5 Aralık 2021 Pazar
Bursa Nutku’ iktidarlara dokunuyor!
20 Mart 2021 Cumartesi
Şaka gibi dava: Harman tarih oldu, taraflar öldü; davası mirasçılarla sürüyor!
Pek çok insanın daha mahkeme kararı çıkmadan yaka paça gözaltına alınıp, doğrudan hapse tıkıltığı bir ülkede, özelikle alt gelir grubuna mensup insanların, yoksulların, ücretlilerin, esnafın, köylülerin açtıkları davalar yılan hikayesine dönüyor, Aziz Nesin'lik, Kemal Sunal'lık öyküler ortaya çıkıyor.
Köylüler arasındaki harman anlaşmazlığı yüzünden açılan bir dava, davacı ve davalıların tamamının vefat etmesiyle sıra dışı bir hal aldı. Mahkeme çeyrek asır önce açılan davada mirasçılardan keşif ve bilirkişi parası istedi, mirasçıları duruşmaya çağırdı.
Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Ataköy köyünde 25 yıl önce harman yeri anlaşmazlığı yüzünden açılan bir davanın tarafları davanın sonunu göremeden hayata gözlerini yumdu. Köyde öküzler ve “döven” denilen aletle yapılan “harman” işi çoktan terk edildi, harman yerlerinden iz kalmadı. Ataköy “köy” olmaktan çıktı “belde” oldu, Niksar’dan Almus İlçesine bağlandı. Ancak ertelemelerle uzayan davada yeniden başa dönüldü ve mirasçılardan bilirkişi, keşif ile posta giderleri için para istendi. Her biri büyükşehirlerde yaşam kuran, değil harman, köyle bağı kalmayan mirasçılar mahkemenin adreslerine gönderdiği yazı ile 6 Nisan 2021 günü yapılacak duruşmaya çağırıldı.
Alınan bilgiye göre, Niksar’a bağlı Ataköy'de Durmuş ve
Karaaslan aileleri arasında harman yerinin kullanımı konusundaki anlaşmazlık
mahkemeye intikal etti. Selahattin Durmuş ve 5 akrabası, 19 Ekim 1996 tarihinde
Ramazan Karaarslan ve 29 akrabası aleyhine dava açtı.
NE HARMAN KALDI NE DAVACI, AMA…
Köylerde yüzlerce yıldır süren gelenekte harman yerleri
sadece hasat döneminde bir veya birkaç aile tarafından kullanılan, döven
sürülen, sap savrulan, en son döneminde de tınaz makinelerinin kullanıldığı
düzlük alanlardır. Mera, yayla hukukunda olduğu gibi harman yerlerinde de esas
olan kullanım hakkıdır. Ancak kadastronun geçmesi ve şahsi mülkiyet belgesi
olan tapuların düzenlenmesi ile ortak kullanılan harman yerlerinde
anlaşmazlıklar yaşanmaya başlandı.
Niksar Kadastro Mahkemesi'nde görülen davada, taraflar,
şahitler dinlendi. Kararlar alındı, itirazlar incelendi... Dava itirazlarla uzadıkça
uzadı. Aradan geçen zamanda karasabanlar
yerini traktöre, düvenler yerini patozlara, biçerdöverlere bıraktı. Harman yeri
kavramı işlevini yitirdi, buğdayın başaktan ayrıştırılması biçim sırasında,
tarlada yapılır hale geldi. Davanın tarafları birer birer hayata gözlerini
yumdu. Onların mirasçıları başta İstanbul ve Muğla olmak üzere Türkiye’nin
değişik kentlerine göç edip oralarda yaşamaya
başladılar.
DAVANIN SEYRİ
1996’da açılan davada yerel mahkeme 2012 yılında bir
karar verir. Ancak davacı taraf bu karara itiraz ederek Yargıtay’a başvurur. Yargıtay
16. Hukuk Dairesi 31 Mayıs 2018 tarihinde yerel mahkemenin kararını bozar.
Yargıtay'ın bozma kararına ilişkin tebligat çıkarılır.
Ancak davanın taraflarında yaşayan kimse kalmamıştır. Yakınları da ne olduğunu
anlamaz, çoğu artık köyde yaşamamaktadır, olanlara bir anlam veremez. Köyde
olayı bilen kimse kalmamış, harman yeri kavramı tarihe karışmış, davalık harman
yerinin büyük bölümü de yola gitmiştir. Üstelik göçler nedeniyle harman yerinin
sınırlarını, kime ait olduğunu bilen kimse de kalmamıştır.
Yargıtay bozma ilamının ''taraflara tebliğine rağmen
karar düzeltme yoluna gidilmemesi üzerine'' davada 25 yıl sonra başa dönüldü.
YENİ DURUŞMA 6 NİSAN’DA
Şimdi 6 davacı 30 davalının tamamının vefatı nedeniyle
davacı taraftan 30, davalı taraftan 70 olmak üzere toplam 100 kişinin MERNİS adreslerine
mahkemece birer tebligat gönderildi, taraflar 6 Nisan 2021 tarihli duruşmaya
çağırıldı.
Tebligatta, ''toplam 4.559,90 TL'nin davacılar tarafından
tebliğ tarihinden itibaren iki haftalık süre içerisinde yatırılmasına, aksi
takdirde gider avansı yönünden davanın usulden reddedileceği, delil avansı
yönünden keşif delilinden vazgeçmiş sayılacağı'' belirtildi.
Tebliğ edilen kişilerden mirasçılığını gösterir veraset
ilamının da bildirilmesi istenerek, Yargıtay'ın bozma kararından sonraki ilk
duruşmanın 14 Nisan 2020 tarihinde yapılacağı bildirildi.
Davacı taraftan bir mirasçı ''dava açan babasının anısına
saygı göstermek için'' tebliğ edilen parayı yatırdığını söyledi. Nisan 2020’deki
duruşmaya katılan kimse olmamıştı. Gıyaben yapılan duruşmada mahkeme duruşmayı
6 Nisan 2021 gününe erteledi. Ancak bu sefer mirasçılara tebligat yapılmadı, yeni
duruşma e-devlet üzerinden duyuruldu.
GECİKEN ADALET ADALET OLMAZMIŞ
Telefonla ulaşabildiğimiz bazı mirasçılar talep edilen
paranın ödenmesi nedeniyle bilirkişinin devreye girmesi gerektiğine değinirken,
olay mirasçılar arasında fıkra olmaya doğru gidiyor…
Davacı taraftan bir mirasçı “Bilirkişi kim olacak çok
merak ediyorum. Çünkü köyde eski sınırları, harman yerlerini bilecek kimse
kalmadı. Ben yeri tam bilmiyorum. Köy dışından bilirkişi gelirse zaten çok
komik olur. Geciken adalet adalet olmuyor, çok doğruymuş. Dava açanların hepsi
vefat etmiş. Muhtemelen zamanın hâkimi de artık hayatta değildir. Ağlayım mı
güleyim mi bilemiyorum” şeklinde konuştu.
SUÇ VE CEZANIN ŞAHSİLİĞİ
İLKESİ
Bir davalı mirasçı ise uzun yıllardır köyle ilişkisi
kalmadığını, bir büyükşehirde devlet memuru olduğunu belirterek adının davaya
bulaştırılmasına tepki gösterdi. Mirasçı
şunları söyledi:
“Değil o harmanı, artık köyün yolunu bilmez oldum. Şimdi
bakıyorum, e devlette hakkımda süren bir dava kaydı oluşturulmuş. Resmiyette
ben yargılanıyorum, şaka gibi! Ve de hiç
ilgim, bilgim olmayan bir mesele yüzünden... Efendim benim annemin dayısının
bir dosyada adı geçiyormuş… Bana ne kardeşim? Hukukta suçun, cezanın şahsiliği
diye bir şey yok mudur? Hiçbir ilgim, bilgim olmayan bir davada nasıl
yargılanıyorum ve bu nasıl benim kimliğime, sicilime, e-devletime işleniyor...”
12 Mart 2021 Cuma
Köylü kadınların ‘maden’ eziyeti!
Yabancı sermaye yatırımının sağladığı imtiyazlarla, sırtını Uluslararası Tahkim Kurumlarına ve siyasi iktidara dayayıp mahkeme kararlarını yok sayan maden şirketleri yöre halkının yaşamını eziyete çevirmeye başladı.
Bursa’nın Yenişehir ilçesine bağlı
Kirazlıyayla köyünde (mahalle) bir grup kadın bugün Kamışlı Sulama Göleti’nden
bahçelerini sulamada ısrar ettikleri ve maden şirketi görevlilerine
direndikleri gerekçesiyle hâkim karşısına çıktı.
Duruşmada ifadesi alınan sanıklar beton mikserinin atıklarının sulama amaçlı kullandıkları gölet suyuna dökülmesine itiraz ettiklerini söylerken, fiziki şiddet ve darp iddialarını yalanladılar. Davacı avukatları güvenlik görevlilerinin “Üzerimize taşlarla sopalarla saldırdılar, kan revan içinde kaldık, canımızı zor kurtardık” sözlerini aktarırken, duruşma hakimi şikayetçilerin mahkemeye maddi delil sunmalarını istedi ve duruşmayı 11 Haziran 2021’ye erteledi.
Kirazlıyayla köyünden vatandaşlar destek için Adliye
binası önünde beklerken, davayı CHP, İyi Parti ve Çevre Platformu
temsilcilerinden oluşan bir grup da izledi.
Maden şirketinin sulama göletine beton artığı dökerek
kirletmesine karşı çıktıkları, maden şirketin faaliyetini engellemeye
çalıştıkları, maden şirketinin güvenlik görevlilerini darp ettikleri iddiası
ile jandarma tarafından gözaltına alınan kadınlar, “denetimli serbestlik”ten
yararlanarak serbest bırakılmış, ancak tarla ve bahçelerine her gidiş için
jandarmaya imza vermişlerdi.
Köylüler dertli, öfkeli…
İletişim kurabildiğimiz köylüler maden şirketinin daha
şimdiden köyü susuz bırakmaya başladığını, sulama göletine el koyduğunu,
kuruttuğunu, şirketin açtığı sondajlar yüzünden su kaynaklarının kuruduğunu
anlattılar.
Köylülerin şikayetlerinden bazıları şöyle:
“- Suyumuzu, yolumuzu kestiler. Bahçelerimizi sulayamadık. Sulama olmayınca mahsul alamadık. Bizim köyün yoluna asfalt yapılmazken şirkete otoyol gibi yol yapıldı.”
“- Su almaya gittiğimiz Kamışlıgöl yolunu Albay’larının
söz vermesine rağmen jandarmalar kapattılar.
Şu anda fidanlarımızı, domates biberimizi sulayamıyoruz. Göletten su
alamıyoruz. Köylü tepki gösterince jandarma gelip bize baskı kurmaya çalışıyor.
Biz devletimize karşı değiliz, maden şirketine, haksızlığa karşıyız.”
“- Valiyle kaymakamla
görüşemiyoruz. Bizi kabul etmiyorlar.
Belediye başkanı (isim veriyor) köyü
sattı. Oy verdik, seçtik, şimdi niye bizim yanımızda değil.”
Görüştüğümüz köylüler Bursa’daki akademik odaların ve
STK’ların açtığı davada mahkemenin maden faaliyetinde “Yürütmeyi durdurma
kararı” verdiğini, ancak maden faaliyetinin aralıksız devam ettiğini
söylediler.
‘Ey Güzel Devletimiz…’
Kirazlıyayla mahallesinde maden şirketine öfke sokaklara
yansımış. Köyün meydanında dikkat çeken bir pankartta şöyle yazıyor:
“Ey Bizim Güzel Devletimiz Köyümüze Dokunma Huzurumuzu
Bozma!”
Kirazlıyayla’da maden sondajının başlamasından bu yana
maden şirketi ile bölge halkı arasında gerginlik hiç bitmemiş. Köylüler
defalarca protesto gösterisi yapmış. Her seferinde jandarma müdahale etmiş.
Köyün erkeklerinin artık gösterilere katılmaktan yılmaya başladığı, daha çok
kadınların öne çıktığı ifade ediliyor.
Kirazlıyayla köylüleri bu yüzden jandarmaya kırgın görünüyor. Adının açıklanmasını istemeyen bir köylü durumu şöyle açıkladı:
“Biz devletine, milletine, hükümetine yürekten bağlı
insanlarız. Açık söyleyeyim bu köyde Ak Partiden başka partiye oy çıkmadı. Ama
hep hayal kırıklığı yaşıyoruz. Biz maden olmasın, çıkmasın da demiyoruz. Ama
burada yaşamaya devam etmek istiyoruz. Jandarma burada mağdur olan bizim değil,
huzurumuzu bozan, bizi susuz bırakan gavurun maden şirketini koruyor...
Karakola götürülen kadınları tehdit etmişler. Bu madene karşı çıkarsanız
kocalarınız, çoluğunuz çoğunuz mimlenir, yedi ceddiniz devlet kapısında iş
bulamaz”…
Maden Zenginleştirme Tesisi
Kirazlıyayla’daki maden faaliyetinin öyküsü şöyle:
Saha Yenişehir’e 14, Gemlik limanına 76 km uzaklıkta.
Meyra Madencilik adlı firma “Çinko-Kurşun-Bakır Zenginleştirme Tesisi ve Atık
Barajı Projesi” için Reşadiye köyüne uzanan geniş bir arazide maden çıkarma
ruhsatı almış.
Projenin sahibi Meyra Madencilik, üç mühendis tarafından
2012’de kurulup, 2013’de bu bölgede kurşun, çinko ve bakır ocağı bulur. Bir yıl
sonra yasal izinlerini tamamlayıp maden cevheri üretip satmaya başlar. 2017’de
kurşun, çinko, bakır potansiyelinin büyük olduğu sonucuna varılır.
Artık kazanılacak para büyüktür ve şirket yabancılara
satış kıvamına gelmiştir!
2018’de şirketin yüzde 60 hissesi Delta Star Enerji ve
Madencilik A.Ş’ye geçer. Artık Meyra, Lübnan kökenli uluslararası Delta
Group’un bir firmasıdır.
Meyra’nın sitesinde firmanın hedefi şöyle anlatılıyor:
“Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltmak amacıyla, Bursa Yenişehir de başlatmış
olduğu kurşun, çinko ve bakır madenciliği…”
“Ülkemizin maden zenginliğini yeryüzüne çıkarmak,
ekonomiye kazandırmak ve ülkenin sanayi ürünlerinde dışa bağımlılığını azaltmak
amacı ile..”
Şirketin sahibi…
Delta Group’un, dolayısıyla Meyra Madencilik’in patronu
Mehmet Habbab, Lübnan kökenli olmakla birlikte ABD’de yetişir, iş hayatına
1970’de ABD firması Smith Corona adı ile büro ekipman şirketi kurarak başlar.
On sene içinde Türkiye pazarına girer.
1980’lerin başında Delta Petroleum Co. şirketini kurarak petrol ve gaz işine girer. Akdeniz’de ve Karadeniz’de büyür, depoları, tankerleri, Türkiye’de yüzden fazla akaryakıt istasyonu ile lider petrol hizmet ve ticaret şirketlerinden biri olur. 1985 yılından bu yana Irak’ın ana tedarikçilerinden biridir. 2012 yılında Türkiye’de madencilik işine girer, krom madenciliğinde ilk on şirketten birisi olur.
Mehmet Habbab, bürokrasi ve iş dünyasında çevre edinir.
DEIK’teki Türk-BAE (Birleşik Arap Emirlikleri) İşadamları Konseyi Başkanlığı,
Türk-Lübnan İşadamları Konseyi Başkan Yardımcılığı, Orta Doğu İşadamları
Konseyi Başkan Yardımcılığı görevlerini yapar. Türk-Arap İşadamları Federasyonu
Başkanı olur. Delta’nın CEO’su Sami Habbab, 2018’de Meyra Madencilik’te iş başı
yapar.
Tesiste ne yapılacak?
Kirazlıyayla’da köyün kapladığı alandan daha fazla alanda
maden çıkarılıyor. Şimdi buraya “Zenginleştirme ve Flotasyon Tesisi” inşaatına
başlandı. Yani bölgeden Bakır, Kurşun ve Çinko madeni çıkarılacak, açık ocak
sistemi ile, yüzde 99’a kadar saflaştırılacak.
Maden cevheri taşından toprağından arındırılarak
saflaştırılıp maden cevheri olarak başta Çin olmak üzere dünya pazarına
satılacak.
Binlerce ton taşın toprağın içinden bakır, çinko ve
kurşun cevherinin ayıklanması işi de anlaşılan su ile yapılacak. Köylülerin
susuzluktan yakınmalarının nedeni de bu. Zira, bölgede su kaynakları azalmış,
sulama göleti kurumuş durumda.
6 Mart 2021 Cumartesi
İhracat şampiyonları vergi listesinde yok!
Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO) tarafından 47. kez düzenlenen ve geleneksel hale gelen ‘Ekonomiye Değer Katanlar Ödülleri’ açıklandı. İhracat, Kurumlar Vergisi, Gelir Vergisi ve Sektör Liderleri olarak dört kategoride 51 firma ödül alırken, Bursa’nın önde gelen iş insanlarının çoğunun Gelir Vergisi, en fazla ihracat yaparak ödül alan dev şirketlerin Kurumlar Vergisi listesinde yer almaması dikkat çekti.
Bursa iş
dünyasının çatı kuruluşu BTSO, kent ve ülke ekonomisine en fazla değer katan
firmaları ve girişimcileri açıkladı. Tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19
salgını sebebiyle ilk defa sosyal medya üzerinden duyurulan ‘Ekonomiye Değer
Katanlar Ödülleri’nde, ‘Kurumlar Vergisi’, ‘Gelir Vergisi’, ‘İhracat’
kategorilerinde ilk 10, ‘Sektör Liderleri’ kategorilerinde 21 firma belirlendi.
BTSO Yönetim
Kurulu Başkanı İbrahim Burkay’ın oda faaliyetleri hakkında bilgi verdiği sanal
törende yapılan açıklamalarda gözler özellikle Gelir ve Kurumlar Vergisi’ne
çevrilirken, bu yıl Bursa’nın Vergisi rekortmeni gayrimenkul sermaye iradı ile
Şükrü Karagöl oldu. İkinci sırayı sanayici,
SÜTAŞ’ın patronu Muharrem Yılmaz alırken, avukat Erol Kılıkçıer 3’ncü
sırada ödül aldı. Gelir Vergisi ödüllerinde Kılıkçıer’i sırayla Sabahattin
Gazioğlu, Celal Gökçen, Hüseyin Özdilek,
Hikmet Oral, Gezer Keskin, Atila Efe ve
Mustafa Taşdelen aldı.
Bursa’da Kurumlar
Vergisinde en büyük ödülü LİMAK Uludağ Elektrik alırken, Bursa’da üretim yapan
en büyük sanayi kuruluşları TOFAŞ, OYAK
Renault, Bosch gibi firmalar ihracat kategorisinde ödül alırken, vergi ödülü
listesinde yer almadılar.
BTSO’dan yapılan
açıklamaya göre, Kurumlar Vergisi ve İhracat kategorilerinde ilk 10’a girerek
ödül alan firmalar şöyle
İhracat:
1.
OYAK Renault Otomobil Fabrikaları A.Ş.
2.
TOFAŞ Türk Otomobil Fabrikası A.Ş.
3.
Bosch Sanayi ve Ticaret A.Ş.
4.
Aunde Teknik Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş.
5.
Yeşim Satış Mağazaları ve Tekstil Fabrikaları A.Ş.
6.
Bosch Rextoth Otomasyon A.Ş.
7.
Karsan Otomotiv A.Ş.
8.
DÖKTAŞ Dökümcülük A.Ş.
9.
BORÇELİK Çelik Sanayi A.Ş.
10.
Durmazlar Makine A.Ş.
Kurumlar Vergisi:
1.
LİMAK Uludağ Elektrik Perakende
Satış A.Ş.
2.
Özdilek AVM ve Tekstil Sanayi A.Ş.
3.
Pro Yem Sanayi A.Ş.
4.
YILYAK Yakıt Pazarlama A.Ş.
5.
BURSAGAZ A.Ş.
6.
RUDOLF Duraner Kimyevi Maddeler A.Ş.
7.
Contitech Lastik Sanayi A.Ş.
8.
Polyteks Tekstil Sanayi A.Ş.
9.
RollMech Automotive A.Ş.
10.
Göliplik Şeremet Tekstil A.Ş.
3 Şubat 2021 Çarşamba
EKONOMİK KRİZLERİN EĞİTİME ETKİSİ ÜZERİNE…
1. EĞİTİM-EKONOMİ İLİŞKİSİ
Ülkelerin ekonomik seviyesi ile eğitim seviyesi arasında
doğrudan bir ilişki vardır. Zira eğitim, ekonominin adeta motorudur, can
damarıdır.
Sanayi üretiminde en önemli aşamalardan birisi olan “buharlı motor”ların icadından tutun
da, bugün dijital uygulamalara, Endüstri
4.0 gibi neredeyse üretimde insan emeğine ihtiyaç duyulmayacak hale
gelinmesine kadar bütün aşamalarda, her ileri adım mutlaka bilimsel teknolojik
buluşlarla gerçekleşmiştir.
Uluslararası ekonomiye kısaca göz attığımızda, bir yanda
dünya çapında üretimi, pazarlaması olan “dünya
markalarını” ve bunların bağlı oldukları merkez ülkeleri, diğer yandan da ucuz emek, hammadde, Pazar avantajı
gibi gerekçelerle üretimlerin yoğunlaştığı çevre
ülkeleri görüyoruz.
Avrupa,
ABD, Japonya gibi “merkez”
ülkeler (Gelişmiş ülkeler grubu) teknolojinin üretildiği, markaların konuştuğu,
nerede ne üretileceğine karar veren konumda olurken, Çin, Doğu Avrupa, Türkiye vs. “çevre
ülkeleri” (Gelişmekte olan ülkeler grubu) küresel rekabette dünya
markalarına sağladıkları çeşitli avantajlar sayesinde fason, lisanslı vs.
üretim yapan ve bir şekilde merkez ülkelere bağımlı sayılabilen, “yabancı sermaye ile kalkınma” diye bir
yol tutturan ekonomiler durumunda.
Bu fotoğrafta, bir ülkenin dünya ekonomisindeki yerinin,
kalkınma düzeyinin eğitimde nerede olduğu ile doğrudan ilgili olduğunu da
görebiliyoruz.
“Öğretmen
başına düşen öğrenci sayısı”, “Okullaşma oranı”, “Ülkelerin
GSYH içinde AR-GE’ye ayırdıkları pay”; teknopark, teknik üniversite,
laboratuvar sayısından tutun da, ülkelerde şirketler tarafından bir yılda
yapılan “marka”, “patent”, “faydalı
model” vs. başvurularının karşılaştırılması, üniversitelerdeki buluşların
üretime geçmesindeki “risk sermayesi” vs. mekanizmaların karşılaştırılması bize
ekonomi ve ülke kalkınması ile eğitim seviyesi hakkında sağlıklı bilgiler
verecektir.
Eğitimin toplumsal amaçlarından, sosyal bilimlerin temel
hedeflerinden birisi “sosyalizasyon”dur.
Yani toplumun kurallarına, kültürüne, yasalarına, geleneklerine vs. uygun;
pratikte yönetimin istediği şekilde insanlar yetiştirmektir.
Öte yandan, özellikle üniversite ve araştırma merkezi
düzeyinde, bilimsel teknolojik eğitimde amaç var olan en son yenilikleri öğrenmenin yanında, bunlara yeni şeyler eklemektir.
“Patlarlı
motor” ile radikal bir adım atılan araç üretiminde artık
hidrojenle çalışan motorlar, elektrikli araçlar, internet bağlantılarıyla, “büyük veri” kullanabilen “sürücüsüz araçlar”a, üniversitedeki
araştırma merkezleri ya da şirketlerin devasa bütçelerle oluşturduğu Ar-Ge merkezleri sayesinde
ulaşılabilmektedir.
Ve bilimsel buluş, yeni teknoloji artık ekonominin en
önemli motorudur.
Bilimsel eğitim; üretim, teknoloji, para, zenginlik,
kalkınma demektir!
Dün nasıl Exon
Mobile, Shelle gibi, petrol işlemeyi en iyi bilen, en iyi teknolojiyi
kullanarak en ekonomik şekilde piyasaya sunan petrol şirketleri ya da Ford gibi
otomobil markaları dünyanın en zengin şirketleriyse bugün de dünyanın en zengin
şirketleri Google, Apple, Facebook,
Amazon, Alibaba, Microsoft vs. teknoloji şirketleridir.
Kamuoyunda sanıldığı gibi ülkeler “zengin oldukları için eğitime öncelik veriyor” değildir…
Ülkeler, “eğitime,
teknolojiye öncelik verdikleri için zengin” olmuşlardır!
Eğitimin genel seviyesi ve görünümü Gelişmiş ülkelerde bilimsel, teknoloji üretimi odaklı olurken, “Az gelişmiş ya da Gelişmekte olan ülkelerde “ara
eleman”, “teknisyen”, “tekniker”
düzeyinde olması da, yukarıdaki analizleri doğrulayacak bir tespittir.
2. TÜRKİYE’DE
EKONOMİK KRİZLER VE
KRİZLERİN
KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ
“Ekonomik
kriz”, kapitalist ekonomilerde ilk kez “devrevi kriz” olarak tanımlandı. Buna göre, kapitalist ekonomiler
belli periyodlarla “devrevi kriz” yaşarlar.
Yani gerek üretimde gerek pazarlama alanında artık bir tıkanma noktasına
gelinmiştir. Artık mevcut sistem aynı hızla üretmeye ya da satmaya devam
edememektedir. Üretim yavaşlar ya da durur, firmalar kapanmaya başlar, işsizlik
hızla artar, satışlar düşer.
Krizden çıkış için bazen teknolojik buluşlar, yenilikler
(Maliyeti ucuzlatıp satışı artırma yöntemi) bazen birleşmeler, satın almalar;
bazen sermaye ve emek kesimi arasında pasta dağıtımında bir değişim (örneğin
ücretlerin tırpanlanması (24 Ocak 1980 kararları), ya da talebin canlanması
için ücretin yükseltilmesi, kamusal desteklerin artırılması (1929 bunalımında
Avrupa ve ABD), bazen batan şirketlerin kurtarılması (2008 ABD mortgage krizi),
işin doğasına uygun şekilde ortaya çıkar.
Artık kapitalist sistemin çarkları kriz sonrası yeniden
dönmeye başlamıştır. Tıkanma, bunalım, kriz aşılmış, yeni ve daha üst bir
aşamaya gelinmiştir. Artık hem üretim hem de tüketim, pazarlama daha ileri bir
noktaya taşınmıştır.
Ünlü iş insanı Sakıp
Sabancı’nın deyişiyle kriz bir “elektir”,
herkesin elendiği, güçlülerin üstte, zayıfların altta kaldığı bir elek…
Yeni sürece “ayak
uyduramayan” ciddi bir kesim defterden silinmiş, konumlarını kaybetmiştir.
Dolayısıyla da “devrevi
krizler” kapitalist toplum için “sağlık
belirtisi”, sistemin çalışmasının işareti olarak kabul edilmiştir.
Türkiye’deki ekonomik krizler, batıdaki kapitalist
sistemin krizlerinden etkilenmekle birlikte çok farklı içsel dinamiklere
sahiptir.
Batı dünyası 1929’da “aşırı
üretim” (siz bunu, işçilerin ucuza çalıştırılması ile satın alma talebinin
baskılanması olarak anlayabilirsiniz. Zira mallar stoklarda beklerken, insanlar
ihtiyaçları olduğu halde satın alamamıştır) buhranı ile kıvranırken, Türkiye bundan pek de etkilenmedi.
Çünkü bir yandan batı ekonomisi ile çok içli dışlı değildi, bir yandan da Atatürk dönemi ve 1930’lu yıllar
devletin ekonomide baskın olduğu, özel sektörün cılız olduğu yıllardı.
Türkiye batıyı,
kapitalizmi seçmişti, ancak bir yandan sermaye birikimi az, burjuva sınıfı
cılızdı; bir yandan da özendiği batılı kapitalist ülkeler, yakın geçmişte Türkiye’yi işgal etmiş ülkelerdi!
Sonuçta bağımsızlık onlara karşı kazanılmıştı. Devletlerarası ilişkiler de
mesafeliydi.
1950’lerden
itibaren Türkiye ekonomisindeki en belirgin değişiklik, “cari açık” oldu. Sistem her ne kadar başlangıçta “ithal ikamesi” olarak tanımlansa da
makine, teknoloji ithalatı ile başlayan süreçte ülkenin döviz giderleri her
zaman döviz gelirlerinden fazla oldu.
1950’lerden itibaren Türkiye’nin cari işlemler hesabı tek
bir sene bile dengede olmadı, hep açık verdi!
Cari açıklar yıldan yıla artarken, dönemin en büyük zam
dalgası ve kriz 1970’lerin ilk yarısında yaşandı.
Petrol fiyatlarının artması ile baş gösteren “petrol krizi” gidişatı tetiklerken, TOFAŞ, RENAULT, OTOSAN gibi otomobil
fabrikaları, Petrokimya başta olmak üzere kamu, özel, yabancı ortak ve lisanslı
yatırımlarla fabrikalar ve işçi sayısı artmaya, sendikal mücadelelerle
emek-sermaye arasında TİS vs pazarlıklar
artmaya başladı.
Türkiye’de
gelir dağılımının en adil olduğu yılların 1974-78 arası olması tesadüfi
değildi.
Ancak, bir yandan sendika ve ücret taleplerinin
yükselmesi, diğer yandan üniversitelerden itibaren yaşamın her alanında
demokratik taleplerin boyut kazanması, zaten belli başlı büyük fabrikaların
yabancı ortaklı, lisansla çalışması ve elde edilen katma değerin yurt içinde
kalan kısmından alınan verginin devletin
bu hizmetleri vermesine de kafi gelmemesi ve diğer gerekçelerle mevcut yapı
artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı.
Ekonomi tarihimize “24
Ocak Kararları” olarak geçen 1980 tarihli “İstikrar Tedbirleri”, Türkiye
ekonomisindeki en önemli yapısal değişikliklerden birisi oldu.
Hatta 12 Eylül
askeri rejiminin temel gerekçesinin 24
Ocak Kararlarını uygulamak olduğu tespiti hayli yaygın kabul görmektedir. Zira sendikal örgütlenmenin hayli yüksek,
işçilerin fabrika işgal edecek denli etkin pozisyonlarda olduğu bir ortamda 24
Ocak kararlarının uygulanma şansı olamazdı. Bu “istikrar tedbirleri”, ücretli kesimlerin kazanımlarını
tırpanlamayı, yüksek devalüasyonu, yabancı sermayeye yeni imtiyazlar vermeyi,
tarıma verilen desteği azaltmayı, piyasada ithal malları çoğaltmayı
hedefliyordu.
Her ne kadar siyasal gelişmeler ön plana çıkarılsa,
ülkenin “anarşi ve kaosa sürüklenmesine
dur denilmesi” asıl hedef gibi gösterilse de yeni dönemin en önemli
özelliğinin 24 Ocak kararlarını eksiksiz uygulamak olduğu görülecektir.
24 Ocak
Kararları’nın hazırlayan ekipte yer alan zamanın DPT Müsteşarı Turgut Özal önce Başbakan ardından Cumhurbaşkanı olacaktır.
Türkiye ekonomisinin her on yılda bir kriz yaşadığını
ifade edersek çok da fazla kategorize etmiş sayılmayız.
Türkiye 24 Ocak
Kararları ve 1980 sonrasında ikinci en büyük krizi 1994’te yaşadı. “5 Nisan Kararları” diye anılan bu
krizin genel karakteristiği, çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren yerli ve
milli küçük ve orta ölçekli işletmelerin tıkanması, artık yoluna devam edemez
hale gelmesiydi.
Bu krizi aşmanın yolu, reçetesi de hazırdı. Önce yüksek
oranlı bir devalüasyon!
Otomotiv, tekstil başta olmak üzere bazı sektörlerde
şirketler ya yabancı firma “evlilikleri”
yapacak, ya da dükkanı kapatacaklardı.. Nitekim, pek çok sektörde üretici firma
sayısı en az yarı yarıya düştü.
En iyi durumda olan firmalar yabancı “ortak”ların kontrolüne geçti.
Krizi sonrası dönemin sloganı “Küresel Üretici” olmaktı.
Ürettikleri mala “TSE”
belgesi almak zorunda olan şirketler artık, “CE”, “ISO 9000” belgeleri de almak zorundaydılar. Zira ürettikleri
mallar dünyanın her yerine satılacaktı!
Zaten firmaların çoğunda ne üretileceğine, hangi ülkeye
satılacağına da artık yeni yabancı “lisansör
ortak” karar verecekti.
Türkiye’de sanayi kuruluşlarının “Küresel Pazar” ile ilişkisi böyle kuruldu.
“İhracata
Dönük Sanayileşme” denilen modelde büyük bir aşama kaydedilmişti…
Ekonomik krizlerin ana tetikleyicisi döviz oldu. Cari
açıkların ve dış borçların yükselmesi koşullarında Merkez Bankası bir gece yüksek oranlı devalüasyonlar yapabiliyordu.
Türkiye ekonomisinde devalüasyon,
yani Türk parasının değerinin düşürülmesi en önemli kriz aşma formülü haline gelmişti!
“Yabancı
sermaye ile kalkınma”nın motoru, Türk
Lirası’nın değerini düşürmekten geçiyor, yerli para ucuzlayıp şirketler
kelepir fiyata düşünce yabancı firmaların satın alma talebi artıyordu. “Yabancı sermaye çekme”nin yolu buydu.
Sonuçta 1994 krizinden itibaren her döviz krizinde
yabancı şirketlerin piyasaya daha çok girdiğini, belli başlı bütün büyük sanayi
kuruluşlarının, yabancı sermayenin eline geçtiğini görecektik...
2001 krizi
bir “finansal kriz” olarak ortaya
çıktı. Bütün sektörlere, alanlara darbe vurdu, ama bu en büyük sonuçların
finans sektöründe olmasını değiştirmedi.
2001 krizinde yapılan yüksek devalüasyon yerli
şirketlerin değerini düşürürken, bankacılık sektörü büyük ölçüde yabancı
sermayenin eline geçti. Bankacılık sektöründe yapısal dönüşüm denen şey böyle
tamamlandı. İş Bankası ve bazı devlet bankaları dışında neredeyse bütün
bankalar yabancıların kontrolüne geçti.
Keza sigortacılık sektöründe de belli başlı sigorta
şirketleri yabancıların kontrolüne geçerken, piyasa yabancı sigorta şirketleri
ile doldu.
İlerleyen senelerde Türk
Telekom’un yer aldığı iletişim ve TÜPRAŞ,
PETKİM gibi dev kuruluşlarının yer aldığı petrokimya sektörü de neredeyse
tamamen yabancıların kontrolüne geçti. TPAO’dan
geriye sadece birkaç sondaj gemisi ile akaryakıt dağıtım istasyonları kaldı. Bu
istasyonlar da özel bir firmaya satıldı.
2000 sonrasının tipik özelliği, 2001 krizi için getirilen
ve “Kemal Derviş Yasaları” olarak
dillendirilen “istikrar tedbirlerinin”
aynen, gözükara şekilde uygulanmaya devam edilmesi oldu.
Literatüre “2008-2012
Küresel Ekonomik Krizi” olarak geçen 2008 krizi her ne kadar, “dışsal”, “ABD’de patlayan mortgage krizi” olarak başlasa da
Türkiye’de ciddi etkileri oldu. Daha doğrusu, Türkiye’de 2001 krizi sonrası,
2002’de kurulan Ak Parti Hükümetlerinin uyguladığı politikalarda artık sınıra
gelinmişti. Örneğin Türkiye’nin otomotiv sektörü ihracatı, 2008’in son iki
ayındaki düşüşe rağmen yıllık bazda 22 milyar dolara yükselirken, 2009’da bu
rakam yüzde 34 düşerek 14,5 milyar dolara gerilemişti.( http://www.osd.org.tr/sites/1/upload/files/OSD_2009_Yili_Degerlendirme-37.pdf)
Otomotiv ihracatı 2008’in rakamlarına ulaşmak için
2017’ye kadar bekleyecekti. (http://www.osd.org.tr/sites/1/upload/files/OSD_2009_Yili_Degerlendirme-37.pdf)
2009 ve izleyen birkaç sene kriz yılı olarak geçti.
Piyasada döviz fiyatları arttı, üretim yavaşladı, iflaslar yaşandı ve yine kamu
harcamalarında kısıtlamalara gidildi.
Ancak dikkat çeken nokta şurası ki, 2008 krizi sonrasında
kayda değer bir “yapısal değişim”
gerçekleştirilemedi, şirketler bazen yabancı ortaklıkları güçlendirerek, bazen
“yabancı evlilik” yoluna giderek
ayakta kalmaya çalıştılar. Bu dönemde büyümedeki artışlar ise özellikle
ihracata dönük kapasite kullanımlarının artırılması ile sağlandı. Kayda değer
yeni sanayi tesisi kurulamadı.
Bununla birlikte küresel piyasalardaki durgunluk
büyümenin beklenen seviyeye çıkmasını frenledi.
Krizden çıkışın sürgit uzamasının altında, TL’nin değer
kaybının azalması adına yürütülen kamuoyunu harekete geçirmeye dönük psikolojik
kampanyaların olduğunu da söyleyebiliriz. Bu durum önceki krizlerde yaşandığı
gibi ani ve yüksek oranlı devalüasyonlarla yabancı sermayenin, kelepir fiyatlar
üzerinden Türkiye’ye adeta hücum etmesini frenledi. Sonuçta da piyasadaki döviz açığı devam
ettiği için, beklenen miktarda döviz girmeyince krizden çıkış uzadıkça uzadı.
Genel olarak 2002-2008 döneminde, “Kemal Derviş Yasaları” ve dünya piyasasından “ucuz dolar borçlanması” ile desteklenen, yüzde 10’lara varan GSYH
artışlarına tanık olduk ve Ak Parti
hükümetleri altın yıllarını yaşadı.
2009’de dip yapan kriz sonrasında bir daha üst üste büyümede istikrar
yakalanamadı.
Dövizde “sabit
kur” yerine “esnek kur” devam
ederken, süren cari açıklar yüzünden yabancılara satılacak kayda değer bir
sanayi kuruluşu kalmaması noktasına gelinmeye başlandı.
Bu arada bütçede kamu harcamalarının kısılması, kamu
yatırımlarının daralması yüzünden devlet ulaşım, sağlık, yargı, eğitim gibi
alanlarda maliyeti vatandaşa yıkma yoluna gitmeye başladı.
Yol, köprü, tünel, havaalanı, metro, hastane vs. “mega projeler” Dünya Bankası’nın PPP (Public
Private Partnership) modeli uygulanarak, yabancı sermayeye “devletin kar etme garantili yatırımları”
halinde gerçekleştirildi.
Ayrıca, başta altın, krom ve mermer olmak üzere yeraltı
kaynaklarında yabancı sermayenin etkinlik ve imtiyazları artırıldı.
Dış
borçlanmada, IMF kapsamında devletten
devlete yapılan borçlanma yerini özel
sektörün devletin güvencesinde (Hazine garantisi) dış borçlanmasına dönüştü. Sistem kendi finans sistemini
oluşturamadığından, var olan banka ve finans kuruluşları da yabancılarca
işletildiğinden, belediyenin altyapı yatırımlarına varana kadar belli başlı
bütün projeler dövizle borçlanmaya dönüştü.
Türkiye
kabaca, yılda 150 milyar dolar ihracat yaparsa, ithalatı 240-250 milyar dolar
civarındadır. Dış ticaret açığı 100 milyar dolar civarındadır. Bu açık
kroniktir. İthalatın yüzde 70’i “hammadde
ve aramalı”, yüzde 20’si “makine ve
teçhizat” gibidir. Son kullanıcıya ulaşan “tüketim malı” ithalatı sadece yüzde 10’dur. Yani bizim ekonomide
çarkların işlemesi demek cari açığın artması demektir! (örneğin dış ticaret
açığı 2011 yılı için 105,9 milyar dolar, 2109 yılı için 31,1 milyar lira oldu.
Kriz, çarkların işlememesi sayesinde cari açıkta da en düşük seneyi 2019’da yakaladık!)
Cari açığın azalması maalesef Türkiye ekonominde çarkların
çok yavaş dönmesine, bir krize işarettir!
İthalat-ihracat arasındaki 100 milyar dolarlık açığın
yaklaşık 30 milyar doları turizm vs. gelirleriyle karşılanmakta, geriye temiz
bir 60-70 milyar yıllık cari açığımız kalmaktadır.
Yabancı sermayeye bağımlılık, yabancıya satış merakı,
bütün işleri yabancı sermaye ile yapma merakının altında yatan bu açıklardan
başkası değildir.
Ekonomide son yıllarda devam eden adı konulmamış krizin
kaynağı başta özel sektör olmak üzere biriken yüksek dış borçlar ile yıldan
yıla düşen reel ücretler, işgücü piyasasındaki değişikliklerle toplumun geniş
bir kesiminde alım gücünün düşmesidir. Bugün itibariyle büyük kentlerde sayısı
milyonlarla ifade edilen tamamlanmış konut müşteri beklemekte, bankalar icra
takipleri ile tarla, ev, araba vs… mal
zengini olmaktadır!
Şu anda devam eden ekonomik krizin, cari açık ve dış
borçlanmanın yanında ikinci büyük nedeni kitlelerin alım gücündeki aşınmadır
diyebiliriz. Bunun en önemli kanıtı faiz oranlarındaki düşüşe rağmen erimeyen
konut stokları, otomobil, beyaz eşya vs. satışlarındaki büyük oranlı
düşüşlerdir.
3. KRİZLERDE EKONOMİDE NELER OLUR, EĞİTİME NASIL YANSIR?
Ekonomik krizlerin aşılmasında işletmelerin önünde iki
temel sorun vardır: Daha kaliteli üretim, daha ucuz satış!
Firma eğer bunları başarabilirse ayakta kalacak, yoksa
işletme kapanacaktır.
Bunları başarmanın yolu daha yeni teknolojileri
kullanmaktan, daha verimli iş akışından geçer.
Gelişmiş ülkelerde bu noktada Ar-Ge’si güçlü olan, ya da
üniversite ve araştırma kuruluşları ile birlikte daha yeni teknolojiler
geliştirebilenler öne çıkar. Bu aşamada kıymetli olan sadece teknolojik
aletler, makineler, cihazlar değil, aynı zamanda iş akışında, otomasyonda, emek
verimliliğinde işe yarayacak yöntemler, Kaizen, 6 Sigma vs. yöntemleri
uygulamalardır. Bunların hepsi de eğitim sayesinde gerçekleşebilen şeylerdir.
Gelişmiş batılı ülkelerde şirketler bunu kendileri yapar.
Şirketler arasındaki rekabet de aslında buralarda yaşanır.
Ancak bizim gibi gelişmekte olan ülkeler teknolojiyi
zaten dışarıdan satın alma durumunda olduğu için öne çıkan iki çıkış yolu
vardır: Şirketler ya büyük yeni teknoloji yatırımları yapar, ya da şirket artık
bu haliyle yolun sonunu görmüştür, yabancı şirketlerle “evlenir”, yabancılara satılır, kurtulur!
Türkiye’deki
ekonomik krizlerde görülen en yaygı ve tipik krizden çıkış formülü, şirketlerin
yabancı firmalarla yaptığı bu tür “yabancı
evlilikler”dir.
Bu yola girmeyenler de eğer öz sermayeleri güçlü ise en
son teknoloji makine ve cihazları, yöntemleri satın alıp kullanmaya
başlayacaklardır.
Krizden çıkış yöntemlerinde gelişmiş ülkelerdekinden farkımız şudur:
Batının gelişmiş
ekonomilerinde şirketler krizden çıkış için ya kendi teknolojilerini yenilerler, ya da şirketler arasında güç
birlikleri, birleşme ve satın almalar yaşanır. Örneğin otomotiv sanayiinde son
30 yılda araç üreticilerinin büyük bölümü tarih olmuş, dünya otomotiv piyasası
bir elin parmakları kadar az sayıda büyük grubun kontrolüne geçmiştir.
Türkiye’de
ise şirketler tamamen veya kısmen yabancı
şirketlere satılır, ya da dışarıdan yoğun
teknoloji transfer eder. Yani satın
alır.
İster yabancı ortak kendi ülkesinden teknoloji getiriyor
olsun, isterse Türkiye’deki yerli
firma teknolojiyi yurt dışından satın alıyor olsun, her iki durumda da teknolojin kaynağı yurt dışıdır. Yani kazanan taraf
yabancılardır!
Yani
üniversiteler, araştırma kuruluşları Türkiye’de bilimsel teknolojik eğitimin,
buluşların, keşiflerin, yeniliklerin adresi değildir!
Örneğin üniversite çevrelerinde sayıları artan “teknopark”lar, “Teknoloji transfer merkezleri” şirketlerin sorun çözmek için
kapısında kuyruk olduğu mekânlar haline gelememiştir. Bu teknoparklar, tanınmış
bir profesörün de açıkladığı gibi, “Şirketlerin
üretim yapıp vergi kaçırdığı, üniversite yönetimlerinin de kira geliri elde
ettiği mekanlardır”…
Peki teknolojiyi dışarıdan para vererek satın alan bir
ülkede eğitim, özellikle bilimsel eğitim ne kadar önemli ve öncelikli olabilir?
4. EKONOMİK KRİZ DÖNEMLERİNDE
DEVLETİN EĞİTİME
DESTEĞİ NASILDIR?
Sanayiin büyük ölçüde yabancı şirketlerin kontrolünde,
lisansla ya da fason çalışması Türkiye’de
eğitimi adeta zorunlu bir ihtiyaç
olmaktan çıkarmıştır!
Örneğin, teknolojinin en yoğun kullanıldığı otomotiv ana
sanayiindeki otomobil fabrikalarında neyin, hangi parçanın nasıl, hangi
standartlarda üretileceği, ne şekilde monte edileceği vs. teknik resimlerine
varıncaya kadar yurt dışında belirlenmektedir. Keza otomotiv yan sanayiinde yedek
parça üreten fabrikalar da Ford, Fiat,
Renault, Mercedes, Wolkswagen gibi ana sanayi markalarının verdikleri
siparişlere göre üretim yapmaktadır.
Aynı şekilde büyük ölçüde fason çalışan tekstil sektörü Nike, Addidas, Timberlend, Zara vs.
yabancı markaların siparişlerine göre üretim ve tedarikçilik yapmaktadırlar.
Yani bu fabrikaların hiç birisinde yeni bir ürün
geliştirme, yeni teknolojiler bulma, araştırma, yeni tasarımlar, modeller
geliştirme gibi “dertler” yoktur!
Ve dolayısıyla binlerce işçinin çalıştığı bu devasa
fabrikalarda aslında gerçek anlamda “mühendis”e
bile ihtiyaç yoktur!
Bu fabrikalarda çalışan mühendisler, gerçek anlamda yeni
ürün, model, sistem araştıran, geliştiren mühendisler olarak istihdam
edilmemekte, daha ziyade “teknisyen”
düzeyinde, uygulama düzeyinde çalışmaktadırlar.
Firmalarda gerçek mühendislik alanının sadece “Ar-Ge” birimleri olduğu görülmektedir.
Bu yüzden üniversite mezunlarının iş bulma şansı, meslek
lisesi mezunu ya da çıraklıktan yetişme “usta”,
“kalfa”lardan daha azdır.
Özetle, ister sanayi ister hizmet sektöründe olsun, -Zira
iletişim, bankacılık, sigortacılık, perakende başta olmak üzere bütün hizmet
sektörlerinde piyasaya yön veren şirketlerin çoğu yabacı şirkettir, kullanılan
makine ve teçhizattan tutun da, çalışma
modellerine kadar her şey, bir şekilde dışarıdan gelmektedir- kayda değer
ölçüde yüksek teknik eğitimli çalışana ihtiyaç yoktur.
Tamamen yerli sermaye ve emekle kurulan işletmelerin
büyük bölümü de bu gidişata ayak uydurma kaygısı ise hizmet vermekte, her şeyi
ithal etmeye çalışmaktadır.
Özetle, Türkiye ekonomisinde yapısal olarak bilimsel
eğitime, yeni teknoloji üretimine vs. zorunlu ihtiyaç yoktur!
Ekonominin ihtiyaç duyduğu
emek, sadece var olan bir çarkın dönmesini sağlayacak özellikteki emektir!
Bu tespiti yaptıktan sonra, merkezi hükümet bütçesinde
eğitime ayrılan kısmın azlığını, dünya üniversiteleri arasında Türkiye üniversitelerinin neden en geri
sıralarda yer aldığını, Türkiye’deki
üniversitelerin batılı ülkelerde denkliğinin neden olmadığını, üniversite
eğitiminin alanda “yeterli olmaması”nın
nedenlerini vs. vs. anlayabiliriz.
Eğitim; sağlık, yargı vs. gibi “sosyal devlet”in vatandaşına ücretsiz vermek durumda olduğu bir
hizmettir. Örneğin, İsviçre’de “özel okul” diye bir şey yoktur. Ülkelerin GSYH’dan eğitime ayırdıkları pay, İsveç’te yüzde 8,2, İsrail’de
yüzde 7,3, ABD’de ve İngiltere’de
yüzde 5,2, Almanya’da yüzde 4,9
oranlarında olmasına karşılık Türkiye’de
sadece yüzde 2’dir. (Kaynak: Türk Eğitim Sistemi ve Okul Yönetimi, İ.E.
Başaran, 2006) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/442919)
Eğitime daha fazla kaynak
ayıran ülkelerin ekonomisinin, dolayısıyla kalkınma ve refahının daha yüksek
olduğu açıkça görülmektedir.
Türkiye’nin 2020 yılı merkezi yönetim bütçesi “gelirler” olarak 956,6 milyar lira, “giderler” olarak ise 1 trilyon 95,5
milyar lira olarak bağlandı. Bu rakamın içindeki en yüksek ikinci kalem eğitim
ve eğitime ayrılan bütçe toplam 176,1 milyar lira. 2019 bütçesinde “gider” 961 milyar lira, “gelir” 880,4 milyar lira, bütçeden
eğitime ayrılan pay 161,1 milyar lira olmuştu. (Cumhurbaşkanlığı Strateji ve
Bütçe Başkanlığı, http://www.sbb.gov.tr/2019-butcesine-genel-bakis/
Resmi açıklamalara ve
verilere baktığınızda, Türkiye’nin sağlık ve eğitime bütçeden ayırdığı
kaynaklar her yıl düzenli olarak artmaktadır. 2002 yılı bütçesinde eğitime
ayrılan bütçe 11,3 milyar lira iken bu rakam düzenli artışlarla bugüne
gelmiştir.
Bu verilerde, rakamın sürekli
artışına bakarken, örneğin 2008-9 krizini ya da son bir kaç yıldır devam eden
krizin etkisini göremiyorsunuz.
Ancak nasıl ki, son yıllarda sağlık alanındaki bütçe
artışları büyük ölçüde uluslararası sermeye tarafından yaptırılan Şehir Hastanelerinin bütçeye etkisinden
kaynaklanıyorsa, eğitim bütçesindeki artışların da okullarda eğitim kalitesini
artırma, personel, ekipman, laboratuvar vs. için yapılan iyileştirmeler
olmadığı bilinmektedir.
Eğitimde son 20 yıldaki en önemli değişimlerden birisi,
özel okulların teşvik edilip yaygınlaştırılması oldu.
Özel okullarda okuyan öğrenci başına devlet desteği
verileri bize bir fikir verebilir. 2014-15 öğretim yılında yaklaşık 250 bir
öğrenci için özel okullara toplam 532 milyon teşvik verilirken, bu rakam
2017-18 eğitim yılında öğrenci sayısında 301 bin, destek miktarında 1 milyar
210 milyon liraya ulaştı. ( Kaynak: MSKU
Eğitim Fakültesi Dergisi, 2019, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/849672)
Özel sektörün eğitim harcamaları hızlı bir artışa
geçerken, 2017 yılı toplam eğitim harcamaları içinde devlet yüzde 74,52, özel
sektör yüzde 31,19 olarak pay almıştır. (Kaynak: TUİK,2018)
Özellikle dershanelerin kapanması ve özel okula dönüşme
sürecinde, özel okullarda okuyan öğrenci sayısında hızı bir artış olmuştur. Özel
okullardaki öğrenci sayısı 2012-13 eğitim döneminde 613.064 iken 2016-16
döneminde 1 milyon 174 bin, 2017-18 döneminde 1 milyon 351 bin, 2018-19
döneminde 1 milyon 351’e yükseldi.
Rakamlar, özel okul öğrenci sayısındaki artışın, mevcut krizin etkisiyle
yavaşladığını gösteriyor. Anlaşılıyor ki, krizden olumsuz etkilenip gelirlerini
kaybeden aileler çocukarını özel okuldan çekmektedirler.
Ancak özel okullara sağlanan desteğin sadece öğrenci
başına verilen parasal desteklerden oluşmadığı, özellikle özel dershanelerin
kapatılıp, onların birer özel okula dönüşmesini teşvik sürecinde farklı
destekler verildiği bilinmektedir. Bunların büyük bölümü Milli Eğitim Bütçesi dışından sağlandığı için bu teşviklerin
miktarı konusunda yeterli veri bulunmamaktadır.
Ekonomik krizlerin eğitime en önemli etkilerini, özel okullardaki öğrenci sayısının azalması,
devletin okul yapımı ve öğretmen vs. eğitim personeli alınımda azalma, temel eğitimdeki 4+4+4 uygulaması ile köylerin büyük bölümünde okulların
kapatılması, özellikle mesleki teknik okulların değişik gerekçelerle
zayıflaması gibi sayabiliriz.
Örneğin Bursa’nın
en büyük mesleki teknik liselerinden Demirtaşpaşa
Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi binasının tamamen, Tophane MTA lisesinin binasının kısmen yıkılması, binlerce
öğrencinin “misafir” olarak değişik
okullara dağıtılması, verilen sözlere rağmen okul binalarının kaç senedir
yapılmaması, mevcut okullarda atölyelerin ihtiyaca cevap vermenin çok ötesinde
olması vs… mesleki teknik eğitime ayrılan kaynağın azaldığının kanıtı olarak
görülebilir.
Keza, basına yansıyan haber ve iddialara göre, Türkiye’de öğretmen olmak için gerekli
eğitimi aldığı halde “atama bekleyen”
öğretmen sayısını bir milyona yaklaştığı, 92 bin öğretmene ihtiyaç olduğu
(Kaynak: Eğitim İzleme Raporu, Kasım 2019 (https://www.hurriyet.com.tr/egitim/erg-raporuna-gore-92-bin-ogretmene-daha-ihtiyac-var-41384327) halde atama yapılmadığı, okullarda görev yapan öğretmenlerin de özlük
haklarının büyük ölçüde tırpanlandığı yönünde açıklamaları bilmekteyiz.
Bir yandan “Sözleşmeli
öğretmen”, “Ders başına ücret” vs. uygulamalarla öğretmenlerin ücretleri,
sosyal güvenceleri tırpanlanırken (buna eğitimin maliyetini düşürme deniyor), bir yandan da “kayıt ücreti” ve “katkı payı”
adı altında ailelerin cebine, katkısına daha fazla başvurulduğu görülmektedir.
“Yetişmiş
ara eleman” açısından kritik değere sahip olan meslek eğitimi
aslında pahalı bir sistemdir: Bu okullarda uygulamaya dönük yeterli makine
teçhizat ve atölyeler olması gerekirken, bunların sağlanamadığı, öğrenci
sayısının da artması ile eğitim kalitesinin düştüğü yaygın olarak dile
getirilmektedir.
Sanayiciler, fabrikalarında talep ettikleri “yetişmiş eleman”ı örgün eğitimden
karşılaşamamaktan şikâyet etmektedirler. Bazı şehirlerde fabrika sahipleri
eleman ihtiyaçlarını karşılamak üzere eğitim merkezleri açmışlardır. Örneğin önemli sanayi merkezlerimizden birisi
olan Bursa’da, Demirtaş Organize Sanayi
Bölgesi’nde kurulan BUTGEM-BTSO
Eğitim Vakfı, bölgedeki işyerlerinin talepleri doğrultusunda çeşitli
mesleklerde kurslar düzenlemekte, kursu tamamlayan gençlerin istihdamı büyük
ölçüde sağlanmaktadır.
5. KRİZ DÖNEMLERİNDE EĞİTİM
Ekonomik krizler hükümetlerin politikalarında ciddi
değişimlere neden olurlar. Yüzyılın ilk yarısındaki krizlerde genellikle Keynesçi politikalar yol gösterici
olurdu. Yani tüketicilerin alım güçlerini yükseltmeye dönük önlemler alınır, istihdam
bir devlet politikası olarak artırılır, halkın cebi para görerek “aşırı üretim” kökenli krizlerin
aşılması sağlardı.
20. Yüzyılın özellikle son çeyreğinden itibaren
monetarist politikalar ön plana çıktı ve krizden kurtulmanın yolu, daha ziyade
şirketlerin rekabet güçlerini artırmakta arandı. Krizin faturası büyük ölçüde
çiftçi, ücretli çalışan ve küçük işyerlerine, esnafa yıkıldı.
Örneğin, 2008 finansal krizinde Amerikan yönetimi finans
sektörününün önde gelen firmalarını kurtarmak için trilyonlarca dolar
harcarken, işini kaybettiği için kredisini ödeyemeyen ve aslında bu krizin ana
kaynağı olan sıradan Amerikalı vatandaşlar evlerini, bütün birikimlerini
kaybettikleri ile kaldılar!
Yani Beyaz Saray, Amerikan halkını değil, dev şirketleri
kurtarmayı tercih etti!
Krizden çıkış sadece fabrikaların daha ileri teknoloji
makine ve teçhizatları, robotları, dijital sistemleri kullanması değil, çok
farklı alanlarda “yaratıcı”
modellerin ortaya çıkması anlamına gelir.
Örneğin, ABD’de
bir dönem ücretli kesimin alım gücünde sınırlara gelinmesi yüzünden daralma
riski ile kriz yaşayan finans piyasası, “Mortgage”
gibi alanlar ve finansmanda “Türev
ürünleri” geliştirerek insanların aynı gelir seviyesi ile, ipotekler
yoluyla daha fazla borçlanması ev, araba vs. satın alması sağlanmış, bununla
bankalar, finans şirketleri bir krizi aşarak yıllarca hızlı büyümeler
kaydetmiş, büyük paralar kazanmıştı.
“Az
gelişmiş” ülkelerde ise her krizde IMF’nin ünlü “kemer sıkma”
politikaları, kamu borçlarının döndürülmesi için devletten devlete sağlanan
borç ve krediler ve arkasından uygulanan “IMF
Reçeteleri” gündeme gelir. IMF’nin genel çizgisi, bu ülkelere kredi veren
batılı bankaların çıkarlarını garanti altına almaya dönük olmuştur. Yani başta
ücretli ve tarım kesimi olmak üzere toplumun geniş kesimi “kemer sıkacak”, kaynaklar batılı kreditörlere aktarılacaktır!
Maliye hesaplarımıza “Faiz
dışı fazla” diye bir kalem eklenmiştir.
Faiz Dışı
Fazla, kamu maliyesinde toplam giderlerden faiz giderlerinin
çıkarılmasıyla elde edilen rakamdır. Devlet bütçesi “faiz dışı fazla” göstermiyorsa, mevcut borçlarını bile zar zor
ödüyor demektir. Bu durum yabancı kreditörler için itici bir durumdur. Bu yüzden faiz dışı fazla yeni borçlanma
açısından hükümetlerin zorunlu ev ödevi, kırmızı çizgisi haline gelmiştir. Faiz
dışı fazla vermenin yolu, devletin standart kamu hizmetlerine harcayacağı
parayı azaltmak, kamu hizmetinden tasarruf etmektir!
Yani devlet eğitimden, sağlıktan vs. kesip yabancılara
verir..
Yani Türkiye gibi az gelişmiş ve IMF politikalarının yürütüldüğü ülkelerde ekonomik krizden çıkışın
yolu, batılı ülkelerdeki gibi teknolojik ilerlemeler, hamleler, modeller, piyasaya
daha kaliteli ve daha ucuz mal ve hizmet üretmek değildir. Bu nedenle de
devletin eğitim bütçesi kriz dönemlerinde kısılır.
Devletin eğitim harcamalarının yanında, velilerin kriz
dönemlerinde okullara bağış, ücret vs. adı altında yaptıkları harcamalarda
azalma olduğu da okul yöneticileri tarafından zaman zaman dile getirilmektedir.
SONUÇ
Ekonomik krizler kapitalist dünya ekonomisinde kaçınılmaz
bir olgudur. Sistem, krizler sayesinde sürekli kendini yeniler ve piyasa her
krizde adeta yeniden düzenlenir. Krizin kaybedenleri ve kazananları olur,
sistem kazananlarla yoluna devam eder.
İşte bu “elek”in
üzerinde kalabilmek için gerek ülke gerek firma olarak yapılması gereken,
mevcut krizi iyi tahlil etmek, krizden çıkma için gerekli teknolojiyi, uygulama
yöntemlerini araştırıp bulmak, keşfetmek, geliştirmek; sonuçta mal ve hizmetin
eskisinden çok daha kaliteli ve daha düşük maliyetle üretilmesini
başarabilmektir.
Bunun yolu, eğitimden, bilimden, teknolojiden
geçmektedir.
Makul olan, bilimi, eğitimi, teknolojiyi kalkınmanın
temel motoru olarak konumlandırmaktır. Bu başarıldığı takdirde, kriz
dönemlerinde zaten kendiliğinden eğitime daha fazla öncelik verilecektir.
Piyasa, işareti bu yönde aldığında, bütün sektörlerde irili ufaklı firmalar
üniversitelere, araştırma merkezlerine koşacaklardır. Zira artık mevcut, eski
üretim ve çalışma yöntemleriyle yoluna devam etme şansı olmadığını çoktan fark
etmiştir.
Son