2 Temmuz 2019 Salı


Çobandede ve  Çataldağ zirvesi, Suuçtu şelalesi…



 ‘Seyir Terası’ndan  Susurluk, Kepsut, Mustafakemalpaşa manzarası…
Gürgen ormanında kamp ateşi…


Dostlar, doğa yürüyüşüne bu sefer ilk defa kamp ekledim! 30 Haziran 2019 Pazar günü Mustafakemalpaşa Suuçtu civarından başlayan yürüyüş öncesinde, bölgeye Cumartesi günü ulaştık ve geceyi gürgen ağaçlarının dibinde kurduğumuz kampta geçirdik.
Pazar sabahı Bursa’dan gelen yol arkadaşlarımıza katılarak bölgenin en yüksek tepeleri olan Çobandede ve Çataldağ zirvelerine çıktık. Dev “rüzgargülü”nün bulunduğu tepelerden hem Bursa’nın Mustafakemalpaşa hem de Balıkesir’in Kepsut ve Susurluk köylerine bakan manzaraları seyrettik.  Yaklaşık 20 kilometre yol teptikten sonra ayakkabılarla Suuçtu Şelalesi’ne dalmak bütün yorgunluğumu unutturdu…  
Yürüyüş öncesinde gidip bölgede kamp yapma, geceyi çadırda geçirme fikrine iyi ki ikna olmuşum!

İlk kez doğada kamp yapma gibi bir deneyim yaşadım, doğrusu umduğumdan da güzel geçti…
Cumartesi günü Koza Dağcılık organizasyonunda 10 küsur doğaseveri taşıyan minibüsümüz Mustafakemalpaşa’nın Muradiyesarnıç köyü sınırlarında  ünlü Suuçtu Şelalesi civarındaki alabalık tesisine vardı.  Burada rakım 750 metre. Her taraf gürgen (kayın) ormanı.  Dere gürül gürül akıyor, derenin suyu ile alabalık  tesisi işletiliyor. Bu tesisi geçtiğimiz sonbaharda görmüştük, tamamen terk edilmiş gibiydi. Meğer işletmeci, “Güzün havalar soğuyunca kapatıyor”muş, öyle söyledi.  

Alabalık tesisi çok mütevazı bir yer. Derenin suyuna jeneratör kurulmuş, ihtiyacı kadar elektrik üretiyor. Jeneratörden çıkan suyun bağlandığı havuzların bir kısmında balık var, gelen müşterilere balık pişiriliyor,  masa sandalye düzeninde hizmet veriliyor.
İçme suyundan,  tuvaletinden yararlanırız, çadırları hemen yakın bir yere kuralım fikri, “Yasssak kardeşim!” ile karşılaşınca, yaklaşık 500 metre ileri gidip kampımızı oraya kurduk.
Ormanın içindeki bu alabalık/restoran işi ne kadar yasaldır, tapulu mülk
müdür, ne hakla  kimse kimseye ormanda müdahale etme, “yasssak” koyma hakkı bulur anlamış değilim. 
Ama sorun değil, biraz yukarıda kamp kurduğumuz yerde daha çok odun bulma şansımız oldu.  İnsaf buyurdular, işletmenin yanındaki doğal kaynak suyundan su içmemize izin verdiler
!


ORMANDA KAMP ATEŞİ SOHBETLERİ…  

Doğa yürüyüşlerine başladığımda, her pazar Bursa’da yüzlerce insanın farklı grup ve rotalarla dağlara çıkıp sabahtan akşama yürümesine şaşırmıştım. Zira bu iş öyle mahalledeki yürüyüş parkında tur atma, ter atma gibi bir şey değildi.
Fark ettim ki, önümde duran şey;  yiyeceğini, içeceğini sırtlanıp işten, evden, patrondan, müdürden, trafikten, sokaktan, kirli havadan, çarşı pazardan, AVM’lerden, sosyal medya muhaberelerinden.. velhasıl her birisi başlı başına bir stres kaynağı, ömür törpüsü haline gelmiş günlük rutinden uzaklaşma fırsatıymış!
Galiba, ormanda, derede, çayda, göl kenarında kamp kurmak da böyle bir şey…  

Ama farkları da var.  Kamp işi arkadaşlık, dostluk, karşılıklı sevgi, saygı, paylaşım açısından günlük yürüyüşlerden çok daha ileri bir etkinlik gibi geldi bana. Yürürken siz sadece adımlarınızı, önünüzdeki taşı, ağacı, geçeceğiniz dereyi, nasıl atlayacağınızı, ineceğinizi düşünüyorsunuz.  Ender de olsa bir kayadan inerken, dereden, taştan geçerken bir arkadaşın el vermesine ihtiyaç duyuyorsunuz. Yiyecek içecekleri paylaşmadan da devam edebiliyorsunuz.
Ancak  bu akşam tam bir dayanışma var. Kimimiz odun topladık, kimimiz ateş yaktık, kimimiz köfte ve salataları hazırladık.  Hem malzemeleri ortak aldık, hem ortak pişirdik, sonra da gazelin üstüne serdiğimiz bir bez hepimize sofra oluverdi.
Orman geceleyin zifiri karanlık…
Ağaçların yapraklarından gökyüzünü de göremiyorsunuz.

İşte önünde gürgen odunu kıpkırmızı közüyle, koruyla, külüyle yanıyor… Katı halden ısıya, ateşe, sıcaklık dalgasına, küle, dumana dönüşüyor.
Çıtır çıtır duyuyorsun, alevlerin galip geldiği bu meydan savaşının sesini…
İçimizde 20’li yaşlarda genç de vardı, benim gibi 60’a merdiven dayayan da…
Yeni evlenecek olan da, torun sahibi olan da…
Kadın, erkek, evli, bekâr…
Şu önümüzdeki kamp ateşinin etrafındaki insanları görünce, her gün bir yolla kafamıza şırınga edilen
“İnsanoğlu çiğ süt emmiştir” türü “gerçekçi analiz”lerin (!) tamamen saçma sapan, “öğretilmiş çaresizlik” olduğunu görüyorsunuz.
Kötü”nün, kötülüğün insanlar değil, birileri başkalarının hakkını gasp etsin diye yaratılan/kurgulanan ortamdan, ilişkilerden, koşullardan vs. kaynaklandığını düşünüyorum.
Zira karşındaki insanlar, çalışmaktan, işten, fiziki zorluklardan değil, ilişkilerden yorulup usanmış… Aradığı da koltuğa uzanıp bedeni dinlendirme değil, doğada beynini, ruhunu dinlendirme gibi…

Hoşça sohbet, herkesin değişik konulara ilişkin tecrübelerini, yaşadıklarını anlatması…
İnsanlar ve kuşaklar arasında yaşama, deneyimlere değin paylaşımlar…
Mevki, konum,  rütbe, para, kimlik vs… bizi “öteki” yapmak için aramıza konulan kılıçların ötesinde bir ortam arayışı…
Ateşin başında genelde cep telefonları ve küçük hoparlörden müzik dinledik.  Bazen de müziğe eşlik ettik.
Yürüyüş kanımıza girmiş ya…. Bir ara, kalkıp 5 kilometre “gece yürüyüşü” de yaptık.

Yolumuzu tepe lambaları ve el fenerleri ile aydınlatarak…
Bundan sonraki kamplarda beraber dinlemek yerine, beraber şarkı türkü söylemeye, daha çok kişisel öykü anlatmaya başlarız diye düşünüyorum…
Gruptan insanlar hep birbirine “hocam” diyor ya…
Sahiden de birbirimizden öğreneceğimiz ne çok şey var! 


SABAH SPORU VE YÜRÜYÜŞ…

Gece geç saatlere kadar süren kamp ateşi sohbetinden sonra çadırda, deredeki suyun ve rüzgarla sallanan yaprakların sesiyle, uykuya öyle bir dalmışım ki, gece çakalların ulumasını bile duymadım.
Çadırda ince bir matın (sıkı sünger gibi plastik bir hasır) üzerinde, eşofman ve üzerime attığım bir polar ile uyudum. Hani çok da üşüdüm sayılmaz, ama konforlu olmadı. Gelecek sefere sıcak bir uyku tulumu şart oldu.

Temiz havada, 4-5 saatlik uyku yetti galiba, erkenden uyandık.
Yine akşamki gibi hep beraber kocaman bir yer sofrası hazırladık elbirliği ile.  Tabi kadın arkadaşlarımız bizden daha başarılıydı… Çantalarımızdaki yiyecekleri çıkardık ve güzel bir kahvaltı yaptık.
Ateş sabaha kadar hiç sönmedi. Kalktığımda, kamp ateşinin başında közün üstünde demlenmiş çay hazırdı!
Kahvaltı, çadırları kaldırmadan sonra, ateşi söndürüp çevreyi temizledik. Sırt çantalarımızı yüklenip yürüyüş için Bursa’dan gelecek dostları beklemeye başladık.

Pazar sabahı, saat 10’a doğru Bursa’dan gelen 50 civarında doğasever ile önce kültür fizik ve ısınma hareketleri, ardından yürüyüş başladı.
Alabalık tesislerinden itibaren, orman yolu ve ormaniçi patikalardan tırmanmaya başladık. Gürgen ormanlarında önce 1110 metre rakımlı Pilavlık (Peri Bacaları) denen yerin altından geçip, 1310 metre rakımlı Çobandede tepesi, ardından 1250 metre rakımlı Çataldağ zirvesine çıktık.
Çok güzel kayın ormanında yürüyorsunuz.
Rotanın büyük bölümünün traktör yolu değil de ormaniçi patikalarda geçmesi yürüyüşü daha bir zevkli hale getiriyor.
Biz adı geçen Peri Bacaları’na çıkmadık. Ancak, bölgede rastladığımız kayalardan, bu peri bacalarının nasıl bir şey olduğunu çıkarabildim
Bölgeye has ilginç kayalar var. Bölgede sadece tepelerde değil, orman içinde de benzer kayalara rastladık.  “Peri bacası”nı andıran, üstüste konulmuş imajı veren sıra dışı dev kayalar… Bu kayaları görünce, Uludağ Sarıalan’daki kayaları hatırladım.  Coğrafyacıların
açıklaması nedir bilmiyorum ama sıra dışı bir durum. Çocukluğumun geçtiği Tokat Dumanlı Yaylası’nda da benzer bir kaya vardı ve yaylada kadınlar her sene evlerinden malzeme götürür, bu kayada pilav pişirir, hep beraber yerdik. Dua okunur,  dilekte bulunulurdu. Kim bilir, belki burada da benzer bir gelenek vardır ve buralara “pilavlık” denmesinin nedeni de budur…

 ÇATALDAĞ,  ÇOBANDEDE…


Çataldağ ve Çobandede bölgenin en yüksek noktaları.
Biraz aşağıda, bir pınarın başında mola veriyoruz. Bazı arkadaşlar orada dinlenmeye devam ederken, dik yokuşu tırmanmayı göze alan bir grup doğru Çataldağ’a çıkıyoruz.
Çataldağ bölgedeki yemyeşil orman örtüsüne karşılık, çıplak taş, sarp kaya görünümünde.

Çok büyük ve yapısını anlamadığım taş kütleleri var.
Burada fotoğraflar çekip hemen üzerinde rüzgar enerjisi santralının (RES) pervanelerini gördüğümüz Çobandede’ye yürüyoruz. Çok uzak değil.  
Çobandede’nin sırtında rüzgârgülleri sıralanmış. Pervanelerin dönmesi ile çıkan seslerin arasında sırta  doğru yürüyoruz. İleride çevreye en hakim noktada Seyir Terası var.
Hava güllükgüneşlik.

Önümüzde müthiş bir manzara var…
Düşünün tepenin bir yanında Bursa Mustafakemalpaşa’ya bağlı Muradiyesarnıç, Karapınar ve Bostandere köyleri… Bir yanında Balıkesir’in Kepsut ilçesine bağlı Serçeören, Alagüney, önünüzde Susurluk’a bağlı Yaylaçayır köyleri…
Yemyeşil orman, bir sulama göleti, aşağıda, uzakta hasat zamanı arazilerin göründüğü tarım alanları…


RES’LER ELEKTRİK ÜRETİYOR…

Tepemizde dönen pervaneler elektrik üretiyor.  Hangi şirkete ait olduğunu öğrenemiyorum, “Vestel” diyenler olduğuna göre Zorlu Enerji’nindir diye tahmin yürütüyorum.
Zirvede birkaç sığır var. Sahiplerine soruyoruz, “Kepsutluyum” diyor.
Tesettürlü  bir  genç kız, yüksek bir kayanın üzerine çıkmış, yüzünü zirveden aşağılara dönmüş, ellerini mavi göğe kaldırmış, bütün bağlarından kurtulup özgürlüğe uçmak istiyor gibi…
Tabi buraya çıkan, bilen sadece biz değiliz.  Seyir terasındaki bir tanıtım levhasına göre, Balıkesirliler de buraya “Misya yürüyüş Yolları Projesi” diye bir rota çizmiş. Onlar rotayı Susurluk Yaylaçayır köyünden başlatıyormuş.
 Levhada, “Misya Yürüyüş Yolları Projesi TC Balıkesir Valiliği tarafından hazırlanmış, Güney Marmara Kalkınma Ajansı tarafından finanse edilmiştir” diye yazıyor
Kalkınma ajanslarının genelde dışsal fonlarla çalıştığını düşünürsek…
Basit bir seyir terası ve yürüyüş rotası için yabancı finansmanlara, ne karşılığı verildiğini artık her on senede bir girdiğimiz krizlerle anladığımız yabancı kredilere, “hibe”lere başvurmak, bu kadar kurumun reklamı…

Manzara fotoğrafları çektikten sonra dönüyoruz. 
Çok meyilli arazide iniş mi, yoksa çıkış mı daha zordur denince hemen “çıkış” diye atılmayın!
En çok kazalar inişte oluyor!

SUUÇTU TIKLIM TIKLIM…

İnişte en önemli hedefimiz Suuçtu Şelalesiydi.
Traktör orman yolları ki yolların daha ziyade RES yapımı için yapıldığını anlamak da zor değil, patikalar ve ormaniçi serbest yürüyüşlerle Suuçtu Şelalesi’ne indik.
Üst kotlarda,  şelaleye su taşıyan su, kanyon havasında ve fotoğraflık manzaralar vardı.
Tabi en çok fotoğrafı Suuçtu Şelalesi’nde çektik.
Pazar günü şelale çevresi tıklım tıklımdı. Burası artık Milli Park’ların denetiminde. Giren araçlardan ücret alınıyor . Her taraf piknikçilerle doluydu. Trafik sıkıştığı için tek yön olarak düzenlenmiş.
Şelale girişinin önünde bekleyen minibüslerimize binip Muradiyesarnıç köyünde akşam çaylarımızı içtik.

Yol kenarındaki gözlemecilerden “köy ekmeği”, Muradiyesarnıç’tan da süt ve yumurta aldık.
Köylerden birşeyler satın almayı seviyoruz. Hem “doğaldır” varsayımı hem de üreten insanlara destek olmak lazım.  Ancak bazen şansızlıklar da oluyor işte.  Örneğin geçen hafta “ekşi maya” diye aldığımız ekmeğin, eve varınca ekşi maya falan olmadığını anladım. Köyden aldığım süt kaynarken kesti. Bozulmuş. Taş gibi yoğurt hayalim suya düştü. Neyse lor ve lor suyumuz oldu!

Yürümeye, dağları, ovaları, yaylaları, tepeleri, kayaları, dereler, köyleri, insanları, velhasıl memleketi tanımaya devam…





2 yorum:

  1. Yanıtlar
    1. Olay ve olguları anlamaya çalışmak, bunu insanlarla paylaşma isteği, coşkusu diyelim.. Çok teşekkürler "Unknown"..:)

      Sil