27 Temmuz 2011 Çarşamba

Siyasette kritik viraj


Türkiye 2011 yılı ilk çeyreğinde yüzde 11 ile büyümede dünya lideri olmayı başardı. Bu büyüme ithalat kaynaklı ve de “istihdamsız büyüme” de olsa, gerçekten sevindirici. Demek ki, ekonomi tıkırında. Siyasette de AKP yüzde 50 ile tek başına yeniden iktidara geldiğine göre, “siyasi istikrar” da tamam. Bundan iyisi “Şam’da kayısı” öyle değil mi? 


Gerçekten de görünürde her şey iyi gidiyor. Ama çok ilginç, kimse bu gidişin keyfini çıkarıyor havasında değil. Mesela ekonomide büyüme rekoru kırdık diye insanlar işler açıldı, kazancım artıyor demiyor.  Çalışan tanıdıklardan “işler çok iyi, patron bu ay zam yaptı” haberleri duymuyoruz. Siyaset de öyle. Mesela AKP, yeni Anayasa ve “Çılgın projeler” vaat etmişti. Yetki de aldı. Ama sanki örneğin Anayasa işi hepten bir krize giriyor gibi…
Ergenekon ve KCK sanığı olarak milletvekili seçilenlerin, mazbatalarını almış olmalarına rağmen Meclis’e gönderilmemesi, “yemin protestosu”, Meclis’e katılmama, katılıp yemin etmemeler, ekonominin krizde olduğu bir dönemde yaşansa, neler olurdu, hiç düşünemiyorum.
Siyaset çok ilginç bir şekilde kilitlendi.
Örneğin, herkesin ısrarla istiyor göründüğü Anayasa konusu...
Yeni Anayasa tartışması, vatandaşın demokrasi ve özgürlük taleplerine uzatılmış bir yalancı emzik olmaya epey daha devam edecek gibi.  
Zira Anayasa, toplumda güç dengeleri üzerine kurulmuş, hâkim iradenin ne tür bir yönetim istediğini, yasaklarını, vizyonunu içeren bir metindir.  
Evet, ülke artık 12 Eylül Anayasası ile yönetilemez hale geldi.  Kürtler, Lazlar, Çerkezler; aleviler, başka inanç grupları, belki ateistler artık Anayasa’da kendilerini bulmak  istiyor. Temel hak ve özgürlük talepleri her zamankinden daha net gündeme getiriliyor…
Ama,  Anayasa, “halk böyle istiyor” diye yapılmaz! 
Dünyanın hiçbir ülkesinde, vatandaş veya onların bütün temsilcilerinin oturup yazdıkları bir “Anayasa” yoktur… 
Türkiye’de devlet aygıtı, yönetim anlayışı,  güç dengeleri 30 senede komple değişti de mi yeni Anayasa isteniyor? 
Şirketler, holdingler mi değişti, üniversiteler mi değişti, ordu mu değişti, yargı, emniyet, derin devlet mi değişti? 
AKP’nin DYP, ANAP vs. çizgisinden çok mu farkı var? 
Para, silah ve siyasete hakim olanlar gerçekten yeni bir Anayasa mı istiyorlar? 
İsteseler -ellerini tutan yok-, buna uygun ortamı yaratırlar, bazı girişimleri yarı yolda bırakmazlardı.
Önce düzeni kurarsınız...  Anayasa,  bu mevcut sistemin kurallarını içerir…
Şimdi siz örneğin “Kürt sorunu”nu hallettiniz, herkes istediği dil ve eğitimden yararlanıyor, yerel yönetimde yeni bir yapılanmaya gittiniz, silahlı örgütler dağdan indi, toplum kucaklaştı,  silahlar sustu da ben mi duymadım? 
Bir açılım başlatıldı, ama silahlarını bırakıp gelen örgüt üyelerinin alkış almasına, Kürtlerin sevinmesine tahammül edilemedi ve ip koptu.
Aynı şekilde devlet dinden elini çekti, tam laik olduk, devlet her dine eşit uzaklıkta, eğitim laikleşti, Diyanet’i kaldırdı da kimse duymadı mı?
Ergenekon davasında başta 12 Eylülcüler olmak üzere, 28 Şubatçılar vs. tüm darbeciler, toplu mezarcılar, işkenceciler,  yargılandı da duymadık mı?
Memlekette gazeteciler tamamen özgür, istediğini yazabiliyor, yalakalığa son verilip yandaş medya dağıldı da farkına mı varmadık?
Kuşkusuz bunlar olmasa da yeni Anayasa tartışması, kamuoyunun duyarlı tutulması açısından olumlu.
O zaman da önce iyi niyet ve samimiyet, hoşgörü, uzlaşma…
Toplumsal uzlaşmanın kalesi TBMM…
Sevseniz de sevmeseniz de milletin o çatıya gönderdiği, oy verdiği insanların uğradığı haksızlığa karşı çıkacaksınız.  Kimine  “zaten teröristi”, kimine “zaten darbeciydi”,  “zaten bölücüydü” vs. diyerek ve dışlayarak oturduğunuz masada hangi toplum sözleşmesinden, Anayasa’dan söz edeceksiniz.
Evet, ülke kritik bir aşamada, yeni şeylere gebe… 
Toplum daha özgür, demokratik bir rejim istiyor. Top ise iktidarın elinde...
İktidar bu kritik virajı dönmeyi başarır, kardeş kavgasına son verebilirse,  Recep Tayyip Erdoğan’ı kimse tutamaz…

4 Temmuz 2011

Kemer komşuyu fena acıtıyor

Yunanistan “iflas” noktasından kritik bir dönüş yaptı. Vatandaşın şiddetli tepkisine rağmen, AB’nin “karantina” korkusu altında yapılan oylamada, meclis yeni “kemer sıkma” politikalarını kabul etti. Hükümet, ipleri AB’nin eline teslim etme ile “rahatlarken”, Yunan halkı büyük bir yükün altında girdi.


Yaşananları daha “damardan” anlayabilmek için,  bu hafta sizlerle, Fransız Le Monde gazetesinde yayımlanan bir yazıda yer verilen vatandaş görüşlerini paylaşmak istiyorum. Alın size sahici vatandaşların hali pürmelali:
Fotini (32 yaşında, evli, iki çocuklu):
“Hükümetin kemer sıkma tedbirlerinin ailem üzerindeki somut etkisine tanık oldum:  Benim ücretim  (bin 400 Euro) yüzde 40, kocamın ücreti (bin 300 Euro) yüzde 20 azalması; bütün mal ve hizmetler fiyatlarının artması. Benzin, gıda, ulaşım… Kız kardeşim Atina Politeknik mezunu, işsiz. Büyük kızım 2,5 yaşında, belediye kreşinde yer yok. Özel kreşlere kaydettirmek için ayda 500 ödemek lazım.  Ev kiramız 600 Euro, o değişmedi. Ama bütün bu sabit harcamalar yapıldıktan sonra bize yaşamak için ayda 300 Euro kalıyor. Tekdüze, yetersiz ve yolsuzluğa bulaşmış politikacılardan bıktım, seçmenlerden de. Uluslararası kara bulutlar beni korkutuyor. Çıkarlara kurban olmak, herkesi hayal kırıklığına uğratıyor.”
Sophie (22 yaşında, öğrenci):
“Atina Üniversitesi’nde iktisat okuyorum. 3 yabancı dil biliyorum. Ailem Peloponnese’de, bu yüzden ayda 350 Euro ev kirası vermek zorundayım. Okul ücretsiz ama masraflı, kendim halletmem gerekiyor. Okula düzenli gidemiyorum, bir kafede saati 5 Euro’ya çalışıyorum. Şimdi bir muhasebe bürosunda staja başladım, haftada 40 saat.  Aylık 300 Euro alıyorum. Bu çalışmaya göre az, ama, hiç yoktan iyidir. Birçok arkadaşım hiç iş bulamadı.  Benim kuşağım hem okuyor, hem de çalışıyor. Geleceğe ilişkin kimse umutlu değil.
Zor durumdayız, zira hükümetin tedbirleri halkı düşünmüyor. Annem ve babam emekliler. Artık ikisinin maaşından birisi ev kirasına gidiyor. Düşünebiliyor musunuz, ayda sadece 300 Euro’ya  yaşıyorlar ve tabi çocuklarıyla beraber yaşamak durumundalar.  Tabi bu da zor.”
Mihalis (46 yaşında, çevirmen, evli,  iki çocuklu):
“40 senedir sözde sosyalist Pasok ile sağ arasında bir kayıkçı kavgası sürüyor. Ortalama bir Yunan ailesi düş kırıklığına uğramış durumda. Eşim ve ben çevirmeniz. Günde 12 saat çalışıyoruz. Ama kazandığımız para aylık bin 600 Euro. Ben 350, eşim 300 Euro sigorta primi ödüyoruz. Ev kirası 300 Euro. Sonuçta 4 kişilik bir aileye 650 Euro kalıyor. İyi ki çocuklarımız öğrenci değil. Ama gıda, benzin… Ve bize vergilerin artmasından söz ediyorlar. Sadece biz değiliz böyle, gerçekten çok zor.“
Kostas (Fransız kökenli, turizmci):
“Bu yeni önlemler gerçekten haksız. Olmuş iş değil. Daha kötüsü, ekonomide bir resesyon körüklüyor, firmalar kapanıyor,  sonuçta devlet vergi kaybediyor. Gelirler üzerindeki vergiler artırılıyor. Herkes, vergiyi artırırsak eskisi gibi işler yürür, sadece vergimiz artar sanıyor. Halbuki çark dönmüyor, her şey dolaylı vergi üzerinde gidiyor.   Örneğin benzinde KDV artışı 1,7 Euro’ya ulaştı. Hepsi dar gelirlileri vuruyor. Ücretliler, emekliler ÖTV’ler ile sürekli satın alma güçlerini kaybediyorlar.  KDV yüzde 23’lere çıktı. Kaçakçılara ne zaman bunlar ödetilecek? Halkın parasını çarçur eden para ve ekonomi yönetimi ne zaman yargılanacak, hesap verecek? Asla. Çünkü onlar hükümetteler. İktidarda hangi parti olursa olsun. İşsizlik yüzde 20’yi geçip KOBİ’ler kapanınca,  onun faturası kime kalacak?”
Katia (Grevci değil, bürosundan olanları izliyor):
“Bugün genel grev. Parlamentonun karşısında, Anayasa Meydanı’na 100 metre uzaktaki işyerimde çalışıyorum. Şu anda düşen bir gaz bombasını görüyorum. İnsanlar bağırıyor ve bu, ülkemin geleceği açısından yüreğimi kanatıyor. Yarın, yeni bir kemer sıkma paketi mecliste oylanacak (Bu oylama yapıldı, Troyka’nın paketi onaylandı, 110 milyar Euro’luk paketin ilk 12 milyar Euro’su onaylandı)  gündelik hayatta daha çok ve katı vergiler geliyor. İşsizlik, güvensizlik, belirsizlik, özellikle genel bir bunalım ve son sosyal kazanımların ortadan kaldırılması… Ben devlete saygıyı öğrendim. Cumhuriyete, fırsat eşitliğine, kamu hizmetine… Yunanistan’da müşteri mantığı ve rüşvet kral… Peki toplumun en zayıf katmanları eriyip tükenmeden nasıl esenliğe çıkılabilir? Bu nasıl dizginsiz kemer sıkmadır, sadece kredi verenler yararına… Ruhsal sorunlar, intihar oranları.. Evsizlik patladı Yunanistan’da. Değer mi hiç. Gelecek ne?  Fransız Marine Le Pen ve aşırı sağcı LAOS partisi dışında Avrupa’da geleceğimiz nerede? Ben şimdi üç yaşındaki kızıma akşam eve dönünce ne diyeceğim. Annesi işyerinde dışarıdaki kalabalığı gördü ve ne yapacağını bilemedi. Önereceğimiz bir başka yol yok mu? Yunanistan otuz yıldır imkânlarının ötesinde yaşadı. Şimdi ne tür bir çözüm ortaya çıkacak.”
İyi pazarlar.

  
18 Temmuz 2011

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Gazetesiz memleketim…


Sevgili okurlar, mutlaka şehir merkezinde veya en fazla bir ilçede yaşıyorsunuz. Yani şehirlisinizdir. Aksi takdirde bu gazeteyi ve bu yazıyı hiç görmeyecektiniz. Ancak yine biliyorum ki, büyük çoğunluğunuzun köy ile bağı tam kesilmemiştir. “Köy” çoğumuz için doğduğumuz, çocukluğumuzun geçtiği yer, “baba ocağımız”, ya da birkaç kuşaktan “memleketimiz”dir. 

Köy,  epeydir insanların karnını doyurmuyor. Yaşamımızı şehirlerde kazanıyoruz. Artık bu kentin bir parçası olmuşuz; emek vermiş, ter dökmüş, ekmeğini yemişiz. Ama “memleket”in yeri bizim için bir başkadır.  Oradaki dostlarımıza, akrabalarımıza, doğasına, dağına, ağacına, çeşmesine, koyununa, tarlasına, merasına ayrı bir duyarlılıkla yaklaşırız.
Temmuz ayı başında ben de başımı alıp memleketime gittim. Orta Karadeniz’in tipik özelliklerini yansıtan bir yer. Bir dağ köyü. Her ne kadar belediyesi olsa da burası benim gözümde köy olmaya devam ediyor. Türkiye’de halkın geniş bir bölümünün durumunu, “sessiz çoğunluğun” nabzını yansıttığını düşünüyorum.
Bir gazeteci için galiba en çarpıcı (dramatik demek belki daha doğru) şey, insanların burada gazete falan okumaması. Köyde gazetenin satanı da, alanı da, okuyanı da yok. Doğru yanlış haberleri, magazini, maç geyikleri, ekonomisi, politikası,  kendini dünyanın merkezinde sanan köşe yazarları, İMKB’si, borsası, uzmanları, muhabirleri, foto muhabirleri, akademisyen/prof.,  yüksek kariyerli, bilge tipleri, dünyayı kurtarma peşinde idealistleri,  hapse de atılsa kalemini eğmeyenleri, yediğini içtiğini yazan gurmeleri, köşeleri tutmuş emniyet/istihbaratçıları, “stratejist”leri, siyasi partilerin, iktidarın, muhalefetin, futbol takımlarının fanatikleri; hatta sineması, televizyonu, tiyatrosu ile koca bir medya dünyası yok buralarda…
Bizim olan; ama içinde bizim olmadığımız bir dünya...
Basının, 4. Kuvvet falan diye diye, kendini fazla şişirdiğini düşünmeye başlıyorum.
Baksanıza, nüfus 70 milyondan fazla. Ama günlük gazetelerin toplam tirajı 11-17 Temmuz arasında 4 milyon 618 bin olmuş. Türkiye’de en çok okunan gazete deyince akla epeydir Zaman gazetesi geliyor. Birçoğunun tarikatçı diye tanımladığı bir gazete 850 bin satışı ile Hürriyet’i ikiye katlıyor. Hürriyet, Posta’ya kaptırdığı liderliği şimdi üçüncü sırada sürdürüyor. 70’li yıllarda hayli ilkeli, entelektüel kesimlerin okuduğu, çoğumuzun idolü olan Cumhuriyet gazetesi artık 100 binlerden 50’binli tiraja demir attı ve bu gazetenin yerini artık Yeni Şafak gazetesi almış durumda.
Bu gazetesiz dünyada, sabah ezanı ve güneşin doğuşu ile başlayan gündelik yaşamın başköşesinde, bir türlü bitmeyen, yorucu rutin işler var. Sabah erkenden kimisi tarlaya, bahçeye gider, kimisi hayvanları alıp meraya götürür. Bugünlerde ot, fiğ, yonca, korunga vs. biçme zamanı. Gündüz sıcağına kalmamak için erken kalkmanız gerekiyor. Buğday henüz çıkmamış (olgunlaşmamış).  
Köylerde traktörle çalışan biçme makineleri olmasına rağmen, yüksek meyilden dolayı iş yine tırpana kalıyor. Tırpan sallamak hiç de öyle kolay iş değil.  Özellikle gençlerin büyük bölümü köy dışında inşaat işlerinde çalışmaya gittiği için “tırpancı” bulmak da ayrı bir sıkıntı.  
Biçmekle bitmiyor, artık köyler çayır otu ve yonca dahil birçok şeyi patozluyor ve kışa saman halinde hazırlıyor.  Samanın, kaba ottan daha çok tüketildiği, zayi olmadığı söyleniyor. Samanlıklar dolduruluyor.  
Henüz yeşilden silaj yapma keşfedilmemiş. Köyde silaj makinesi yok.  Silaj, sadece bazı kişiler tarafından hazır olarak, ovadan satın alınan bir yiyecek.
Hayvancılık kendine yeni bir yer arıyor. Kadınlar, sabahları erkeklerden de önce kalkıp yemek hazırlıyor, süt sağıyor, hayvanları sığır çobanına katıyor. 
Eskisi gibi içme ve kullanma suyu köy çeşmesinden helkilerle taşınmadığı için iş kolaylaşmış. Evlerin çoğunda çamaşır makinesi var. Ayrıca, kasabadaki fırınlardan bakkallara günlük ekmek geliyor. Köye gelen sebze meyve satıcıları cami hoparlöründen anons edilerek halka duyuruluyor: “Taze ekmek ve çeşitleri gelmiştir!”, “Domates, patates, kuru soğan gelmiştir!” Hatta yine cami hoparlöründen “X fabrikası işçi alacaktır. Sigorta ve servisi vardır” diye bir anons bile duydum.
Ev kadınlarının işi eskiye göre hafiflemiş, ama asıl “beyliği” yaşayan yeni bir kitle oluşmuş: Emekliler… 
Tarlada zaten emeğinin karşılığını alamayan insanlar, emeklilik gibi sabit bir geliri yakalayınca çoğu yerde tarlayı, bahçeyi terk etmiş. Bir kısmı hayvan bakmaktan vazgeçmiş.
Evlerinin altında veya bitişiğinde artık hayvan gübresi kokmuyor. 
Aybaşı kasabadan maaşını alıp her şeyi satın alan yeni bir kitle oluşmuş. Sayıları ve ağırlığı yıldan yıla artan bir kitle.
Bunlara, yaz aylarında  büyük şehirlerde yaşayıp emekli olanlar da katılıyor ve köyde “yazlık” evler göze çarpıyor.
Bilgisayar sayısı artıyor. Ama internet masraflı geldiği için, üyelik yerine dizüstü bilgisayarını getirip belediye binasındaki kablosuz bağlantıdan yararlanma yaygın.
İnsanların dünyayla bağlantısını sağlayan şey televizyon.  Cumhurbaşkanı, Başbakan, terör, siyasi partiler (onlar da boy hizasında) hiyerarşisi ile verilen haberlerde bu günlerde en çok hassasiyet “şehitler” üzerine.  
Çok ilginç, köylü jandarmaya, özel timlere vs. soğuk; yani karşılıklı bir güvensizlik hissediliyor; ama “Mehmetçik” deyince akan sular duruyor. 
Cenazeler yürekleri dağlıyor. Askerde yakını olanlar, her “şehit” haberinde soğuk terler döküyor. 
Kısa haberlerin dışında en çok izlenen programlar diziler ve uydudaki yerel kanallardan yöresel müzik:
 “Kel tepenin taşlarını koyun mu sandın?”…
İyi pazarlar.



24 Temmuz 2011