bu panel sonucuyla ilgili açıklamasın paylaşmak istedim. Buyrun deprem ve hali pürmelalimiz...


İMO’NUN PANELİNDEN ÇIKAN SONUÇ:

BURSA DEPREME HENÜZ HAZIR DEĞİL…


İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Bursa Şubesi, “17’nci yılında 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi Sonrasında Yapılanlar - Yapılamayanlar ve Kentsel Dönüşüm” paneliyle deprem gerçeğini masaya yatırdı.
BAOB Oditoryum’da düzenlenen ve moderatörlüğünü Olay Gazetesi Köşe Yazarı Ahmet Emin Yılmaz’ın gerçekleştirdiği panele, İMO Bursa Şube Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Albayrak, Uludağ Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Adem Doğangün, Bursa Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. İsa Yüksel, Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Füsun Uyanık, Mimarlar Odası Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Can Şimşek ve Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şube Yönetim Kurulu Başkanı Engin Er konuşmacı olarak katıldı.

NÜFUSUN YÜZDE 70’İ TEHDİT ALDINDA

Büyükşehir Meclis Üyesi İhsan Bilgili, Yıldırım Belediye Başkanı İsmail Hakkı Edebali, Bursa eski milletvekili İlhan Demiröz, Nilüfer Belediye Başkan Vekili Rahşan Duygu Tursun, Yapı Denetimler Birliği Başkanı Mustafa Özçelik’in yanı sıra, akademik oda başkanları, temsilcileri, STK başkanları ve temsilcilerinin katıldığı panelin açılış konuşmasını gerçekleştiren İMO Bursa Şubesi Başkanı Mehmet Albayrak, 18 bin vatandaşımızın canına mal olan ve 600 bin kişiyi evsiz bırakan 17 Ağustos 1999 Depremi’nin ülkemizin en doğusundan en batısına kadar her aileyi etkilediğini ifade etti. 
Ülkemizin Kuzey Anadolu Fay Hattı başta olmak üzere birçok fayların etkisinde ve ülke topraklarının yüzde 66’sinin 1. ve 2. derecede deprem bölgesinde yer aldığına dikkat çeken Albayrak, “Elbette, deprem bir doğa olayıdır. Sorun, bir doğa olayı olan depremin kendisinde değil, depreme dayanıklı yapı üretilmemiş olmasında yatmaktadır. Gerekli önlemleri almamaktan ya da denetimsizlikten kaynaklanan olumsuzlukları ‘kader’ olarak değerlendirmek yerine, mühendislik bilimine uygun hareket edilmeli, yapı üretim süreci bilime ve bilgiye dayalı olarak yönetilmelidir” diye konuştu.

YAPI STOKU BÜYÜK ÖLÇÜDE RİSK TAŞIYOR

“17 Ağustos 1999 depreminden günümüze kadar bizlere kalan önemli bir gerçek depreme karşı güvensiz yapılar. Diğer bir kalan ise, kulaklarımızda yankılanan ‘Sesimi duyan var mı?’ cümlesidir” diyen Albayrak, 17 Ağustos Depremi’nin yapı stokunun büyük ölçüde risk taşıdığı gerçeğini ortaya çıkardığını kaydetti.  1999 Marmara depremi öncesinden bugüne kadar ülkemizin deprem gerçeğine dikkat çekmek için çalışmalar gerçekleştirdiklerini kaydeden Albayrak, İMO Genel Merkezi’nin hazırladığı raporun TBMM Deprem İnceleme ve Araştırma Komisyonuna anlatıldığını söyledi. İMO Bursa Şubesi’nin de her fırsatta Türkiye ve Bursa’da deprem gerçeğini yetkililere anlatmaya çalıştıklarını ifade etti.

DÖNÜŞÜM KAVRAMI İYİ İRDELENMELİDİR

Albayrak, Türkiye’nin mevcut yapı stokunun üzerindeki riskleri ortadan kaldırmak adına yapılması kaçınılmaz olan kentsel dönüşüm kavramına da değindi. Kentsel dönüşümün sosyal, kentsel, finansal, yasal, yıkım ve geri dönüşüm boyutu olduğunu belirten Albayrak, şunları sıraladı:
“Dönüşüm kavramı iyi irdelenmeli ve iyi uygulanmalıdır.  Bugün kentsel dönüşüm YIK-YAP şeklinde bir müteahhit anlayışı ile ele alınmakta ve rantı yüksek olan yerlerde yapılmaktadır. Kentsel dönüşüm parsel bazında bir planlamanın sonucu olarak değil, kent planlamasının kendisi olarak ele alınmalıdır.  Marmara Depremi’nden 13 yıl sonra ancak 2012 yılında “6306 sayılı ‘Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi Yasası’ eksikliklerine rağmen önemli bir yasadır. Ancak bu yasanın çıkarılmış olması mevcut yapı stokumuzun üzerindeki deprem risklerini ortadan kaldırmıyor.”

BURSA’DA KONUTLARIN YÜZDE 60’I RİSKLİ

6306 sayılı yasaya uygun yeni yapılar üretilmiş olmasına rağmen, 17 Ağustos 1999 tarihinde var olan yapıların bugün de varlıklarını sürdürdüğüne dikkat çeken Albayrak, sözlerini şöyle noktaladı:
“İşte bu yapıların belirli kriterler baz alınarak hızlı bir şekilde ön incelemeye tabi tutulması, envanterinin çıkartılması, gerekenlerin güçlendirilmesi, güçlendirilmesi uygun olmayanların ise yenilenmesi gerekmektedir. Parsel bazında yapılan uygulamalar ve plan değişikliklerinin Bursa’daki mevcut yapı stoku ilgili deprem riskini ortadan kaldırması çok uzun zaman alacaktır. Zira Bursa özeline baktığımızda da yaklaşık 600 bin konut stokunun istatistiksel olarak yüzde 60’ı risk taşıyor. Bu yapı stokunun yaklaşık yüzde 6’sının deprem anında çökebileceğini düşünürsek, 22 bin konutun yani yaklaşık 5 bin 400 binanın yıkılıp yeniden yapılması gündemimizdedir. Belediye meclislerimizden bir yılda dönüşümle ilgili onaylanan plan değişikliklerinin sayısını dikkate aldığımızda ortalama 75 - 100 yıl gibi bir süreye ihtiyaç duyulmaktadır. Oysa küçük kıyamet olarak bilinen 1855 Bursa depreminin yinelenme zamanı çok yakındır.  Bununla birlikte Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın batı kısmı Marmara Denizi’nin içerisinde stres yüklenmeye devam ediyor.  Belediyelerimizin Bursa’nın afet riskini azaltmaya yönelik kentsel dönüşüm çabalarına ve çalışmalarına teknik olarak her türlü desteği vermeye hazırız.  Sonuç olarak, Bursa olası bir depreme henüz hazır değildir. Yapı stokumuzun üzerindeki deprem riski halen devam ediyor. Bu nedenle, İnşaat Mühendisleri Odası, yapı üretim süreci tüm eksiklerinden arındırılıncaya kadar, yapı stoku iyileştirilinceye, güvenli ve sağlıklı yapı üretilinceye ve mühendislik hizmeti almadan üretilmiş tek bir yapı kalmayıncaya kadar çalışmalarını sürdürecektir. İnşaat Mühendisleri Odası depremi unutmama, unutturmama ısrarını sürdürmektedir. Güvenli ve sağlıklı yapı üretimi sağlanana kadar da depremi unutmamaya ve unutturmamaya çaba gösterecektir.”

İMO’YA TEŞEKKÜRLER…

Toplantının açılış bölümünde konuşan Bursa Eski Milletvekili İlhan Demiröz Bursa’nın büyük depremleri görmüş, yaşamış bir şehir olmasına rağmen gerekli tedbirlerin alınmadığı söylerken, Nilüfer Belediye Başkanvekili Rahşan Duygu Tursun da Türkiye’nin deprem gerçeğiyle hala yüzleşemediğini ifade etti. Demiröz ile Tursun, deprem konusunu gündemde tuttuğu için İMO Bursa Şubesine teşekkürlerini ilettiler.

EDEBALİ: TEK ÇÖZÜM KENTSEL DÖNÜŞÜM

Toplantıya katılan Yıldırım Belediye Başkanı İsmail Hakkı Edebali de, 17 yıl önce yaşanan felaketten gerekli derslerin çıkarılamadığını söyledi. Edebali, “Depremleri unuttuk. Bu gerçek 2011 yılının Ekim ayındaki Van depremiyle tekrar gündemimize girdi. ‘Şehirlerimizi nasıl güvenli hale getirebiliriz’ sorusuna cevap aradık. 6306 Sayılı Yasa’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte çalışmalarımızı yürütmeye başladık. Şimdi çok daha hızlı hareket ederek, dinamik davranarak şehirlerimizi geleceğe hazırlayacak çalışmaları hep birlikte yapmalıyız” dedi.
Şehirleri daha güvenli hale getirmenin tek yolunun kentsel dönüşüm olduğunu söyleyen Edebali, konuşmasına şöyle devam etti: “Kentsel dönüşümün, insanlara kentlilik bilinci aşılanması, ulaşım, sosyal ve demografik kaynaşma, altyapı gibi birçok boyutu var. Şehri planlarken tüm bu boyutları göz önünde bulundurmak gerekiyor. Şehirleri geleceğe taşımanın atılacak ilk adımı, şehirleri doğru bir şekilde planlamaktır. Kentsel dönüşüm için doğru bir planlama süreci geliştirmek gerekiyor. Şehirleri gerçekten kurtaracak olan bölgesel planlamalardır. Kentsel dönüşümde belki sorumluluk payları değişebilir ama sorumsuz hiç kimse yok. Bu şehirde yaşayan herkes kentsel dönüşüm için sorumlu. Ancak el ele vererek sapasağlam bir gelecek inşa edebiliriz. Çocuklarımızın ve şehrimizin geleceğini bugün yaptıklarımız ve yapamadıklarımız şekillendirecek. Artık nüfusların yüzde 85’i şehirlerde yaşıyor. Şehirlerde en riskli yerler haline geldi. Tek çözüm ise kentsel dönüşüm.”
Yapı Denetimler Birliği Başkanı Mustafa Özçelik ise sorunun çözümü için iletişim kanallarını sağlayamadıklarını öne sürerek, “Asıl hesap vermemiz gereken kitleyle bir araya gelemiyoruz. Her yerel belediyenin kendi çözüm arayışları olduğu için bütünselliği kaçırıyoruz. Kentsel dönüşümü kentin temel sorunlarını bir bütünsellik içinde planlamanın önemi çok fazla” dedi.
Açılış konuşmalarının ardından Olay Gazetesi Köşe Yazarı Ahmet Emin Yılmaz’ın moderatörlüğünde “17’nci yılında 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi Sonrasında Yapılanlar - Yapılamayanlar ve Kentsel Dönüşüm” paneline geçildi.

DOĞANGÜN: HEP BİRLİKTE SORUNUN ÜSTESİNDEN GELEBİLİRİZ

Panelistlerden Uludağ Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Adem Doğangün, Türkiye’nin deprem parametreleri açısından çok şanssız bir ülke olduğunu belirtti. Depremleri sadece büyüklüğüyle değerlendirmenin hatalı olduğuna dikkat çeken Prof. Doğangün, “Bazı ülkelerde 8’in üzerinde depremler meydana gelmesine rağmen can kayıpları çok az düzeyde olmaktadır.  Böyle bir durumla karşılaştığımız zaman kendimizi kötülüyoruz. Bu büyüklük sadece depremin meydana geldiği yerde ortaya çıkan enerjiyi ifade eder.  Ülkemizde meydana gelen depremler çok sığ. Fay hatları hemen ayağımızın dibinde, evimizin altında. Diğer ülkelerde 300 km’ye kadar derinlikte meydana geliyor” dedi.
Deprem tehdidinden etkilenmemek için kötü binalardan kurtulmak gerektiğini söyleyen Prof. Doğangün, “Ancak Bursa olarak geri kaldık. Türkiye genelinde kentsel dönüşüme uğrayan 120 bin civarında bina varken bu rakam Bursa’da bine bile çıkmadı. Sadece belediyeleri, müteahhitleri suçlamak çok doğru değil. Kentsel dönüşüm birçok kişiyi ilgilendiriyor. Kentsel dönüşüm birçok disiplini ilgilendiren bir şey. Kentsel dönüşümde hedef, kötü binaların bulunduğu alanların dönüştürülmesi olmalıdır. Belediyeler, müteahhitler, mal sahipleri başta olmak üzere konunun bütün tarafları ile hep birlikte sorunun üstesinden gelebiliriz” ifadelerini kullandı.
Prof. Dr. Doğangün, Odaların etkinliğinin azaltılmasıyla, projelerin denetlenme ayağının eksik kaldığı ve bunun yeni yapılarda da sorun yaratabileceğine de dikkat çekti.

YÜKSEL: EĞİTİME AĞIRLIK VERMEK ZORUNDAYIZ

Panelde, yenilenen deprem yönetmeliği ile ilgili bilgi veren BTÜ İnşaat Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. İsa Yüksel ise “Deprem değil bina öldürür sloganı bana çok doğru gelmiyor. Deprem değil, kötü bina yapanlar, yaptıranlar, yapılmasına göz yumanlar öldürür. Deprem bir doğa olayıdır, olağan bir şeydir. Ancak afete dönüştüğü zaman olağanüstü bir durumla karşılaşıyoruz. Deprem sadece bir sebeptir. Bizi sıkıntıya sokan afettir” şeklinde konuştu.
Depreme müdahale etme şansı olmadığını, ancak depreme karşı savunmasızlığa müdahale edilebileceğini anlatan Prof. Yüksel,Toplumun savunmasızlığını düşürmek zorundayız. Meseleye bakışımızın değişmesi gerekiyor. Afete dirençli toplum olabilmemiz için eğitime önem vermeliyiz. Yapı denetim sisteminin aksayan yönleri iyileştirilmeli, kentsel dönüşümle ilgili sorunları çözmeliyiz. Bina yenileme değil, kentsel dönüşüme ağırlık vermeliyiz” değerlendirmesinde bulundu.

UYANIK: TÜM KAMU BİNALARI RİSK TAŞIYOR

Panelde konuşan Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi Başkanı Füsun Uyanık ise, Bursa’nın 1. derecede deprem kuşağında olduğunu hatırlattı. Deprem riskine karşı çevre düzeninin duyarlı hale getirilmesi gerektiğini aktaran Uyanık, “Deprem senaryoları oluşturulmalı ve planlar revize edilmeli. Şu an tüm kamu binaları risk taşımaktadır. Bunlarla ilgili detaylı afet planları yapılmalıdır. Yeni 17 Ağustoslar yaşamamak için bir gün daha gecikmeden doğru adımlar atılmalı. Kentsel dönüşüm çalışmalarını halk, belediyeler ve meslek odaları bir masada oturup planlanması lazım” dedi.

ŞİMŞEK: KAÇAKLA MÜCADELE DEVLET POLİTİKASI OLMALI

Mimarlar Odası Bursa Şubesi Başkanı Can Şimşek de, Bursa’da deprem anında yıkılma riski taşıyan konutların tahmini oranının yüzde 60 düzeyinde bulunduğunu, bu yapı stokunu dönüştürmek için gereken asgari sürenin ise 217 yıl olduğunu belirtti. Kaçak yapıyla mücadelede yetersiz kalındığını vurgulayan Şimşek, “Kaçak yapıyla mücadeleyi bir devlet politikası haline getirmeliyiz ki, çözüm olsun” ifadesini kullandı.

ER: KENTSEL DÖNÜŞÜM BİR BÜTÜN OLARAK ELE ALINMALI

Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şube Yönetim Kurulu Başkanı Engin Er de, Bursa’yı çevreleyen fay hatlarıyla ilgili katılımcılara bilgi verdi.
Kentsel dönüşümü ilçe bazında tamamlamış bir belediyenin olmadığını söyleyen Er şöyle konuştu: “Aktif fay hatlarını çalışmış bir tane belediye sayamayız. Hiçbir belediye depreme hazır değil. Bursa’daki insanlarımız ölecek, binalarımız yıkılacak. Unutuyoruz, deprem bize kendisini hatırlattığında eşimizi, dostumuzu, canımızı ve malımızı kaybedeceğiz. Bunun için kentsel dönüşüm bir bütün olarak ele alınmalı. Bursa’yı ilçe ilçe veya parça parça ayırarak, planlanan dönüşümler bütünlüğü bozup sakıncalı sonuçlar ortaya çıkaracaktır. Mevcut fay hatları üzerinden yapılaşmadan kaçınmalı ve fay yasası çıkarılmalı. Belediyeler oluşacak deprem zararlarını azaltacak yapılanmaya gitmelidir.”
Toplantının sonunda söz alan İMO Bursa Şube Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Albayrak açıklamaları için konuşmacılara şükranlarını sunarken, panelistlere teşekkür plaketi takdim etti.
Toplantıya katılanlar Panelden önce de İMO Bursa Şubesi tarafından düzenlenen 17 Ağustos depremi fotoğraf sergisini gezdiler.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Özel sağlıkta yeni trendler...



Bursa'da sağlık sektörünün son 15 yıldaki macerasını Medikalpark Hastanesi Genel Müdürü Prof. Dr. Sedat Demir ile konuştuk. Uzun yıllar sağlık sektöründe üst düzey yöneticilikleri olan Prof. Dr. Demir, bir yandan SGK'lı hastaların özel hastanelerde tedavi sürecinde kilit kurumlardan birisi olan Medicalpark Bursa Hastanesi'ndeki gelişmeleri; bir yandan da özel sağlık sektörünün “SGK'lı hastanelerle” arkasına aldığı rüzgarı ve sektörün büymesini anlattı. Prof. Dr. Demir, önümüzdeki dönemde özel hastanelerde hizmet çıtasının daha da yükseleceğini ve daha üst gelir grubuna yönelik VM (Value Added Medecin) standartlarının geleceğini söylüyor.



"- Medicalpark'ın Bursa'daki öyküsünü özetler misiniz?

- Medicalpark Bursa Hastanesi kamu ve özel sektörün ortak iş yaptığı özel hastanecilik anlamıyla Türkiye'nin ilk hastanesidir. 2004-2005'de sağlıkta dönüşüm programı başladığı zaman kalite artışı ve halkın beklentilerine cevap veren bir sağlık hizmetinin sadece devlet eliyle yapılamayacağını artık herkes anlamıştı. Özel sektörün bu işin bir ucundan tutması gerekiyordu. Ama mevzuat yok, önümüz karanlık... Bu işin nasıl sonuçlar doğuracağı, mali karşılığının ne olacağı, devletin bu mali yükün altından kalkıp kalkamayacağı ya da bu işin suistimal konusu olmadan doğru yönetilip yönetilmeyeceği gibi çok ciddi soru işaretleri vardı. O zaman bakanlığın danışma kurulundaydık ve o günkü tartışmaların ne olduğunu çok ne biliyorum. Bu ortamda Medicalpark gibi bir kurum bu işi paydaşı olmaya karar verdi ki, bu çok cesur bir hareketti. Cesur, vizyonu yüksek, öngörülü bir hareketti. Ama bir yönden baktığınız zaman da maceraydı. O günün Bursa Medicalpark Hastanesi o büyüklükte bir SGK anlaşması yapan ilk hastaneydi.

- Fomara'daki hastanenin açılış töreninde oradaydım.

- Doğrudur. Çok büyük bir tören yapıldı. O gün Başbakan olan sayın Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan da oradaydı. Çok büyük beklentiler vardı. Olay sadece bir hastane açmak değildi, olay bir yanıyla sağlıkta dönüşümün perdesini açmaktı. Yeni bir perde açılıyordu.
Peki neden Bursa seçildi? Mecikalpark hastanesi bunu neden başka bir ilde yapmadı? Çünkü Bursa'da nüfusun yüzde 80'i SGK'lı... Böyle bir özelliği var. Nüfus yoğunluğu içinde bu kadar yüksek SGK'lı başka yerde yok. Kocaeli bile Bursa'dan daha azdır SGK'lılar açısından. Bursa'nın seçilmesinin mantığı buydu. Dediler ki, bu iş SGK'nın en fazla olduğu yerde test edilmeli ki, başarılı olacaksa orada başarılı olur. Orada başarılı olmayacaksa zaten hiç bir yerde olmaz. Dolayısıyla Medicalpark bu işe soyundu ve arkasından şu göründü. 3-5 ay gibi çok kısa süre içinde görüldü ki bu iş hakikaten sağlıklı bir şekilde işleyecek. Ve sağlıkta hizmet çıtası bir anda çok yükseldi.

- İlk kez SGK'lılar yaygın olarak özel hastanelerde tedavi edilmeye başlandı...

- Tabi bizim yaptığımız girişim diğer sağlık gruplarının da SGK ile anlaşmalar yapmasının yolunu açtı. Aynı zamanda şehirdeki lokal hastaneler de büyüdü ve hızlı büyümelerle SGK ile anlaşmalar yaptılar. Zamanla bazı olaylar oldu, aksaklıklar çıktı, tartışıldı, konuşuldu, ama bu sistem artık 2010 yıllarında oturmuştu. O yıllarda SGK ile özel hastaneler arasındaki ilişkiler artık oturmuş, özel hastaneler kamunun paydaşı olmuştu.

- O tarihlerde rahmetli Konural Başol'un yatırımının başarısız olması, sağlık yatırımcılarının şevkini kırdı galiba...

- O çok ayrı bir olay. Ben 1998'in sonunda, Kamu Bölge Hastanesi Başhekimliğinden Bursa'ya geldim. Bir başka sağlık kurumunun Bursa'ya çok ciddi bir hastane yapma planı ile gelmiştim. Başka sorunlar çıktı, onlar başarılı olamadı, Bursa'dan çekildiler. Konuralp abiyle biz o dönemde Özel Hastane Sahipleri Derneği'ni kurduk. Özel hastaneler vardı, Konur Tıp Merkezi vardı. Ben de özel hastaneciyim ama SGK anlaşması falan kimsenin aklının ucundan geçmiyordu. O zaman bizim devletten tek beklentimiz var. Diyoruz ki biz bu devletin doktoru değil miyiz? Diplomamızı devlet vermedi mi? Tamam muayene ve tahlil ücretini vatandaş cebinden ödesin ama en azından yazdığımız reçeteyi devlet karşılasın... Tek beklentimiz bu. Ama o beklentiyle başlayan süreç bugün bu noktalara geldi. Özel Hastene Sahipleri Derneği'ni kurduğumuzda pek çok şey yeniydi. OHSAD (Özel Hastaneleler ve Sağlık Kuruluşları Derneği) yoktu o zaman. Konuralp bey çok vizyon sahibiydi. Başhekim yardımcısı Ergun bey de vizyon sahibi bir insandı, şu anda bir özel hastanede yönetici. Bakın Bursa bu alanda pek çok şeye öncülük etti. Özel hastaneciler arasında dernekleşme de ilk kez burada oldu. 8-10 arkadaş kurduk. Tabi şimdi OHSAD ön plana çıktığı için geri planda kaldı, lokal kaldı, ama hala lokal ve yönetimindeyim, kapatmadık. Başkanlığını Mustafa Koçak yapıyor.

- SGK'lı hastalar özel hastanelerde sağlık hizmeti almaya hangi alanlardan başladı?

- Alan kısıtlaması yapılmadı, ama ilk önce sadece aktif çalışan devlet memurlarına açıldı. Hastanemizin açıldığı yıllar böyleydi. Bunların testlerli yapıldı. Medicalpark Bursa hastanemizde 11. yılı bitirdik. Yani 2005'de böyle başladı, ardından emekliler de dahil oldu ve sonuçta bütün SGK'lılar dahil oldu. Şu anda sosyal güvencesini devletin sağlığı yeşil kartlılar dışında herkes hastanelerden faydalanabiliyor.

- SGK'lılara bütün hastalık ve sağlık hizmeti veriliyor mu? Zamanla devreye giren, devre dışı kalan tedaviler oluyor mu?

- Şöyle, tanı tabanında birşey yok. Yanı şu şu hastalıkların tanısını yaparsınız diye Bir şey yok sadece belli alanlarda devlet bizden fark aldırmıyor. Bunlar temel alanlar. Yani hasta acil durumlarda da başvurabileceği alanlar... Hastanın tedavisini hiç bir şartla reddedemeyeceğiniz durumlar. Hastanın ekonomik durumu kötü de olsa bu tedavileri yapmak zorundayız. Örneğin kanser hastanelerinde fark almıyoruz. Yoğun bakım hizmetlerinden fark almıyoruz. Gecenin bir vakti yoğun bakıma ihtiyacınız oldu, kimse size fark ödeyecek gücün var mı diye sormuyor kimse. Fark almıyoruz. Kalp damar cerrahisinden, kardiyoloji gibi branşlarda SGK farkı almıyoruz. Bunların dışında her türlü SGK hastasına bakıyoruz. Farklar zaten yüzde 200'ü geçemiyor, sınırlanmış. Bunun üzerinde fark almıyoruz. Bunun dışında kalan bütün muayene, tetkik ve tahlillerden, kanser, kalp damar hastalıkları, kardiyoloji, yoğun bakım gibi alanlar var. bunlar da yaklaşık olarak hastane müracaatlarının yüzde 40'ını teşkil ediyor. Yani biz verdiğimiz hizmetlerin yüzde 40'ından fark almıyoruz, geri kalan yüzde 60'ından fark alıyoruz. Farkı da devlet belirliyor. Asıl belirleyici olan da piyasa şartları. Bugün yüzde 200'e kadar fark alabiliyoruz yasal olarak, ama bizim hastanemizin verdiği hizmetin kalitesi en üst düzeyde olmasına rağmen biz fark alabilirsiniz dediği halde fark almıyoruz. Bizim şu anda aldığımız farkların ortalama oranı yüzde 145. Yani SGK'nın ödediği paranın 1,5 katı farkla çalışıyoruz. 2 katı değil... Aslolan piyasa şartları. Şu anda devlet dese ki, serbest, istediğiniz kadar alın, 19 katı alın... Biz yüzde 145'i geçemiyoruz ortalamada. Bunu halkın alımgücü ve piyasa şartları belirliyor. Hiçbir özel hastanenin yüzde 200 üzerinde fark almaya da zaten cesaret edemez. Sadece özel hasta portföyüne göre kurgulanmış bir hastane dışında... Onların da kurgusu farklıdır. Biz seri çalışırız, onlar farklı çalışır.

- Vatandaş arasında bu farklar gittikçe çoğalıyor, bu özel hastaneler sigortalılara kapanıyor mu diye bir kaygı var vatandaş arasında, ne dersiniz?

- Kamuda finansmanı devlet sağlıyor. Ama biz yaptığımız işin finansmanını kendimiz sağlıyoruz. Dolayısıyla da bunun bir karşılığı olmalı. Devletin bize ödediği rakamlarla kamu kurumlarına ödediği rakamlar aynı. Yani bir devlet hastanesinde bir tedavi için ne ödenirse, bize de aynısı ödeniyor. Fark yok. Doğacak finansman farklarını da bir şekilde karşılamanız lazım. Bunun yolu da ancak fark almak ile mümkün.

- Hastaların ne kadarı özeli tercih eder?

- Bunun iki yönü var. Bursa'daki kamu hizmetinin ne kadarını kamu, ne kadarını özel hastaneler veriyor. Ne kadar bir güçle veriyor. 2004'te devlette çalışan hekim oranı yüzde 85. Buna karşılık devletin verdiği hizmetin oranı yüzde 92 civarında. 2015'e gelince özelde çalışan hekimlerin oranı yaklaşık yüzde 38 civarında. Verilen günlük sağlık hizmetinde, nezle, grip vs. devletin oranı şu anda yüzde 60-65 civarında. Geri kalanı da özel hastaneler veriyor.
Ama 'Nitelikli sağlık hizmeti'ne baktığında, yani kanser, beyin timörü tedavisi, bypss gibi, kalp ameliyatları, özel iş gücü, özel zanat gerektiren tedavilerde ise oran yüzde 50-55 civarında. Bu rakamlar özel sektörün 10 yılda nereden dereye geldiğini çok iyi anlatıyor. Özel hastaneler artık nitelikli tedavilerde üniversiteler düzeyine geldi. Özel sektör artık bunu söylüyor. O macerayı Medicalpark üzerinden anlatırsak, biz 2005'de bu cesareti gösterdik. Ben o zaman kamuda yöneticiydim. Zaten kamudayden de özel sektörün gidişatını adım adım takip ediyordum. 2003 öncesi yine birkaç yıllık özel hastane deneyimim vardı. Büyük işler yapılacak dedikleri için kamuya dönmüştüm. Kamuda büyük işler de yaptık ama özel sektörden de kopmadık. O gün Medicalpark içinde beklenti şuydu. Üst düzey hizmet kalitesinde, hizmet sunum konforunu yükselterek iyi bir sağlık hizmeti vermek. Hem hekimlik kalitesi anlamında hem de sağlık hizmetinin sunumu anlamında iyi hizmet vermek. Medicalpark bunu başardı. Hastanelerde otelcilik hizmeti, misafir hizmeti diye bir kavram oturtuldu. Türkiye'nin her herine yayılan hastanelerimiz de Samsun, Antalya, Göstepe vs. arka arkaya geldi. Biz bu kalitede bir hizmeti vatandaşın alım gücünü uygun bir hizmet olabileceğini gösterdik. Bizimle birlikte diğer gruplar da arkamızdan geldi. Biz burada hem kamuya yol gösterdik, hem de özel sektöre öncülük ettik bu konularda. Her gün hizmet çıtası yükseliyor. Vatandaşın beklentisi de her gün yükseliyor. 2010-11'e geldiğimizde, biliyorsunuz İstanbul'da ve bir tane de Bursa'da üst gelir grubuna hitabeden, üst düzey segmente hizmet veren hastaneler vardı. Ama nüfusun yüzde 5'i ulaşabiliyordu. Biz Medicalpark olarak bu hizmet kalitesine nüfusun yüzde 90'ını ulaştıralım. Fiyat ve ulaşabilme adına nüfusun yüzde 90-95'ine ulaşmak istedik. İşte bu fikirden sonra WM Medical fikri doğdu. Yani hizmet kalitesi segmenti çok daha yüksek, ama fiyat seviyesi eskisinden belki bir tık üstü. İşte yeni Medical hastanemizi VM olarak açıyoruz. (Value addet medecin) sloganlarımız da bu değişimi anlatıyor. Bizim ilk sloganımız 'Herkes İçin Sağlık'.. İlk VM modelinde açtığımız hastane Kocaeli Hastanesi oldu. SGK ile sözleşmesi olan, ama nüfusun üst gelir grubuna da hitabeder durumda açtık. Yüksel beklentileri olan özel hastalara da bakacak şekilde bir hastane oldu. Aynı hastanenin içinde hem VM var, hem SGK'lı hasta var. Hemen hemen birbirine denk bir hizmet kalitesinde çalışıyor bu hastaneler. Bir yandan bu tecrübe başladı. Bir yandan da Live Hospital adı altında yeni bir oluşuma başladık. Live Hostital 7 yıldızlı otel seviyesinde bir konforunda bir otelcilik hizmeti veren. Aynı zamanda da akademik, bilimsel derinliği olan bir hastane grubu demek. Gidiş bir tarafta hizmet sunumunda kalitenin yükselmesini getirdiği gibi, bir taraftan da şu söylendi. Bu işe sadece hizmet olarak bakmayın, Bir taraftan da bilimsel akademik derinliği de yakalayamazsanız, uzun vadede birşey yapma şansınız yok. Bunun üzerine bir iki sene önce İstanbul Liv Hospital'i açtık. Arkasından Ankara Liv Hospital'i açtık. Bursa'daki modelimiz şu: Bursa'da VM Medikalpark Bursa olarak açılıyor ama hastanenin üçte birlik bir bölümünde de live hospital konseptini uygulayacağız.

Yani Bursa'ya hem VM Medicalpark, hem de Liv geliyor. Bu çok önemli bir husus. Biz bununla bir yandan akademik derinliği yakalamak istiyoruz. Şu anda mevcut kadromuzda Medicalpark iken bile hedefimiz bu olduğu için, ileride Tıp Fakültesi'ne taşımak hedefimiz olduğu için 3-4 yıldır bütün yapılanmayı bu öngörüyle yaptık. Şu anda hastanemiz bünyesinde çalışmakta olan 100'e yakın hekimimizden den 30-35 tanesi akademisyen, Profesör, Doçent, Yardımcı Doçent. Yeni aldığımız uzman hekimlere 'Doçent olmayı kafana koydun mu' diye başladım görüşmeye. Üç yıl sonrasını gör. 3 yıl sonra Burada Tıp Fakültesi olacak. Akademisyen olmayı şimdiden kafanıza koymadıysanız, hesabı ona göre yapacağız.
Bakın ülkemizde çok ciddi bir noktaya geldik. Ama hala biz hizmeti de bilgiyi de cihazları da hazır alma noktasındayız. Sağlık hizmeti sunumunu da hazır alıyoruz. Tıbbi teknolojiyi de hazır alıyoruz. Bilgiyi de hazır alıyoruz. Bilgiyi ithal ediyoruz ve bu ithal etmelerin çok büyük maliyetleri var. ama artık bilgiyi kendi üretir noktaya geldi sağlık sektörümüz. Teknolojiyi de kendisi üretebilir noktaya geldi. Bu işi kim yönetecek de üretime geçilecek? Bu potansiyel var, hepimiz görüyoruz. Bir yandan kamu yönetecek, bir yandan da özel sektörün doğru yönetmesi lazım. Özel sektörün buna yönelik hazırlıklarını yapıp, hastanelerini eğitim kurumları haline getirmesi lazım. Medicalpark son 5 yıldır bu vizyonda çalışıyor. 4 üniversite ile ilişkimiz var. İzmir Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi, Kemerburgaz Üniversitesi ve İstanbul Aydın Üniversitesi. Bunlar vakıf üniversiteleri. Kamuda olan Tıp Fakültesi açma özel sektörün de eline geçti. Mesela Bahçeşehir Üniversitesi'nin Tıp Fakültesi şu anda bizim Göstepe Hastanesi.. Kemerburgaz Üniversitesi'nin Tıp Fakültesi bizim Gaziosmanpaşa Hastanesi. Yeni yaptığımız bir hastane de Aydın Üniversitesi'nin Tıp Fakültesi Hastanesi olacak. İzmir Üniversitesi'nin hastanesi bizim İzmir Hastanemiz. Bursa da bu yolda. Şu anda bizim altyapımız hazır. Yeni konsept başladığında aramıza çok sayıda öğretim üyesi arkadaşın katıldığını göreceksiniz. Bursa'dan çok sürpriz isimlerin, 'ya bu da Medicalpark'ta yer alır mı'diyeceğiniz isimlerin sansasyonları olacak. Bunların hepsini açıklayacağız. Sonuna geldik. Dolayısıyla artık çok farklı bir noktaya gidiyoruz. Bir yandan hizmet segmentini çok yükseltiyoruz, bir taraftan da bilimsel, akademik derinliği yakalamaya gidiyoruz. Bu da yetmeyecek. Bundan sonra AR-Ge üretmeni yoluna bakacağız. O zaman bu yeni bina da yetmeyecek.


- Tıbbi cihazlar için mi Ar-Ge?

- Bundan sonra öncelikli hedeflerimizden birisi de Ar-Ge. Onkoloji'de bi Ar-Ge Enstitüsü kurmak. Onkoloji bence bu konu için çok uygun bir alan. Botansiyel büyük. İşin buralara gittiğini göreceksiniz. Mesela İstinye Üniversitesi'nin bir Tıp Fakültesi'ni burada açmak gibi bir düşüncemiz var. Mevzuatla ilgili bir sorun var, aşılabilirse... Ya da başka şekilde veya Tıp Fakültesi fikirini de atlayıp doğruden enstitüye gitmek, burayı Ar-Ge merkezi haline getirmek gibi bir fikrimiz var. zaman gösterecek. Yeni Medikalpark'ın ufku ve bizim de ufkumuz bu. Bana 5 yıl önce bana gelip, bak hocam bizim böyle bir ufkumuz var, Bursa'da bu ufku sen taşırmısın dedikleri için ben buradayım.

Yıllık ortalama 250 bin civarında hasta bakıyoruz. 11 yıldır 3 milyon civarında hastaya sağlık hizmet vermişiz.. Bursanın nüfusundan fazla... Ayda ortalama 800-1000 civarında büyük ameliyat yapıyoruz. Bu çok büyük bir rakam. Şu anda mevcut hastanemizin yatak kapasitesi 215. Ameliyathane sayısı 6. Bir yedek ameliyathanemiz var. Günlük poliklinik sayımız ortalama bin civarında. Günlük ameliyat sayısı 35-40 civarında. Nerdeyse tamamı büyük amelyatlar. Kullandığımız net alan 17 bin 500 metrekare. 80 tam zamanlı, 20 civarında da yarı zamanlı (part-time) hekimle hizmet veriyoruz.
Yeni hastanemiz yaklaşık 55 bin metrekare kapalı alanı olan bir yer. 48 bin metrekaresi doğrudan sağlık hizmeti olarak ayrıldı. 12 ameliyathane potansiyeli var. 270 yatakla başlayağız, yatak kapasitesi 400'e çok rahatlıkla ulaşabilecek. Aşama aşama açılacak. Günlük yaklaşık 100 ameliyat yapılacak. Hedefimiz bir yıl sonunda hekim sayımızı 150'ye çıkarmak. En az yarısının akademisyen olması kaydıyla. Yani yeni hastane ile sistem yaklaşık üç kat büyüyecek.

- Ne zaman açılacak?

- Temmuz'da açacaktık ancak bazı eksiklikler çıktı. Ağustos'un 10'u gibi açacağız. Yani oraya taşınacağız. Yorulan tıbbi cihazlarımız var, eskiyen mobilyalarımız var. Onların bir kısmı yerleştirildi oraya. Eski mobilyalarla gitmiyoruz. 4 ameliyathaneyi sıfırdan kurduk. En son teknolojiyle. Elimizdeki ameliyathaneleri yenileyip taşıyacağız. Tomografi, nükleer tıp sıfırdan yeniden kuruluyor. Orda sistem hazırlanıyor. Hekim arkadaşlar ceketini alıp, yeni hastanede çalışmaya başlayacaklar, o kadar. Eski hastane boşaltılacak.

- Özel hastanelerin yaygınlaşması konusunda ne düşünüyorsunuz?

- Eskiden muayenehane, semt poliklinkeri vardı... Ama 10 yıl önce A Grubu Hastane yoktu. En iyisi C veya B-C arası olan Konur Hastanesi'ydi, Özel Bursa idi vs. Bugün bizim hastanemizle birlikte Bursa'da iki tane A Grubu hastane var. Önümüzdeki dönemde 2 A Grubu hastanenin daha geleceğini görüyoruz. Artı, B Grubu olarak 5-6 hastane var. Yani Bursa özel sağlıkta son 10 yılda çok ciddi mesafe katetti. 120 Poliklinik vardı, şimdi 2-3 tane kaldı. Polikliniklerin hepsi evrilmiş, Tıp Merkezi olmuş, hastane olmuş. Ama A Plus Hizmet anlamında hem kamuya hem de özel sektöre hizmet veren, Uluslararası akreditesi olan hastanelerimiz oluyor. Bizim bakanlık denetimlerinde son 3 yıldır aldığımız not 99. Uluslararası akreditasyonumuz var. Bin tane kalp ameliyatı yapmışsınız. Mortalite (Ölüm) oranınız nedir? Kaçı tedavi oldu, kaçı öldü? 99 puanı yakalamak çok zor. Otopark, asansör vs. de önemli ama önce tıbbi hizmetin kalitesine bakılıyor. Burası artık sadece Bursa'nın değil, Türkiye'nin hatta Avrupa'nın hastanesidir, bu gözle bakıyoruz. Yatırım yaparken, yabancı hastayı da gözettik.

- Bursa sağlıkta bölgesel hizmet veriyor galiba...

- Tabi ki. Birçok şehirden hasta geliyor. Bizim zaten ciddi sayılarda yurt dışı hastamız var. Son terör olayları nedeniyle sayıları azaldı. Ama sadece tedavi için Bursa'ya gelen ciddi bir hasta kitlemiz var. 3-5 ay öncesine kadar ayda yaklaşık 200 civarında hastamı vardı. Ve bu hastaların tamamı nitelikli hasta. Sıradan rahatsızlıklar için gelmiyorlar. Ciddi hastalıklar. Hasta başına 8-10 bin dolar bırakan hastalar. Sağlık turizmi ile ilgili de çok ciddi çalışmalarımız var. Bu konuda valilikle, belediyelerle de çalışmalarımız var. Danışmanlık yapıyoruz. Bunu deme şansımız da yok. Ameliyathaneler, yoğun bakımlar vs. ortak. Ayırma şansınız var mı? Sen ücretli hastasın yoğun bakımda şöyle ayrıcalık yapacağız diyebilir misiniz? Ayrım hizmet sunum kalitesinde var. Diğer ayrım da akademi ve bilimsel derinlik... Onların dışında bir ayrım yok. SGK'lı hasta, Liv'deki doktorun hizmetinden yararlanmayacak mı? Elbette. Hizmet onu gerektiriyorsa... Yakaladığımız bilimsel derinliği SGK'lıya da yansıtacağız. Onlar da yararlanacak.

- Yeni bir tren mi başlıyor?

- Kesinlikle.. Artık Uluslararası segmente çıkmak istiyoruz. Sigortalı hastaya apandisit ameliyatı yaparken, 'Sen sigortalısın, sen Liv hastasısın, farklı tedavi edelim' gibi birşey asla sözkonusu değil.

- Şehir hasteneleri özel hastaneleri nasıl etkiler?

- Şu anda Bursa'da 2 bin yatak kapasitesi açığı var. 2005'ten itibaren özel sektörün devreye girmesi ile kamu ve özel sektör bir yarışa girdi. O dönemde bizim ve kamunun hizmet kalitesini yakalamak mümkün görünmüyordu. 2004'de Bir şey yaptık. Sağlıkta dönüşüm için pilot uygulama yerlerinin birisi de buydu. Hastayı kapıda karşılayan hostes sistemi getireceğim dediğimde herkes şaşırdı. Bakıyorlar dışarıda çimenler üzerinde yaşayan hasta yakınları var... Çıkıp bu hastayı hostesle karşılayacağım diyorsunuz... Yanına hostes vereceğim, içeride hostesle gezdireceğim. Dalga geçenler oldu, yazdılar falan... Boş işlerle uğraşıyorsun diye. Sansasyondu ama biz kamuda bunu yaptık. Devlet Hastanesi'nde yaptık. Randevu sistemini falan çözmüştük. Yazan arkadaş da gelip özür diledi.. Bunlar kamunun da birşeyler yaptığını göstergesi. Bursa'da randevu sistemini ilk kurduğumuz hastaneydi. Bursa Onkoloji Hastanesi özel sektörde ultrason hizmeti alan ilk hastaneydi. Ama bakın mevzuat yok. Bilgi işlemin özelleştirilmesine çalıştım, soruşturma yedim. Kıyamet koptu. İki ay sonra Onkolojide papyonlu görevliler karşıladı insanları. Altyapısını yaptım, bakanlıkla konuştum. Müfettiş soruşturması açıldı, ardından aynı sistemin her yerde uygulanması talimatı geldi. Soruşturmayı bilerek yapmıştım. Yönetici faturayı göğüsleyemiyorsa orada oturmasın.

Bölge hastanesi olarak yapılan hastanede 2 bin yatak olacak. Yani yatak açığı düşünülerek bu yapıldı. Bakın Bursa'da 5 yıl sonra eski hastaneler kapanmayacak, yerleri değişecek. Muradiye Devlet Hastanesi bin yataklı. Ama deprem açısından uygun bir yerde değil. Fay hattının üzerinde oturuyor hastane... Bina eskidi. Kışın kar buz olsa, oraya araçla falan çıkmanız mümkün değil. Bakış, vizyon değişti. Ne yapacağız? Memleket Hastanesi diye sembolik olarak kalsın, diğerlerini kaldıralım.
Bakın, beş yıl sonra Bursa'nın nüfusu 7 milyondur. Bunu yazın bir kenara... İstanbul çötü.. Bu otobanlar niye yapılıyor? BTSO Sağlık Komisyonu'nda üyeyim. Bunları konuşuyoruz. Şu anda 2 bin yatak açığımız varsa, 6-7 milyon olunca ne olacak? Ne yapacağız?
Önemli olan bir eser kazandırmaktır. Eleştirilebilir, ama bu yatak açığı için kim yapacak hastaneyi? Dış kredi olmasa 2 milyar dolara devlet hastane yapabilir miydi? 20 sene daha otoyol yapılmasını beklerdik. Devletin imkanları belli. Nasıl ve kimin yapması da önemli değil. Sonuçta bu ülkenin malı.”