29 Mayıs 2012 Salı

Bindik yeşil dolara...


Ekonominin can damarının, dışarından gelecek “yeşil yeşil dolarlar” olmasına alıştık. Ne devasa cari açık, ne dışarıya ödenen yüksek faizler kimsenin umurunda. Yeter ki gelsin yeşil yeşil dolarlar ve bu çark dönsün… 



Tam, S&P’nin not düşürmesi ile karamsarlığa kapılmıştık ki, imdada geçen hafta Amerikan sermaye grubu Citigroup'un Küresel Ekonomik Görünüm raporu yetişti. Citigroup, moralimizi yükseltti… Türkiye'nin bu yıl yüzde 2,5 büyüyeceği söyledi. Büyüme 2013 için yüzde 4,3, 2014 yılı için de yüzde 4,6 olacak. Ondan sonra da rakam ok gibi yükselmeye devam edecek!
Rapora göre, Türkiye'de kısa vadeli faizler de artmaya devam edecek… Bu yıl yüzde 5,75, 2013'te yüzde 6,31, 2014'te yüzde 8! Galiba bankayı en çok sevindiren de bu oluştur!
Cari açık tahmininde de bize moral vermeye çalışıyor.  Açık azalacak diyor, ama bunun nasıl olacağını açıklamıyor.
Peki, faizler artınca yeşil yeşil dolarlar yağacak mı?
Citigroup nazlı… “Öyle TCMB’nın dediği kadar olmaz” diyor. Lafın devamı, “Sıkı para politikası, yüksek cari açık ve enflasyon, para politikası ile ilgili belirsizlikler, bizi Türk varlıklarına talebe ilişkin iştaha götürüyor…” şeklinde.
Dikkatinizi çekerim, “Türk varlıkları” …
Demek ki, normal ticaret yolları tıkanmış ve iş buraya çoktan gelmiş.
Muhalefetten zaman zaman yükselen “Ak Parti memleketin taşını toprağını satıyor, vatan elden gidiyor” serzenişleri mecliste soru önergesine dönüştü ve Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar yabancılara mülk ve arazi satışlarını açıkladı.
Bayraktar’ın verdiği bilgilere göre, durum şu:
Bütün Cumhuriyet döneminden Ak Parti iktidarının başladığı 3.7.2003 tarihine kadar yabancılara 11 milyon 422 bin 901 metrekarelik 19 bin 809 adet taşınmaz satışı yapılmış. 19 bin 809 taşınmazın 9 bin 617'si konut ve işyeri.
Ak Parti iktidarının başladığı günden bu yana ise yabancılara 105 milyon 981 bin 830 metrekare büyüklüğünde 120 bin 467 taşınmaz satışı gerçekleştirilmiş. 120 bin 467 taşınmazdan 81 bin 464'ü konut ve işyeri geri kalanı ise arazi.
Yani Ak Parti, satışları 10 kattan fazla artırmış! Bununla da övünüyor.
En fazla parayı İngilizler bastırmış, en fazla araziyi ise Almanlar almış. Şirketler daha çok Antalya ve İstanbul’u tercih etmişler…. Muğla ve Aydın onları izliyor.
Eee, madem memleket satışta, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına bir şey yok mu?
Tabi ki, hükümet vatandaşı da düşündü ve 2B’yi çıkardı. Ancak fiyatlar el yakıyor ve bu iş önümüzdeki dönemde ciddi gerginliklere gebe. Çünkü, bu öyle İngilizin gidip villa, arazi almasına benzemiyor. Vatandaş çoğu zaman, zaten para verip satın aldığı, üzerine ev yaptığı yer için yeniden arsa parası ödeyecek… Bir gecekondu sahibine çıkıp ev yeri için 100-200 bin lira vereceksin dediğinizde film kopuyor…
Örneğin  Muğla’da 2B kapsamına giren araziler için köylülere dönüm başına 5 bin ile 300 bin lira arasında rayiç bedel açıklanmış. Bu parayı, villacı değil, çiftçi ödeyecek… Şimdi hükümet ya fiyatları vatandaşın ödeyebileceği noktaya indirecek, ya da “parayı basan alır” deyip, kavganın fitilini ateşleyecek.
Ve… Ağlar mısınız, güler misiniz bilmiyorum. Bu günlerde Ankara’da dolaşan söylentiye göre, hükümet Başbakanlık binasını Arap zenginlerine satmaya hazırlanıyor.  Başbakanlık, toplu parayı alacak, binada artık “kiracı” olacakmış.
Gülmeyin, bu işin birçok kamu binası için de düşünüldüğü konuşuluyor… Bursa Işıklar Askeri Lisesi binası falan son anda Genelkurmay’ın müdahalesi ile satıştan dönmüş. Olay ciddi.
Okullar, hastaneler… “Büyük düşünün”!
Ne demiştik, “Bu açık ekonomini sürdürebilmenin için petrol zengini olmak lazım”. Bu olmadığına göre hükümet yolu bulmuş: Satış… Para eden ne varsa…
WSJ,  Türkiye ile Polonya’yı Avrupa’nın yeni kaplanları ilan etmiş…
Bindik yeşil dolara…
Ekonomi tıkırında…
İyi pazarlar…

28 MAYIS 2012
 

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Sıkı 'kemer' Avrupa’yı geriyor!




“Medeniyetin beşiği” saydığımız Avrupa’da neler oluyor? AB’nin patronları sorunları çözmekten aciz hale mi geldi? Yoksa yaygınlaşan kemer sıkma politikaları ile hep zenginlerin yararına “tek kale maç” devrinin sonuna mı gelindi?



Küresel kriz ve “borç krizi” ardından Avrupa’da peş peşe “Kemal Derviş” tipi hükümetler kurulmuştu. Hepimiz de, “Tamam, IMF, Avrupa Merkez Bankası’nın reçeteleri eksiksiz uygulanacak, krizler bitecek” demiştik.
Ama işler hiç iyi gitmiyor.
IMF, İtalya’da teknokrat hükûmetin Başbakanı Mario Monti’nin ekonomi politikasını “Avrupa için örnek bir model” diye nitelendirdi.
IMF Temsilcisi Moghadam, İtalyanlara “gardı düşürmeyin” çağrısı yaptı ve kemer sıkmaya devam mesajı verdi.
Ancak Avrupa’nın patronları Yunanistan’dan çok rahatsız…
Almanya Maliye Bakanı W. Schauble sandıktan çıkan tablodan rahatsızlığını dile getirdi ve hükümeti kuramayan bir Yunanistan ile “mali yardımı görüşemeyeceklerini” açıkladı.
Tabi haftanın en önemli olayı Fransa’nın sosyalist, kimine göre “reformcu sol” başkanı François Hollande’ın Merkel ile görüşmesiydi. Merkel, zenginlerden daha fazla vergi alacağını açıklamasından itibaren Hollande’a tepkiliydi. AB televizyonlarından naklen yayımlanan ilk zirve gayet “resmi” hitaplarla geçti.
İki şey öne çıktı: Hollande’ın “ekonomik büyüme” sloganı ve Yunanistan kaygısı.
Hollande, kemer sıkma politikalarına muhalefet ederek seçilmişti,  “Büyümeyi gerçekleştiremezsek, ekonomide hedeflerimize ulaşamayız” dedi. Merkel ise kemer sıkma politikalarında ısrarcı. Hollande’ın ajandasında yıllık geliri 1 milyon Euro’nun üzerinde olanlardan yüzde 75 vergi alma, kendisi ve bakanların maaşlarında yüzde 30 indirim, akaryakıt zamlarını bloke etme, eğitime yatırım vs. var. Uygulamayı göreceğiz. 
Yunanistan da Euro’da tutularak, “kurtarılacak”.
Maliye ve Ekonomi Bakanı François Baroin, Yunanistan’ın Euro’dan çıkmasının Fransa’ya tam 50 milyar Euro’ya patlayacağını açıkladı…
IMF’nın Fransız başkanı Christine Lagarde da aynı fikirde. 
Baroin ayrıca Yunanistan’da “siyasi istikrar”ı gözeteceklerini belirtti, açıkça IMF ve diğer alacaklılarla iyi geçinen bir hükümete işaret etti.
Şimdi Hollande ile bu yaklaşım değişir mi bilmem, ama kişisel olarak, Almanya gibi Fransa’nın da Yunanistan’daki alacaklarından feragat edeceğini hiç sanmam…
Yunanistan’da, devletin başındaki Carolos Papoulias, kimseye hükümet kurduramıyor. 
AB’de sağ iktidarların tek çözüm olarak sunduğu kemer sıkma politikasına ilk tokadı Yunanistan atıyor. Bu tokat, AB’nin iki patronu Hollande ve Merkel arasında çatlak yaratırsa şaşırmamalı.
Anlaşılan o ki, artık bu maç tek kale oynanmayacak… Meydan sadece “kemer sıkıcıların” değil…
Küresel içerikli krizlerden tek çıkış yolu olarak “mali disiplin”, “kemer sıkma” gören uluslararası finans güçleri ve neoliberaller, örneğin Yunanistan’da hayli terliyor. Zira Yunanistan’da radikal sol koalisyon SYRIZA, yüzde 17’ye yakın oyla ikinci parti oldu, gelecek seçimin de favorisi. SYRIZA, IMF’ye, AB yönetimine kafa tutuyor ve kemer sıkma reçetelerine uymayacağını söylüyor. SYRIZA, Euro’dan ayrılmak istemiyor, ama AB patronlarına 130 milyar Euro’yu ödemeye razı değil. 
AB patronları için kabus şu: 
Ya, Yunanistan kalkıp, ödeyemediği borçlar için, ‘Üzerine birer bardak ayran için. Bugüne kadar sömürdüklerinize sayın. Ödeyemiyorum işte, canımı mı alacaksınız’ derse!
Tarihte olmamış iş değil… Arjantin’i hatırlayalım.
Aslında Yunanistan’da batacak birkaç yüz milyar Euro AB’yi sallamaz. Zira bu ülkenin AB ekonomisindeki ağırlığı sadece yüzde 2. 
Galiba asıl korkulan, krizdeki ülkelerde kabaran ve krizden büyükleri sorumlu tutan kamuoyu tepkisi…
İyi pazarlar
.

 20 MAYIS 2012

17 Mayıs 2012 Perşembe

Yeni bir küresel kriz!




Kapitalist dünyanın patronu ABD, 3 yıl sonra yeni bir küresel krizi ateşledi. Finansal derecelendirme kuruluşu S&P’un, ABD’nin kredi notunu düşürmesi, dünya borsalarını tepetaklak etmeye yetti. Lamı cimi yok, bu yeni bir küresel kriz ve hatta boyutları ve dinamikleri itibariyle kısa dönemde ufukta çözüm işareti görünmüyor. 

Sevgili okurlar, bu pazar gelin şu adı konulmamış krizi anlamaya çalışalım. Hükümet topu taca atmak için ne yaparsa yapsın, Türkiye’de, özellikle döviz piyasasında yaşananlar tamamen bizdeki içsel nedenlerden, şu kronik “cari açık”tan kaynaklanıyor. Yani bizim krizimiz… Yoksa kimse krize giren bir ülkenin parasına hücum etmezdi. Ama bugünkü konumuz bunlar değil, dünya ekonomisinde yaşananlar…
S&P not düşürmeseydi de, şu anda ABD ve AB ülkelerinin bir numaralı sorunu, çığ gibi büyüyen “kamu borçları” olacaktı.
Önce bir liste: CIA verilerine (CIA World Factbook) dayanılarak hazırlanmış bir listede, devletlerin kamu borçlarının milli gelirlerine (GSYİH) oranı verilmiş. 131 ülkenin yer aldığı listenin başında Japonya geliyor. Japonya’da GSYİH’nın iki katından fazla, yani yüzde 226’sı kadar kamu borcu varmış.
Sırasıyla bazı ülkelerde, kamu borçlarının GSYİH’ye oranı şöyle:
Japonya: yüzde 226, Lübnan: yüzde 151, Zimbabwe: yüzde 150, Yunanistan: yüzde 144, İzlanda: yüzde 123, Jamaika: yüzde 123, İtalya: yüzde 119, Singapur: yüzde 102, Belçika: yüzde 98, İrlanda ve Sudan yüzde 95, ABD: yüzde 89, Sri Lanka: yüzde 87, Kanada ve Fransa: yüzde 85, Portekiz: yüzde 83, Mısır: yüzde 81, Macaristan: yüzde 80, Almanya: yüzde 79, Nikaragua: yüzde 78, İsrail: yüzde 77, İngiltere: yüzde 77,  Avusturya: yüzde 70, Hollanda: yüzde 65,İspanya: yüzde 64, Ürdün: yüzde 61, Kıbrıs (Rum tarafı): yüzde 61, Brezilya: yüzde 61, Kenya: yüzde 51, Pakistan: yüzde 59, Tunus: yüzde 50. Türkiye: yüzde 48,10 ile 64’üncü sırada.
Listeye bakınca ne dersiniz?
-“Kamu borcu ülke batırsa, önce Japonya batardı”..
-“Türkiye’nin maşallahı var(Türkiye’de kamu borçlarının milli gelire oranında düşüş de var).
Ama gazın ağayı hiç de öyle değil.
Analize şuradan başlayayım…
Verilere göre, ABD’nin kamu borçlarında 2000 yılından bu yana düzenli bir artışgöze çarpıyor. 2000 yılında 6 trilyon doların altında olan kamu borçları, 2006 yılında 8 trilyon dolara merdiven dayıyor. Asıl patlama ise, şu meşhur küresel finans krizinin, (mortgage krizi mi diyorduk)  patlak verdiği 2008’de başlıyor. Borçlar son üç yılda 9 trilyon dolardan 14,2 trilyon dolara tırmanıyor. İşte S&P’un alarm verdiği seviye bu.
Her ülkenin derdi, koşulları başka ve kuşkusuz burada bunları analiz etme şansımız yok. Ancak genel olarak benim vardığım sonuçlar şöyle:
Kapitalist batı ekonomisi, en parlak dönemini “30 zafer yılı” olarak tanımlanan 1945-75 arasında yaşadı. İkinci atılımı ise 1990’ların başından itibaren sosyalist ekonomilerin çökmesi ile gerçekleştirdi. Batılı ülkeler, Doğu Avrupa ve Rusya’dan, Çin’e, çok geniş bir alanda, daha ucuz hammadde ve işgücünden yararlanmanın avantajlarını yaşadılar. Dünya devi firmaların hemen hepsi üretimin büyük bölümünü, fiyat rekabeti nedeniyle bu ülkelere kaydırdı. Mercedes’den, Philips’e, iğneden ipliğe, her malın üzerinde “Made in China” yazısını okuduk.
Bunu yaparken, batılı ülke cirolarında eksilme değil, artış oldu. Nitekim, ABD’de GSYİH 2000 yılında 10 trilyon dolar iken, 2010’da 14,5 trilyon dolara yükseldi. Keza Avrupa ülkeleri de öyle.
Ama şu oldu, batılı ülke insanları işlerini, gelirlerini kaybettiler. Mortgage krizinde bir numaralı etken, buydu. Çalışan kitle gelir kaybına uğradıkça, hizmet sektörünün kârı eridi ve devletlerin vergi vs. gelirleri azaldı. Çin’in, Hindistan’ın, Bangladeş’in ucuz emeğini kullanan sermaye kesimi; batıda çalışanın, emeklinin sosyal masraflarını kısma derdine düştü.  Geliri artıramayan devletler, mevcut standartları koruyabilmek için gırtlağına kadar borca battılar. Borç paraların önemli bir kısmı da savaşa, silahlanmaya, banka, holding vs. kurtarmalara gitti.
Borç batağında önce Yunanistan karıştı. İtalya, İspanya, Portekiz derken, bu satırların yazıldığı saatlerde Financial Times, Fransa’da 2. Çeyrek için durgunluk haberi yayımlıyordu. İngiltere’de yoksul semtlerin ateşli isyanını, yağmaları izliyoruz ekrandan (En çok da Türk lahmacuncuyu bu işe alet etmelerine bozuldum. Polisin yapamadığını Türklere yaptırma peşindeler).
Listeye daha birçok ülke girecek…
Çözüm?
Kapitalist dünyanın akıl hocalarına, liderlere göre çözüm, “kamu harcamalarını kısmak!”
Bundan anladıkları tek şey de çalışanların cebini boşaltmak, kazanılmış haklarını tırpanlamak.
Yani günü kurtarmak…
Erdoğan hükümetinin “başarısı”nın ardında da bu yatıyor olmasın?
İyi pazarlar

14 Agustos 2011

Eyvah, cari açık azalıyor!...


Yılın ilk çeyreğinde cari açıkta kaydedilen düşüşe sevinelim mi, üzülelim mi bilmiyorum. Bu cari açık konusu öyle hale geldi ki, artması başka dert, azalması başka dert… Bizde yüksek büyüme oranı demek, rekor cari açık demek. Büyüme rekor kırınca “eyvah kriz geliyor” demiştik; şimdi cari açık azalmaya başlayınca “eyvah piyasa kilitlenecek, yaprak kımıldamayacak” diye kaygılanmamız gerekiyor. 

TCMB, geçtiğimiz hafta bu yılın Ocak-Mart dönemine ilişkin, dış ticaret ile cari açık hesaplarını açıkladı.  Verilere göre, cari işlemler dengesinde, geçen yıla göre belli bir düzelme var. 3 aylık açık 5 milyar 432 milyon dolar azalmış ve 16 milyar 179 milyon dolara inmiş. Kuşkusuz bunun en önemli nedeni, ithalattaki azalma ile dış ticaret açığının 3,9 milyar dolar gerileyip 16,6 milyar dolara inmesi. 
Bunun yanında hizmetler dengesi net 609 milyon dolar artıya geçmiş. Bunda da turizm gelirlerindeki atış ile doğrudan yatırım ve portföy yatırımları, faizlerde kaynaklanan net çıkışın 872 milyon dolar azalıp 1,9 milyar dolara inmesi etkili.  
Yine verilere göre, ilk çeyrekte yabancıların yurt içine net yatırımları 344 milyon dolar artıp 4,5 milyar dolara yükselirken, yurt içindekilerin yurt dışına yaptığı net yatırım 1,3 milyar dolar artmış ve 2,2 milyar dolar olmuş.Hisse senedi piyasasına net yabancı sermaye girişi ise 920 milyon dolar.
Cari açık Türkiye ekonomisinin yumuşak karnı. Buna kalıcı bir çözüm bulan bir siyasi iktidarın kimse sırtını yere getiremez. Maalesef AKP iktidarı da  bu kronik soruna çözüm üretemedi, son dönemlerde açıklanan ve cari dengeyi düzelteceği söylenen projelerin büyük ölçüde fos çıkacağını hep birlikte göreceğiz. 
Zira bu cari açık ekonomisi öyle dinamikler üzerine oturtuldu ki, bırakın enerjide dışarı bağımlılık konusunu, ticari mal ithalat ve ihracatı arasında bir denge kurmaya kalktığınızda yer yerinden oynayacaktır.
Gelin son beş yılda cari açığın seyrine bakalım.Cari işlemler dengesi (milyar)

Yıllar                     2008      2009      2010      2011        
Yıllık açık                  -41,95   -13,85  -48,56   -77,089

Tablo bize, cari açığın,  küresel krizin en şiddetli yılı olan 2009 hariç, hızla arttığını gösteriyor.Üstelik, son açık rekoru, enflasyonun iki katı devalüasyona rağmen yaşanmıştır.
Sözün özü şu: Cari açık ekonomisi sürdürülebilir bir şey değil, yürümüyor.
Bizde yıllık büyümenin kaynağı bu cari açıktır.  Büyüme ne kadar artarsa, memleketin döviz dengesi o kadar açık veriyor.Yani çarklar aslında ihracatla değil, ithalatla büyüyor.Bu yüzden ne zaman yüksek bir büyüme oranı yakalansa, cari denge altüst oluyor, açık rekor kırıyor.
Düşünsenize, ithalatın yüzde 70’i, hammadde ve ara malı… Yani herşeyi ithal girdi ile üretiyorsunuz. Sadece otomobillerin değil, sanayide kullanılan makinelerin de çoğu ithal.
Benim tezim şu: Türkiye mevcut ekonomi politikasını sürdürebilmek için mutlaka petrol gibi bir doğal zenginliğe sahip olmak zorunda! 
Aksi takdirde yıllık 75 milyar doların üzerindeki açık her zaman patlamaya hazır bomba gibi bekleyecektir.
Şimdi açık azalıyorsa,  emin olun bu ihracatın artmasından değil, ithalatın azalmasından.İthalat da hammadde, makine ve aramalı olduğuna göre, demek ki Türkiye daha az üretecek, daha az tüketecek… 
Kemerler sıkılacak. İşler yavaşlayacak, işsizlik artacak.
Sistemin cari açıkla mücadele yöntemi bu!
Hükümet yıl sonuna kadar cari açığın 77 milyar dolardan 64 milyar dolarak indirmeyi hedefliyor.
Hedef tutar mı tutmaz mı?
Hedefin tutsun diye mi dua edelim, inşallah tutmaz diye mi?
İyi pazarlar…

13 MAYIS 2012

8 Mayıs 2012 Salı

EMD, "Altın Kalemler" ve yazamayan...



Geçtiğimiz hafta başında Ekonomi Muhabirleri Derneği’nin (EMD) 25. kuruluş yılı nedeniyle Ankara Hilton Oteli’nde düzenlediği “Altın Kalemler” ödül törenine katıldık. 4 bakanın katıldığı gece, bana Ankara’nın ekonomide tek sesliliği iyice kanıksadığını düşündürdü. Sohbetlerde herkes bir şeylerden yakınıyor olsa bile, kürsüden çıkan aykırı sesler çok cılızdı. Tabii, tecrübeli kalemler de yazma olanağından yoksun bırakılmış…


EMD, Türkiye’de gazetelerin “ekonomi sayfaları” düzenlemeye, gazetelerde“Ekonomi Servisi” kurulmaya başlandığı ve buralarda sadece ekonomi ile ilgili gelişmeleri izleyen muhabirlerin çalıştırılmaya başlandığı 1980 sonrası Turgut Özal’lı yıllarda doğdu. 1983-85 arasında birçok gazetede ekonomi birimleri kuruldu. 
Ekonomi muhabirliğinin kurumsal hale gelmesine öncülük edenler Özden Alpdağ, Vecdi Seviğ, Taylan Erten, Muzaffer Gençdoğan, Zülfikar Doğan, Ercan Deva, Nursun Erel gibi isimlerdi ve derneğin kurucularını da bunlar oluşturdular. Bu grup çok sayıda ekonomi muhabiri ve yazarının yetişmesini sağladı. Ben de bu isimlerden Vecdi Seviğ’in başında bulunduğu A.A. Ekonomi Haberleri Müdürlüğü’nde yetişmiş bir gazeteci olmaktan hep gurur duymuşumdur. Öyle ki, üniversitede 4 yılda gördüğümüz onca ekonomi dersine rağmen işe başladığımda tamamen boş olduğum hissine kapılmış,  bir seneden kısa bir sürede, 4 yıldakinden daha fazla yol kat ettiğimi fark etmiştim. Çalışma arkadaşlarım,  Nursel Gürdilek, Semra Cora, Maruf Buzcugil, İdris Adil, İsmet Hazerdağlı, Nevzat Ozan, Aytül Gürtaş, Orsoy Girgiç, Levent Sanin (toprağı bol olsun, bizim akıcı Fransızca ve İngilizce konuşup, çok hızlı daktilo kullanan Galataraylı abimiz) ekonomi basınının gözde kalemleri olmuştur.  
Kişisel olarak ekonomi muhabirliğini, ayrıcalıklı olmasa da hep özel bir yere koymuşumdur. Zira bana göre toplumu, olayları ve olguları anlamanın en kestirme yolu, konunun ekonomik boyutunu kavrayabilmektir. Ekonomik boyutu kavranamamış bir konu, bence hiç kavranamamıştır. Bu yüzden de ekonomi muhabirlerinin sadece ekonomi değil, iç-dış siyaset, hatta asayiş vs. olayları daha doğru kavrama potansiyeline sahip olduğunu düşünmüşümdür.
Örneğin bana göre, liderlerin günlük lafları, polemiklerini öne çıkaran,  “şu şuna şunu dedi, şöyle dedi” retoriği içinde gazetecilik yaptığını sanan politika yazarı sürekli sürprizlerle karşılaşacak, hep şaşkına dönecektir, geleceğe ilişkin varsayımda bulunamayacaktır: Çünkü olayın maddi, ekonomik temellerinden ve aslında olayları yönlendiren asıl saiklerden bihaberdir. Yani, bizde genel olarak her şeyi ekonomi, maddi hareketler belirler gibi bir varsayım vardır.

EMD’nin Hilton’daki ödül töreninde Maliye Bakanı Şimşek, AB Bakanı Bağış, Enerji Bakanı Yıldız,  Kalkınma Bakanı Yılmaz kısa birer konuşma yaptı, ödül verdiler. Tabii burası Ankara, başkent… “İş ve ekonomi dünyası” deyince, öyle Bursa, İstanbul gibi büyük işadamları, holding patronlarını düşünmeyin. Törenin ağır konukları örneğin Merkez Bankası’ndan bir başkan yardımcısı, Ankara Sanayi Odası, esnaf teşkilatı TESK, Türkiye Ziraat Odaları Birliği başkanları oldu.
Bu tür toplantılarda, mikrofonu kapan politika yapmadan duramaz… Bakanlar, beklendiği gibi ekonomi muhabirlerine “ekonomi tıkırında” dediler. 
Dikkat ettim, çiftçi, esnaf kesiminden alıştığımız “hep üvey evlatız” sitemleri tarih olmuş. Mikrofondan tek aykırı ses Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı İbrahim Yetkin’den geldi. Yetkin’in vurgusu ise hükümetin tarım politikası falan değildi. Yetkin, “iktidar yalakalığı”na sinirlendi… “Biz doğruya doğru, yanlışa da yanlış deriz, kimseden çekinmeyiz” dedi, hafiften dayılandı.
Anlaşılan o ki, AKP hükümeti ekonomi dünyasından tam destek görüyor. Özel sohbetlerde yakınma çok. Ama mikrofonda bunlar söylenmiyor. En azından, iktidarı muhalefetten daha güvenilir buldukları kesin.    
Dikkatimi çeken en önemli şeylerden birisi ise şu oldu: Karşımızda 25 yılı geride bırakmış, “gümüş yılı”nı kutlayan bir meslek örgütü var.  Ben de başından beri bu grubun doğal bir parçasıyım. Ancak ilginçtir,  toplantıda eskilerden tanıdık sadece bir-iki kişinin ekonomi yazmaya devam ettiğini fark ettim. 
Meslekte 25 senesini doldurmuş, engin tecrübelere sahip, bugün de büyük bir enerjiyle üretken olmaya devam edecek arkadaşların bir şekilde mesleklerini icra edemez hale gelmeleri ne kadar üzücü…
Bana sorarsanız, bunun faturası sadece bana, meslektaşlarıma çıkmıyor; bu topluma çıkıyor… Ekonomiye, iş dünyasına, sanayiciye, esnafa, üretene, kısaca ülkeye çıkıyor… Türkiye gören gözünü, duyan kulağını, yazan kalemlerini kaybediyor, diye düşünüyorum…

İyi pazarlar. 
07 MAYIS 2012

5 Mayıs 2012 Cumartesi

At gitsin soğuk savaş gözlüğünü!

At gitsin soğuk savaş gözlüğünü! (1)


Ankara’da “darbeciler” ile ilgili gündem yoğun. 12 Eylül paşalarının ilk duruşmasından sonra, 28 Şubat’ın önde gelen paşaları da gözaltına alınıyor. Bütün yetersizliklerine rağmen güzel gelişmeler. Darbeci paşalardan belki kurtulacağız… Ama topu tüfeği, askeri ile sokakta darbe yapan güçlerin,  psikolojik savaş aracı olarak beyinlerimize yerleştirdiklerinden nasıl kurtulacağız? Burnumuzun üstünde asılı duran soğuk savaş gözlüklerini ne zaman kaldırıp atacağız?
Sevgili okurum, madem devlet darbecileri mahkemeye çıkarıyor, çorbada tuzum olsun kabilinden, ben de darbe kahramanları tarafından kafamızda yaratılan algı ve önyargılarından bazılarını bu köşede sizlere teşhir etmek istiyorum!
İsterseniz, biraz gerilere doğru gidelim…
12 Eylül öncesi gençlik” terimi, darbeciler tarafından kavgacı, vatan haini, anarşist, satılmış bir nesli çağrıştırır oldu. Doğrusu, elimizi vicdanımıza koyalım ve hatırlayalım, 12 sabahı çoğumuz, sokak çatışmaları, faili meçhul cinayetler sona erdi diye, darbeye sevindik…
Gerçi, hatırı sayılır kalabalıkta bir kesim biliyor, ya da hissediyordu… Son yıllarda daha bir ortaya çıktı ki, aslında 12 sabahı terörü şıp diye durduranlar, terörün tırmanmasını kaşımıştı, darbe ortamını yaratmıştı. 
Sadece sesli düşünüyorum… 
İnsanların birbirine sopayla, bıçakla, silahla saldırması için aşırı şekilde birbirine karşı doldurulmuş olması gerekiyor.
Bizde “68 Kuşağı”, malum ağırlıkla anti-emperyalist, Amerikan karşıtı, yer yer sol, ulusalcı bir siyasal hareketti.
78 Kuşağı” kuşağı,  daha fazla sol, sosyalizm hayalleri kurdu. Sadece öğrenci gençlik ile sınırlı olmadı, kitlesel hal aldı, 1-2 milyon insanı etkiledi, yoksul halk, gecekondu, yer yer de köylü kesimlerini harekete geçirdi.
Sağ siyaset daha ziyade, sola tepki olarak çıktı. Sağ kesim eli boş durmadı, milliyetçi, yer yer İslamcı bir içerikle örgütlendi, devletten kontrollü bir himaye gördü. Hükümete sol, örneğin CHP gelse de durum değişmedi.
Dikkatinizi çekerim: ister sağcı olsun, ister solcu olsun, hem 68, hem 78 kuşağını harekete geçiren ülkenin, vatanın, halkın vs. kurtuluşu hayaliydi… Çok marjinal denebilecek örnekler dışında kimse kişisel çıkar, para kazama, servet elde etme derdinde değildi. Gençlerin yüreğindeki coşku, yaşadıkları heyecan, onları gözünü kırpmadan kavgaya, ölüme sürükleyen şey yurtseverlikleri, vatanseverlikleriydi; daha demokratik, daha özgür bir Türkiye hayaliydi. Öğrenciler parasız, demokratik ve özerk bir üniversite istiyor: işçiler sendikalaşma, daha düzgün çalışma ortamı, yönetimde söz hakkı istiyordu. Yaşı 50 ve üstü olanlar bunun canlı tanığıdırlar.
Ancak, gençlerin böylesi büyük coşku ve fedakarlıkla harekete geçmesi Türkiye’yi istediği gibi yönlendirmeye başlamış emperyal güçler tarafından hiç hoş karşılanmadı. NATO kamuflajı arkasında ABD tarafından kurulan “derin devlet”, bir yandan “özel harekatçı” birlikleri yarattı, bir yandan da buna uygun siyaseti organize etti.
Bizi “komünizmden koruyacaklar”dı…
Kavramları bile onlar belirledi.
Alın size “Milliyetçilik”
Türk Milliyetçiliğinin, gerçekte Türk insanının maddi, manevi çıkarlarını korumayı, Türk olmayı üstün tutmayı öngören bir anlayış olması gerekmez mi?
Peki, bizde kendisine “milliyetçi” diyen kesimler ne ölçüde buna uygun davrandılar.
Neden tek düşmanları solculardı, komünistlerdi?
Tamam, komünizme de karşı olunmalıydı, ama Türkiye komünist işgal altında falan da değildi. Zaten komünist propaganda yasaktı, bu görüşleri savunan çok küçük gruplar vardı, o kadar. Türk milliyetçilerinin öncelikli meselesi bu olamazdı. Örneğin, “milli sanayi” diye bastırabilirlerdi, yabancı araba değil, Türk arabası, Türk uçağı, Türk tankı isteyebilir, aya önce Türkler gitsin diye slogan atabilirlerdi, yerli malı kullanımını isterlerdi, ülkedeki yabancı askeri varlığa karşı olabilirlerdi. Türklerin boynunun eğik olduğu o kadar çok alan vardı ki, komünistlere zurnanın son deliği bile olamazdı.
 Ama ne oldu? Solcu Deniz Gezmiş ve arkadaşları İstanbul’da “6. Filo Defol” yürüyüşü yaptığında, karşılarında, Amerikan askerleri yerine,  kendisine “Türk milliyetçisi” ve “Müslüman” diyen bir grubu bulmuştu…
Haydaaa! Ortada bir terslik yok muydu?
Normalde, 6 Filo’nun, solculardan çok milliyetçilerce protesto edilesi gerekmez miydi?

(devamı haftaya)


At gitsin soğuk savaş gözlüğünü! (2)


İnsanlar, “komünist”, “faşist” diye kapı komşusuna, sınıf arkadaşına, kardeşine, ailesine, köylüsüne karşı kışkırtıldı. Merak etmeyin, sol kesim de benzer hastalıktan tamamen ari değildi.  Bu konuda en günahkâr kesim ise kuşkusuz İslamcılar oldu.
Hiç unutmam, bir Orta Karadeniz kasabasındayız. Küçük bir kasaba, genelde sağ görüşten insanlar hâkim. Lise öğrencisiyim, sol fikirler yeni, çekici… Hedefte “faşistler” var. Bir gün çıka çıka bu “faşist” grubun önde gelen isimlerinden birisi çıktı karşıma… Ben halkçıyız, emekten yanayız, yoksulda garibandan yanayız, halkı kurtaracağız diyorum ya; karşımda “faşist” dediğim delikanlı, kasabanın en gariban adamlarından birisinin oğlu! Babası bir ayakkabı tamircisi… Çocuk çok heyecanlı… Sanıyor ki, kasabadaki “goministler”, bir grup çocuk, yok edilirse,  kasaba kurtulacak, hem ailesi hem kasabası için ortalık cennete dönecek! Buna kendisini sahiden inandırmış. Kavgaya dünden hazır, keskin bir sustalı taşıyor…
Can korkusu değil de kafamda bir korku, bir çelişki var: Ya biz, hani fakirlerin hakkını savunacaktık… Bu adamın fakirlikte benden aşağı kalır bir yanı yok ki… Bu çocukla niye kavga etmiş olacağım? Ne yapsam, etsem derken bir anda öne çıktım ve “Bak gidip seni … amcaya şikayet edeceğim” deyiverdim. Şikayet etmekle tehdit ettiğim kişi, babası.
Bir anda elindeki sustalının ucunun aşağı çevrildiğini fark ettim. Tehdit yerini bulmuştu. Biraz da “Ben sana ne yaptım da bıçakla yolumu kesiyorsun”  türünden diyaloga girince, o da benle kavga etmesinin bir anlamı olmadığı sonucuna vardı sanırım.
 “Türk milliyetçileri”nin kanını akıttığı insanların nerdeyse tamamı Türk idi… Türk olmayanlar da T.C vatandaşıydı. Bundan yaman çelişki olur mu….
Bugün, 40 yıl geriye bakıldığında artık kendisini “Milliyetçi” olarak tanımlayan insanların, bu tuzağı görmüş, hissetmiş olduklarını umuyorum. Yeterli olmamakla birlikte MHP’deki değişimin altında da bu tespitin yatmış olabileceğini tahmin ediyorum.
Yine nedense Akıncılık, Milli Görüş vs. siyasal hareketlerin de baş düşmanı sadece solcular oldu. Sadece Müslüman ailelerin çocukları ile kavga ettiler… Sadece insanların dini inancı ve yaşam tarzıyla ilgilenmek bunlar için yeterli olmadı. Kimi yerde patronların, grev yapan, sendikalaşma çabası içinde bulunan işçilerin üzerine bu tür “İslamcı” gençleri gönderdiğini duyduk.
Aslında bütün siyaset ABD ve Rusya’nın başını çektiği “soğuk savaş” tarafından kurgulanmıştı.
Öyle ki, bir “milliyetçi”, “ülkücü” için sizin, bırakın ulusal değerlere, ahlaka, geleneklere uygunluğu vs. Türk olmanız falan da hiç önemli değildi… Tek kriter vardı, komünistlere karşı olmak… Verilen görev de zaten buydu.
Tarihsel olarak bakınca, aslında bizde İttihat ve Terakki’ye kadar uzanan “milliyetçi” gelenek, ilk defa soğuk savaşta bu ölçüde çığırından çıkarılmıştır.
Şeriatçılar, Atatürk’ün öncülük ettiği Kurtuluş Savaşı’nda, açıktan İngiliz Emperyalizminin yararına çalıştı, para silah desteği aldılar.  Atatürk’ün dinle, ibadetle bir sorunu olmadığı biliniyordu, Müslümandı.  Ama sırf bu “ajan” karakter yüzünden elebaşları cezalandırıldı,  devlet ibadet şeklini de “hizaya getirmek” durumunda kaldı.
Geçenlerde, Halil Nebiler’in bir kitabına rastladım. Basın Yayın’dan sınıf arkadaşım. Üşenmeden yazmış bu “ajanlık” öyküsünü.   
Düşünsenize, birisi geliyor, islamın şartı diyor, kuran diyor,islami yaşam tarzı diyor, seni tevekküle yönlendiriyor. Sen yaşadığın bütün olumsuzlukları kaderine yorup, Allah’a dua ediyorsun. Herşeyi sineye çekiyorsun. Ama o senin saflığını servete çeviriyor!
Bugün, Türkiye’de en yaygın siyasal islami  grup sanıyorum Gülen cemaati.
İyi güzel de… liderlerinin ABD’de yaşaması, devlette, istediği kişinin telefonlarını dinletecek kadar etkili olması, İsrail’in gemi baskını dahil her konuda ABD'nin tarafında yer alması tesadüf mü?
Büyük Rusya’yı toparlamaya başlayan Putin, bazı cumhuriyetlerde Gülen okullarını yasaklamış. Gerekçe, şeriat propagandası falan değil… İddia şu: CIA ajanlığı!
Madem darbeciler yargılanıyor, hadi atalım gitsin şu soğuk savaş gözüğünü… Bizim devrimciliğimiz, milliyetçiliğimiz, müslümanlığımız bize yeter…
İyi pazarlar…