3 Şubat 2021 Çarşamba

EKONOMİK KRİZLERİN EĞİTİME ETKİSİ ÜZERİNE…

 


1. EĞİTİM-EKONOMİ İLİŞKİSİ

 

Ülkelerin ekonomik seviyesi ile eğitim seviyesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Zira eğitim, ekonominin adeta motorudur, can damarıdır.

Sanayi üretiminde en önemli aşamalardan birisi olan “buharlı motor”ların icadından tutun da, bugün dijital uygulamalara, Endüstri 4.0 gibi neredeyse üretimde insan emeğine ihtiyaç duyulmayacak hale gelinmesine kadar bütün aşamalarda, her ileri adım mutlaka bilimsel teknolojik buluşlarla gerçekleşmiştir.

Uluslararası ekonomiye kısaca göz attığımızda, bir yanda dünya çapında üretimi, pazarlaması olan “dünya markalarını” ve bunların bağlı oldukları merkez ülkeleri, diğer yandan da ucuz emek, hammadde, Pazar avantajı gibi gerekçelerle üretimlerin yoğunlaştığı çevre ülkeleri görüyoruz.

Avrupa, ABD, Japonya gibi “merkez” ülkeler (Gelişmiş ülkeler grubu) teknolojinin üretildiği, markaların konuştuğu, nerede ne üretileceğine karar veren konumda olurken, Çin, Doğu Avrupa, Türkiye vs. “çevre ülkeleri” (Gelişmekte olan ülkeler grubu) küresel rekabette dünya markalarına sağladıkları çeşitli avantajlar sayesinde fason, lisanslı vs. üretim yapan ve bir şekilde merkez ülkelere bağımlı sayılabilen, “yabancı sermaye ile kalkınma” diye bir yol tutturan ekonomiler durumunda.

Bu fotoğrafta, bir ülkenin dünya ekonomisindeki yerinin, kalkınma düzeyinin eğitimde nerede olduğu ile doğrudan ilgili olduğunu da görebiliyoruz.

“Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı”, “Okullaşma oranı”, “Ülkelerin GSYH içinde AR-GE’ye ayırdıkları pay”; teknopark, teknik üniversite, laboratuvar sayısından tutun da, ülkelerde şirketler tarafından bir yılda yapılan “marka”, “patent”, “faydalı model” vs. başvurularının karşılaştırılması, üniversitelerdeki buluşların üretime geçmesindeki “risk sermayesi  vs. mekanizmaların karşılaştırılması bize ekonomi ve ülke kalkınması ile eğitim seviyesi hakkında sağlıklı bilgiler verecektir.

Eğitimin toplumsal amaçlarından, sosyal bilimlerin temel hedeflerinden birisi “sosyalizasyon”dur. Yani toplumun kurallarına, kültürüne, yasalarına, geleneklerine vs. uygun; pratikte yönetimin istediği şekilde insanlar yetiştirmektir.  

Öte yandan, özellikle üniversite ve araştırma merkezi düzeyinde, bilimsel teknolojik eğitimde amaç var olan en son yenilikleri öğrenmenin yanında, bunlara yeni şeyler eklemektir.

“Patlarlı motor” ile radikal bir adım atılan araç üretiminde artık hidrojenle çalışan motorlar, elektrikli araçlar, internet bağlantılarıyla, “büyük veri” kullanabilen “sürücüsüz araçlar”a, üniversitedeki araştırma merkezleri ya da şirketlerin devasa bütçelerle oluşturduğu Ar-Ge merkezleri sayesinde ulaşılabilmektedir.

Ve bilimsel buluş, yeni teknoloji artık ekonominin en önemli motorudur.

Bilimsel eğitim; üretim, teknoloji, para, zenginlik, kalkınma demektir!

Dün nasıl Exon Mobile, Shelle gibi, petrol işlemeyi en iyi bilen, en iyi teknolojiyi kullanarak en ekonomik şekilde piyasaya sunan petrol şirketleri ya da Ford gibi otomobil markaları dünyanın en zengin şirketleriyse bugün de dünyanın en zengin şirketleri Google, Apple, Facebook, Amazon, Alibaba, Microsoft vs. teknoloji şirketleridir.

Kamuoyunda sanıldığı gibi ülkeler “zengin oldukları için eğitime öncelik veriyor” değildir…

Ülkeler, “eğitime, teknolojiye öncelik verdikleri için zengin” olmuşlardır!

Eğitimin genel seviyesi ve görünümü Gelişmiş ülkelerde bilimsel, teknoloji üretimi odaklı olurken, “Az gelişmiş ya da Gelişmekte olan ülkelerde “ara eleman”, “teknisyen”, “tekniker” düzeyinde olması da, yukarıdaki analizleri doğrulayacak bir tespittir.

 

 2. TÜRKİYE’DE EKONOMİK KRİZLER VE

    KRİZLERİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ  

 

“Ekonomik kriz”, kapitalist ekonomilerde ilk kez “devrevi kriz” olarak tanımlandı. Buna göre, kapitalist ekonomiler belli periyodlarla “devrevi kriz” yaşarlar. Yani gerek üretimde gerek pazarlama alanında artık bir tıkanma noktasına gelinmiştir. Artık mevcut sistem aynı hızla üretmeye ya da satmaya devam edememektedir. Üretim yavaşlar ya da durur, firmalar kapanmaya başlar, işsizlik hızla artar, satışlar düşer.

Krizden çıkış için bazen teknolojik buluşlar, yenilikler (Maliyeti ucuzlatıp satışı artırma yöntemi) bazen birleşmeler, satın almalar; bazen sermaye ve emek kesimi arasında pasta dağıtımında bir değişim (örneğin ücretlerin tırpanlanması (24 Ocak 1980 kararları), ya da talebin canlanması için ücretin yükseltilmesi, kamusal desteklerin artırılması (1929 bunalımında Avrupa ve ABD), bazen batan şirketlerin kurtarılması (2008 ABD mortgage krizi), işin doğasına uygun şekilde ortaya çıkar.

Artık kapitalist sistemin çarkları kriz sonrası yeniden dönmeye başlamıştır. Tıkanma, bunalım, kriz aşılmış, yeni ve daha üst bir aşamaya gelinmiştir. Artık hem üretim hem de tüketim, pazarlama daha ileri bir noktaya taşınmıştır.

Ünlü iş insanı Sakıp Sabancı’nın deyişiyle kriz bir “elektir”, herkesin elendiği, güçlülerin üstte, zayıfların altta kaldığı bir elek…

Yeni sürece “ayak uyduramayan” ciddi bir kesim defterden silinmiş, konumlarını kaybetmiştir.

Dolayısıyla da “devrevi krizler” kapitalist toplum için “sağlık belirtisi”, sistemin çalışmasının işareti olarak kabul edilmiştir.

Türkiye’deki ekonomik krizler, batıdaki kapitalist sistemin krizlerinden etkilenmekle birlikte çok farklı içsel dinamiklere sahiptir.

Batı dünyası 1929’da “aşırı üretim” (siz bunu, işçilerin ucuza çalıştırılması ile satın alma talebinin baskılanması olarak anlayabilirsiniz. Zira mallar stoklarda beklerken, insanlar ihtiyaçları olduğu halde satın alamamıştır) buhranı ile kıvranırken, Türkiye bundan pek de etkilenmedi. Çünkü bir yandan batı ekonomisi ile çok içli dışlı değildi, bir yandan da Atatürk dönemi ve 1930’lu yıllar devletin ekonomide baskın olduğu, özel sektörün cılız olduğu yıllardı.

Türkiye batıyı, kapitalizmi seçmişti, ancak bir yandan sermaye birikimi az, burjuva sınıfı cılızdı; bir yandan da özendiği batılı kapitalist ülkeler, yakın geçmişte Türkiye’yi işgal etmiş ülkelerdi! Sonuçta bağımsızlık onlara karşı kazanılmıştı. Devletlerarası ilişkiler de mesafeliydi. 

1950’lerden itibaren Türkiye ekonomisindeki en belirgin değişiklik, “cari açık” oldu. Sistem her ne kadar başlangıçta “ithal ikamesi” olarak tanımlansa da makine, teknoloji ithalatı ile başlayan süreçte ülkenin döviz giderleri her zaman döviz gelirlerinden fazla oldu.

1950’lerden itibaren Türkiye’nin cari işlemler hesabı tek bir sene bile dengede olmadı, hep açık verdi!

Cari açıklar yıldan yıla artarken, dönemin en büyük zam dalgası ve kriz 1970’lerin ilk yarısında yaşandı.

Petrol fiyatlarının artması ile baş gösteren “petrol krizi” gidişatı tetiklerken, TOFAŞ, RENAULT, OTOSAN gibi otomobil fabrikaları, Petrokimya başta olmak üzere kamu, özel, yabancı ortak ve lisanslı yatırımlarla fabrikalar ve işçi sayısı artmaya, sendikal mücadelelerle emek-sermaye arasında TİS vs pazarlıklar artmaya başladı.

Türkiye’de gelir dağılımının en adil olduğu yılların 1974-78 arası olması tesadüfi değildi.

Ancak, bir yandan sendika ve ücret taleplerinin yükselmesi, diğer yandan üniversitelerden itibaren yaşamın her alanında demokratik taleplerin boyut kazanması, zaten belli başlı büyük fabrikaların yabancı ortaklı, lisansla çalışması ve elde edilen katma değerin yurt içinde kalan kısmından alınan verginin  devletin bu hizmetleri vermesine de kafi gelmemesi ve diğer gerekçelerle mevcut yapı artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı.

Ekonomi tarihimize “24 Ocak Kararları” olarak geçen 1980 tarihli “İstikrar Tedbirleri”, Türkiye ekonomisindeki en önemli yapısal değişikliklerden birisi oldu. 

Hatta 12 Eylül askeri rejiminin temel gerekçesinin 24 Ocak Kararlarını uygulamak olduğu tespiti hayli yaygın kabul görmektedir. Zira sendikal örgütlenmenin hayli yüksek, işçilerin fabrika işgal edecek denli etkin pozisyonlarda olduğu bir ortamda 24 Ocak kararlarının uygulanma şansı olamazdı. Bu “istikrar tedbirleri”, ücretli kesimlerin kazanımlarını tırpanlamayı, yüksek devalüasyonu, yabancı sermayeye yeni imtiyazlar vermeyi, tarıma verilen desteği azaltmayı, piyasada ithal malları çoğaltmayı hedefliyordu.

Her ne kadar siyasal gelişmeler ön plana çıkarılsa, ülkenin “anarşi ve kaosa sürüklenmesine dur denilmesi” asıl hedef gibi gösterilse de yeni dönemin en önemli özelliğinin 24 Ocak kararlarını eksiksiz uygulamak olduğu görülecektir.

24 Ocak Kararları’nın hazırlayan ekipte yer alan zamanın DPT Müsteşarı Turgut Özal önce Başbakan ardından Cumhurbaşkanı olacaktır.

Türkiye ekonomisinin her on yılda bir kriz yaşadığını ifade edersek çok da fazla kategorize etmiş sayılmayız.

Türkiye 24 Ocak Kararları ve 1980 sonrasında ikinci en büyük krizi 1994’te yaşadı. “5 Nisan Kararları” diye anılan bu krizin genel karakteristiği, çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren yerli ve milli küçük ve orta ölçekli işletmelerin tıkanması, artık yoluna devam edemez hale gelmesiydi.

Bu krizi aşmanın yolu, reçetesi de hazırdı. Önce yüksek oranlı bir devalüasyon!

Otomotiv, tekstil başta olmak üzere bazı sektörlerde şirketler ya yabancı firma “evlilikleri” yapacak, ya da dükkanı kapatacaklardı.. Nitekim, pek çok sektörde üretici firma sayısı en az yarı yarıya düştü.

En iyi durumda olan firmalar yabancı “ortak”ların kontrolüne geçti.

Krizi sonrası dönemin sloganı “Küresel Üretici” olmaktı.

Ürettikleri mala “TSE” belgesi almak zorunda olan şirketler artık, “CE”, “ISO 9000” belgeleri de almak zorundaydılar. Zira ürettikleri mallar dünyanın her yerine satılacaktı!

Zaten firmaların çoğunda ne üretileceğine, hangi ülkeye satılacağına da artık yeni yabancı “lisansör ortak” karar verecekti.

Türkiye’de sanayi kuruluşlarının “Küresel Pazar” ile ilişkisi böyle kuruldu.

“İhracata Dönük Sanayileşme” denilen modelde büyük bir aşama kaydedilmişti…

Ekonomik krizlerin ana tetikleyicisi döviz oldu. Cari açıkların ve dış borçların yükselmesi koşullarında Merkez Bankası bir gece yüksek oranlı devalüasyonlar yapabiliyordu.

Türkiye ekonomisinde devalüasyon, yani Türk parasının değerinin düşürülmesi en önemli kriz aşma formülü haline gelmişti!

“Yabancı sermaye ile kalkınma”nın motoru, Türk Lirası’nın değerini düşürmekten geçiyor, yerli para ucuzlayıp şirketler kelepir fiyata düşünce yabancı firmaların satın alma talebi artıyordu. “Yabancı sermaye çekme”nin yolu buydu.

Sonuçta 1994 krizinden itibaren her döviz krizinde yabancı şirketlerin piyasaya daha çok girdiğini, belli başlı bütün büyük sanayi kuruluşlarının, yabancı sermayenin eline geçtiğini görecektik...

2001 krizi bir “finansal kriz” olarak ortaya çıktı. Bütün sektörlere, alanlara darbe vurdu, ama bu en büyük sonuçların finans sektöründe olmasını değiştirmedi.

2001 krizinde yapılan yüksek devalüasyon yerli şirketlerin değerini düşürürken, bankacılık sektörü büyük ölçüde yabancı sermayenin eline geçti. Bankacılık sektöründe yapısal dönüşüm denen şey böyle tamamlandı. İş Bankası ve bazı devlet bankaları dışında neredeyse bütün bankalar yabancıların kontrolüne geçti.

Keza sigortacılık sektöründe de belli başlı sigorta şirketleri yabancıların kontrolüne geçerken, piyasa yabancı sigorta şirketleri ile doldu.  

İlerleyen senelerde Türk Telekom’un yer aldığı iletişim ve TÜPRAŞ, PETKİM gibi dev kuruluşlarının yer aldığı petrokimya sektörü de neredeyse tamamen yabancıların kontrolüne geçti. TPAO’dan geriye sadece birkaç sondaj gemisi ile akaryakıt dağıtım istasyonları kaldı. Bu istasyonlar da özel bir firmaya satıldı.

2000 sonrasının tipik özelliği, 2001 krizi için getirilen ve “Kemal Derviş Yasaları” olarak dillendirilen “istikrar tedbirlerinin” aynen, gözükara şekilde uygulanmaya devam edilmesi oldu.

Literatüre “2008-2012 Küresel Ekonomik Krizi” olarak geçen 2008 krizi  her ne kadar, “dışsal”, “ABD’de patlayan mortgage krizi” olarak başlasa da Türkiye’de ciddi etkileri oldu. Daha doğrusu, Türkiye’de 2001 krizi sonrası, 2002’de kurulan Ak Parti Hükümetlerinin uyguladığı politikalarda artık sınıra gelinmişti. Örneğin Türkiye’nin otomotiv sektörü ihracatı, 2008’in son iki ayındaki düşüşe rağmen yıllık bazda 22 milyar dolara yükselirken, 2009’da bu rakam yüzde 34 düşerek 14,5 milyar dolara gerilemişti.( http://www.osd.org.tr/sites/1/upload/files/OSD_2009_Yili_Degerlendirme-37.pdf)

Otomotiv ihracatı 2008’in rakamlarına ulaşmak için 2017’ye kadar bekleyecekti. (http://www.osd.org.tr/sites/1/upload/files/OSD_2009_Yili_Degerlendirme-37.pdf)

2009 ve izleyen birkaç sene kriz yılı olarak geçti. Piyasada döviz fiyatları arttı, üretim yavaşladı, iflaslar yaşandı ve yine kamu harcamalarında kısıtlamalara gidildi.

Ancak dikkat çeken nokta şurası ki, 2008 krizi sonrasında kayda değer bir “yapısal değişim” gerçekleştirilemedi, şirketler bazen yabancı ortaklıkları güçlendirerek, bazen “yabancı evlilik” yoluna giderek ayakta kalmaya çalıştılar. Bu dönemde büyümedeki artışlar ise özellikle ihracata dönük kapasite kullanımlarının artırılması ile sağlandı. Kayda değer yeni sanayi tesisi kurulamadı.

Bununla birlikte küresel piyasalardaki durgunluk büyümenin beklenen seviyeye çıkmasını frenledi.

Krizden çıkışın sürgit uzamasının altında, TL’nin değer kaybının azalması adına yürütülen kamuoyunu harekete geçirmeye dönük psikolojik kampanyaların olduğunu da söyleyebiliriz. Bu durum önceki krizlerde yaşandığı gibi ani ve yüksek oranlı devalüasyonlarla yabancı sermayenin, kelepir fiyatlar üzerinden Türkiye’ye adeta hücum etmesini frenledi.  Sonuçta da piyasadaki döviz açığı devam ettiği için, beklenen miktarda döviz girmeyince krizden çıkış uzadıkça uzadı.

Genel olarak 2002-2008 döneminde, “Kemal Derviş Yasaları” ve dünya piyasasından “ucuz dolar borçlanması” ile desteklenen, yüzde 10’lara varan GSYH artışlarına tanık olduk ve Ak Parti hükümetleri altın yıllarını yaşadı.  2009’de dip yapan kriz sonrasında bir daha üst üste büyümede istikrar yakalanamadı.

Dövizde “sabit kur” yerine “esnek kur” devam ederken, süren cari açıklar yüzünden yabancılara satılacak kayda değer bir sanayi kuruluşu kalmaması noktasına gelinmeye başlandı.

Bu arada bütçede kamu harcamalarının kısılması, kamu yatırımlarının daralması yüzünden devlet ulaşım, sağlık, yargı, eğitim gibi alanlarda maliyeti vatandaşa yıkma yoluna gitmeye başladı.

Yol, köprü, tünel, havaalanı, metro, hastane vs. “mega projeler” Dünya Bankası’nın PPP (Public Private Partnership) modeli uygulanarak, yabancı sermayeye “devletin kar etme garantili yatırımları” halinde gerçekleştirildi.

Ayrıca, başta altın, krom ve mermer olmak üzere yeraltı kaynaklarında yabancı sermayenin etkinlik ve imtiyazları artırıldı.

Dış borçlanmada, IMF kapsamında devletten devlete yapılan borçlanma yerini özel sektörün devletin güvencesinde (Hazine garantisi) dış borçlanmasına dönüştü. Sistem kendi finans sistemini oluşturamadığından, var olan banka ve finans kuruluşları da yabancılarca işletildiğinden, belediyenin altyapı yatırımlarına varana kadar belli başlı bütün projeler dövizle borçlanmaya dönüştü.

Türkiye kabaca, yılda 150 milyar dolar ihracat yaparsa, ithalatı 240-250 milyar dolar civarındadır. Dış ticaret açığı 100 milyar dolar civarındadır. Bu açık kroniktir. İthalatın yüzde 70’i “hammadde ve aramalı”, yüzde 20’si “makine ve teçhizat” gibidir. Son kullanıcıya ulaşan “tüketim malı” ithalatı sadece yüzde 10’dur. Yani bizim ekonomide çarkların işlemesi demek cari açığın artması demektir! (örneğin dış ticaret açığı 2011 yılı için 105,9 milyar dolar, 2109 yılı için 31,1 milyar lira oldu. Kriz, çarkların işlememesi sayesinde cari açıkta da en düşük seneyi 2019’da yakaladık!)

Cari açığın azalması maalesef Türkiye ekonominde çarkların çok yavaş dönmesine, bir krize işarettir!

İthalat-ihracat arasındaki 100 milyar dolarlık açığın yaklaşık 30 milyar doları turizm vs. gelirleriyle karşılanmakta, geriye temiz bir 60-70 milyar yıllık cari açığımız kalmaktadır.

Yabancı sermayeye bağımlılık, yabancıya satış merakı, bütün işleri yabancı sermaye ile yapma merakının altında yatan bu açıklardan başkası değildir.

Ekonomide son yıllarda devam eden adı konulmamış krizin kaynağı başta özel sektör olmak üzere biriken yüksek dış borçlar ile yıldan yıla düşen reel ücretler, işgücü piyasasındaki değişikliklerle toplumun geniş bir kesiminde alım gücünün düşmesidir. Bugün itibariyle büyük kentlerde sayısı milyonlarla ifade edilen tamamlanmış konut müşteri beklemekte, bankalar icra takipleri ile tarla, ev, araba vs… mal zengini olmaktadır!

Şu anda devam eden ekonomik krizin, cari açık ve dış borçlanmanın yanında ikinci büyük nedeni kitlelerin alım gücündeki aşınmadır diyebiliriz. Bunun en önemli kanıtı faiz oranlarındaki düşüşe rağmen erimeyen konut stokları, otomobil, beyaz eşya vs. satışlarındaki büyük oranlı düşüşlerdir.

 

3. KRİZLERDE EKONOMİDE NELER OLUR, EĞİTİME NASIL YANSIR?

 

Ekonomik krizlerin aşılmasında işletmelerin önünde iki temel sorun vardır: Daha kaliteli üretim, daha ucuz satış!

Firma eğer bunları başarabilirse ayakta kalacak, yoksa işletme kapanacaktır.

Bunları başarmanın yolu daha yeni teknolojileri kullanmaktan, daha verimli iş akışından geçer.

Gelişmiş ülkelerde bu noktada Ar-Ge’si güçlü olan,  ya da üniversite ve araştırma kuruluşları ile birlikte daha yeni teknolojiler geliştirebilenler öne çıkar. Bu aşamada kıymetli olan sadece teknolojik aletler, makineler, cihazlar değil, aynı zamanda iş akışında, otomasyonda, emek verimliliğinde işe yarayacak yöntemler, Kaizen, 6 Sigma vs. yöntemleri uygulamalardır. Bunların hepsi de eğitim sayesinde gerçekleşebilen şeylerdir.  

Gelişmiş batılı ülkelerde şirketler bunu kendileri yapar. Şirketler arasındaki rekabet de aslında buralarda yaşanır.

Ancak bizim gibi gelişmekte olan ülkeler teknolojiyi zaten dışarıdan satın alma durumunda olduğu için öne çıkan iki çıkış yolu vardır: Şirketler ya büyük yeni teknoloji yatırımları yapar, ya da şirket artık bu haliyle yolun sonunu görmüştür, yabancı şirketlerle “evlenir”, yabancılara satılır, kurtulur!

Türkiye’deki ekonomik krizlerde görülen en yaygı ve tipik krizden çıkış formülü, şirketlerin yabancı firmalarla yaptığı bu tür “yabancı evlilikler”dir.

Bu yola girmeyenler de eğer öz sermayeleri güçlü ise en son teknoloji makine ve cihazları, yöntemleri satın alıp kullanmaya başlayacaklardır.

Krizden çıkış yöntemlerinde gelişmiş ülkelerdekinden farkımız şudur:

Batının gelişmiş ekonomilerinde şirketler krizden çıkış için ya kendi teknolojilerini yenilerler, ya da şirketler arasında güç birlikleri, birleşme ve satın almalar yaşanır. Örneğin otomotiv sanayiinde son 30 yılda araç üreticilerinin büyük bölümü tarih olmuş, dünya otomotiv piyasası bir elin parmakları kadar az sayıda büyük grubun kontrolüne geçmiştir. 

Türkiye’de ise şirketler tamamen veya kısmen yabancı şirketlere satılır, ya da dışarıdan yoğun teknoloji transfer eder. Yani satın alır.

İster yabancı ortak kendi ülkesinden teknoloji getiriyor olsun, isterse Türkiye’deki yerli firma teknolojiyi yurt dışından satın alıyor olsun, her iki durumda da teknolojin kaynağı yurt dışıdır. Yani kazanan taraf yabancılardır!

Yani üniversiteler, araştırma kuruluşları Türkiye’de bilimsel teknolojik eğitimin, buluşların, keşiflerin, yeniliklerin adresi değildir!

Örneğin üniversite çevrelerinde sayıları artan “teknopark”lar, “Teknoloji transfer merkezleri” şirketlerin sorun çözmek için kapısında kuyruk olduğu mekânlar haline gelememiştir. Bu teknoparklar, tanınmış bir profesörün de açıkladığı gibi, “Şirketlerin üretim yapıp vergi kaçırdığı, üniversite yönetimlerinin de kira geliri elde ettiği mekanlardır”…

Peki teknolojiyi dışarıdan para vererek satın alan bir ülkede eğitim, özellikle bilimsel eğitim ne kadar önemli ve öncelikli olabilir?

 

 

4. EKONOMİK KRİZ DÖNEMLERİNDE

   DEVLETİN EĞİTİME DESTEĞİ NASILDIR?

 

Sanayiin büyük ölçüde yabancı şirketlerin kontrolünde, lisansla ya da fason çalışması Türkiye’de eğitimi adeta zorunlu bir ihtiyaç olmaktan çıkarmıştır!

Örneğin, teknolojinin en yoğun kullanıldığı otomotiv ana sanayiindeki otomobil fabrikalarında neyin, hangi parçanın nasıl, hangi standartlarda üretileceği, ne şekilde monte edileceği vs. teknik resimlerine varıncaya kadar yurt dışında belirlenmektedir. Keza otomotiv yan sanayiinde yedek parça üreten fabrikalar da Ford, Fiat, Renault, Mercedes, Wolkswagen gibi ana sanayi markalarının verdikleri siparişlere göre üretim yapmaktadır.

Aynı şekilde büyük ölçüde fason çalışan tekstil sektörü Nike, Addidas, Timberlend, Zara vs. yabancı markaların siparişlerine göre üretim ve tedarikçilik yapmaktadırlar.

Yani bu fabrikaların hiç birisinde yeni bir ürün geliştirme, yeni teknolojiler bulma, araştırma, yeni tasarımlar, modeller geliştirme gibi “dertler” yoktur!

Ve dolayısıyla binlerce işçinin çalıştığı bu devasa fabrikalarda aslında gerçek anlamda “mühendis”e bile ihtiyaç yoktur!

Bu fabrikalarda çalışan mühendisler, gerçek anlamda yeni ürün, model, sistem araştıran, geliştiren mühendisler olarak istihdam edilmemekte, daha ziyade “teknisyen” düzeyinde, uygulama düzeyinde çalışmaktadırlar.

Firmalarda gerçek mühendislik alanının sadece “Ar-Ge” birimleri olduğu görülmektedir.

Bu yüzden üniversite mezunlarının iş bulma şansı, meslek lisesi mezunu ya da çıraklıktan yetişme “usta”, “kalfa”lardan daha azdır.

Özetle, ister sanayi ister hizmet sektöründe olsun, -Zira iletişim, bankacılık, sigortacılık, perakende başta olmak üzere bütün hizmet sektörlerinde piyasaya yön veren şirketlerin çoğu yabacı şirkettir, kullanılan makine ve teçhizattan tutun da,  çalışma modellerine kadar her şey, bir şekilde dışarıdan gelmektedir- kayda değer ölçüde yüksek teknik eğitimli çalışana ihtiyaç yoktur.

Tamamen yerli sermaye ve emekle kurulan işletmelerin büyük bölümü de bu gidişata ayak uydurma kaygısı ise hizmet vermekte, her şeyi ithal etmeye çalışmaktadır.

Özetle, Türkiye ekonomisinde yapısal olarak bilimsel eğitime, yeni teknoloji üretimine vs. zorunlu ihtiyaç yoktur!

Ekonominin ihtiyaç duyduğu emek, sadece var olan bir çarkın dönmesini sağlayacak özellikteki emektir!

Bu tespiti yaptıktan sonra, merkezi hükümet bütçesinde eğitime ayrılan kısmın azlığını, dünya üniversiteleri arasında Türkiye üniversitelerinin neden en geri sıralarda yer aldığını, Türkiye’deki üniversitelerin batılı ülkelerde denkliğinin neden olmadığını, üniversite eğitiminin alanda “yeterli olmaması”nın nedenlerini vs. vs.   anlayabiliriz.

Eğitim; sağlık, yargı vs. gibi “sosyal devlet”in vatandaşına ücretsiz vermek durumda olduğu bir hizmettir. Örneğin, İsviçre’de “özel okul” diye bir şey yoktur.  Ülkelerin GSYH’dan eğitime ayırdıkları pay, İsveç’te yüzde 8,2, İsrail’de yüzde 7,3, ABD’de ve İngiltere’de yüzde 5,2, Almanya’da yüzde 4,9 oranlarında olmasına karşılık Türkiye’de sadece yüzde 2’dir. (Kaynak: Türk Eğitim Sistemi ve Okul Yönetimi, İ.E. Başaran, 2006) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/442919)

Eğitime daha fazla kaynak ayıran ülkelerin ekonomisinin, dolayısıyla kalkınma ve refahının daha yüksek olduğu açıkça görülmektedir.

Türkiye’nin 2020 yılı merkezi yönetim bütçesi “gelirler”  olarak 956,6 milyar lira, “giderler” olarak ise 1 trilyon 95,5 milyar lira olarak bağlandı. Bu rakamın içindeki en yüksek ikinci kalem eğitim ve eğitime ayrılan bütçe toplam 176,1 milyar lira. 2019 bütçesinde “gider” 961 milyar lira, “gelir” 880,4 milyar lira, bütçeden eğitime ayrılan pay 161,1 milyar lira olmuştu. (Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, http://www.sbb.gov.tr/2019-butcesine-genel-bakis/

Resmi açıklamalara ve verilere baktığınızda, Türkiye’nin sağlık ve eğitime bütçeden ayırdığı kaynaklar her yıl düzenli olarak artmaktadır. 2002 yılı bütçesinde eğitime ayrılan bütçe 11,3 milyar lira iken bu rakam düzenli artışlarla bugüne gelmiştir.

Bu verilerde, rakamın sürekli artışına bakarken, örneğin 2008-9 krizini ya da son bir kaç yıldır devam eden krizin etkisini göremiyorsunuz.

Ancak nasıl ki, son yıllarda sağlık alanındaki bütçe artışları büyük ölçüde uluslararası sermeye tarafından yaptırılan Şehir Hastanelerinin bütçeye etkisinden kaynaklanıyorsa, eğitim bütçesindeki artışların da okullarda eğitim kalitesini artırma, personel, ekipman, laboratuvar vs. için yapılan iyileştirmeler olmadığı bilinmektedir.

Eğitimde son 20 yıldaki en önemli değişimlerden birisi, özel okulların teşvik edilip yaygınlaştırılması oldu.

Özel okullarda okuyan öğrenci başına devlet desteği verileri bize bir fikir verebilir.  2014-15 öğretim yılında yaklaşık 250 bir öğrenci için özel okullara toplam 532 milyon teşvik verilirken, bu rakam 2017-18 eğitim yılında öğrenci sayısında 301 bin, destek miktarında 1 milyar 210 milyon liraya ulaştı.  ( Kaynak: MSKU Eğitim Fakültesi Dergisi, 2019,  https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/849672)

Özel sektörün eğitim harcamaları hızlı bir artışa geçerken, 2017 yılı toplam eğitim harcamaları içinde devlet yüzde 74,52, özel sektör yüzde 31,19 olarak pay almıştır. (Kaynak: TUİK,2018)

Özellikle dershanelerin kapanması ve özel okula dönüşme sürecinde, özel okullarda okuyan öğrenci sayısında hızı bir artış olmuştur. Özel okullardaki öğrenci sayısı 2012-13 eğitim döneminde 613.064 iken 2016-16 döneminde 1 milyon 174 bin, 2017-18 döneminde 1 milyon 351 bin, 2018-19 döneminde 1 milyon 351’e yükseldi.  Rakamlar, özel okul öğrenci sayısındaki artışın, mevcut krizin etkisiyle yavaşladığını gösteriyor. Anlaşılıyor ki, krizden olumsuz etkilenip gelirlerini kaybeden aileler çocukarını özel okuldan çekmektedirler.

Ancak özel okullara sağlanan desteğin sadece öğrenci başına verilen parasal desteklerden oluşmadığı, özellikle özel dershanelerin kapatılıp, onların birer özel okula dönüşmesini teşvik sürecinde farklı destekler verildiği bilinmektedir. Bunların büyük bölümü Milli Eğitim Bütçesi dışından sağlandığı için bu teşviklerin miktarı konusunda yeterli veri bulunmamaktadır.

Ekonomik krizlerin eğitime en önemli etkilerini,  özel okullardaki öğrenci sayısının azalması, devletin okul yapımı ve öğretmen vs. eğitim personeli alınımda azalma,   temel eğitimdeki 4+4+4 uygulaması ile köylerin büyük bölümünde okulların kapatılması, özellikle mesleki teknik okulların değişik gerekçelerle zayıflaması gibi  sayabiliriz.

Örneğin Bursa’nın en büyük mesleki teknik liselerinden Demirtaşpaşa Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi binasının tamamen, Tophane MTA lisesinin binasının kısmen yıkılması, binlerce öğrencinin “misafir” olarak değişik okullara dağıtılması, verilen sözlere rağmen okul binalarının kaç senedir yapılmaması, mevcut okullarda atölyelerin ihtiyaca cevap vermenin çok ötesinde olması vs… mesleki teknik eğitime ayrılan kaynağın azaldığının kanıtı olarak görülebilir.

Keza, basına yansıyan haber ve iddialara göre, Türkiye’de öğretmen olmak için gerekli eğitimi aldığı halde “atama bekleyen” öğretmen sayısını bir milyona yaklaştığı, 92 bin öğretmene ihtiyaç olduğu (Kaynak: Eğitim İzleme Raporu, Kasım 2019 (https://www.hurriyet.com.tr/egitim/erg-raporuna-gore-92-bin-ogretmene-daha-ihtiyac-var-41384327)  halde atama yapılmadığı,  okullarda görev yapan öğretmenlerin de özlük haklarının büyük ölçüde tırpanlandığı yönünde açıklamaları bilmekteyiz.

Bir yandan “Sözleşmeli öğretmen”, “Ders başına ücret” vs. uygulamalarla öğretmenlerin ücretleri, sosyal güvenceleri tırpanlanırken (buna eğitimin maliyetini düşürme deniyor),  bir yandan da “kayıt ücreti” ve “katkı payı” adı altında ailelerin cebine, katkısına daha fazla başvurulduğu görülmektedir.

“Yetişmiş ara eleman” açısından kritik değere sahip olan meslek eğitimi aslında pahalı bir sistemdir: Bu okullarda uygulamaya dönük yeterli makine teçhizat ve atölyeler olması gerekirken, bunların sağlanamadığı, öğrenci sayısının da artması ile eğitim kalitesinin düştüğü yaygın olarak dile getirilmektedir.

Sanayiciler, fabrikalarında talep ettikleri “yetişmiş eleman”ı örgün eğitimden karşılaşamamaktan şikâyet etmektedirler. Bazı şehirlerde fabrika sahipleri eleman ihtiyaçlarını karşılamak üzere eğitim merkezleri açmışlardır.  Örneğin önemli sanayi merkezlerimizden birisi olan Bursa’da, Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulan BUTGEM-BTSO Eğitim Vakfı, bölgedeki işyerlerinin talepleri doğrultusunda çeşitli mesleklerde kurslar düzenlemekte, kursu tamamlayan gençlerin istihdamı büyük ölçüde sağlanmaktadır.

 

5. KRİZ DÖNEMLERİNDE EĞİTİM   

 

Ekonomik krizler hükümetlerin politikalarında ciddi değişimlere neden olurlar. Yüzyılın ilk yarısındaki krizlerde genellikle Keynesçi politikalar yol gösterici olurdu. Yani tüketicilerin alım güçlerini yükseltmeye dönük önlemler alınır, istihdam bir devlet politikası olarak artırılır, halkın cebi para görerek “aşırı üretim” kökenli krizlerin aşılması sağlardı.

20. Yüzyılın özellikle son çeyreğinden itibaren monetarist politikalar ön plana çıktı ve krizden kurtulmanın yolu, daha ziyade şirketlerin rekabet güçlerini artırmakta arandı. Krizin faturası büyük ölçüde çiftçi, ücretli çalışan ve küçük işyerlerine, esnafa yıkıldı.

Örneğin, 2008 finansal krizinde Amerikan yönetimi finans sektörününün önde gelen firmalarını kurtarmak için trilyonlarca dolar harcarken, işini kaybettiği için kredisini ödeyemeyen ve aslında bu krizin ana kaynağı olan sıradan Amerikalı vatandaşlar evlerini, bütün birikimlerini kaybettikleri ile kaldılar!

Yani Beyaz Saray, Amerikan halkını değil, dev şirketleri kurtarmayı tercih etti!

Krizden çıkış sadece fabrikaların daha ileri teknoloji makine ve teçhizatları, robotları, dijital sistemleri kullanması değil, çok farklı alanlarda “yaratıcı” modellerin ortaya çıkması anlamına gelir.

Örneğin, ABD’de bir dönem ücretli kesimin alım gücünde sınırlara gelinmesi yüzünden daralma riski ile kriz yaşayan finans piyasası, “Mortgage” gibi alanlar ve finansmanda “Türev ürünleri” geliştirerek insanların aynı gelir seviyesi ile, ipotekler yoluyla daha fazla borçlanması ev, araba vs. satın alması sağlanmış, bununla bankalar, finans şirketleri bir krizi aşarak yıllarca hızlı büyümeler kaydetmiş, büyük paralar kazanmıştı.

“Az gelişmiş” ülkelerde ise her krizde IMF’nin ünlü “kemer sıkma” politikaları, kamu borçlarının döndürülmesi için devletten devlete sağlanan borç ve krediler ve arkasından uygulanan “IMF Reçeteleri” gündeme gelir. IMF’nin genel çizgisi, bu ülkelere kredi veren batılı bankaların çıkarlarını garanti altına almaya dönük olmuştur. Yani başta ücretli ve tarım kesimi olmak üzere toplumun geniş kesimi “kemer sıkacak”, kaynaklar batılı kreditörlere aktarılacaktır!

Maliye hesaplarımıza “Faiz dışı fazla” diye bir kalem eklenmiştir.

Faiz Dışı Fazla, kamu maliyesinde toplam giderlerden faiz giderlerinin çıkarılmasıyla elde edilen rakamdır. Devlet bütçesi “faiz dışı fazla” göstermiyorsa, mevcut borçlarını bile zar zor ödüyor demektir. Bu durum yabancı kreditörler için itici bir durumdur.  Bu yüzden faiz dışı fazla yeni borçlanma açısından hükümetlerin zorunlu ev ödevi, kırmızı çizgisi haline gelmiştir. Faiz dışı fazla vermenin yolu, devletin standart kamu hizmetlerine harcayacağı parayı azaltmak, kamu hizmetinden tasarruf etmektir!

Yani devlet eğitimden, sağlıktan vs. kesip yabancılara verir..

Yani Türkiye gibi az gelişmiş ve IMF politikalarının yürütüldüğü ülkelerde ekonomik krizden çıkışın yolu, batılı ülkelerdeki gibi teknolojik ilerlemeler, hamleler, modeller, piyasaya daha kaliteli ve daha ucuz mal ve hizmet üretmek değildir. Bu nedenle de devletin eğitim bütçesi kriz dönemlerinde kısılır.

Devletin eğitim harcamalarının yanında, velilerin kriz dönemlerinde okullara bağış, ücret vs. adı altında yaptıkları harcamalarda azalma olduğu da okul yöneticileri tarafından zaman zaman dile getirilmektedir.

 

SONUÇ

 

 

Ekonomik krizler kapitalist dünya ekonomisinde kaçınılmaz bir olgudur. Sistem, krizler sayesinde sürekli kendini yeniler ve piyasa her krizde adeta yeniden düzenlenir. Krizin kaybedenleri ve kazananları olur, sistem kazananlarla yoluna devam eder.

İşte bu “elek”in üzerinde kalabilmek için gerek ülke gerek firma olarak yapılması gereken, mevcut krizi iyi tahlil etmek, krizden çıkma için gerekli teknolojiyi, uygulama yöntemlerini araştırıp bulmak, keşfetmek, geliştirmek; sonuçta mal ve hizmetin eskisinden çok daha kaliteli ve daha düşük maliyetle üretilmesini başarabilmektir.

Bunun yolu, eğitimden, bilimden, teknolojiden geçmektedir.

Makul olan, bilimi, eğitimi, teknolojiyi kalkınmanın temel motoru olarak konumlandırmaktır. Bu başarıldığı takdirde, kriz dönemlerinde zaten kendiliğinden eğitime daha fazla öncelik verilecektir. Piyasa, işareti bu yönde aldığında, bütün sektörlerde irili ufaklı firmalar üniversitelere, araştırma merkezlerine koşacaklardır. Zira artık mevcut, eski üretim ve çalışma yöntemleriyle yoluna devam etme şansı olmadığını çoktan fark etmiştir.

 

Son

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder