14 Ocak 2013 Pazartesi

Güle güle Mahmut ağa!

Bu yazı 14 Ocak 2013, Pazartesi 13:56:23 eklenmiştir.


“Çalışmakla zengin olunsa, benim babam dünyanın en zengin adamlarından birisi olur” derdim kendi kendime. 


Sabahları ben uyandığımda ortalardan çoktan kaybolmuş olurdu. Köyde zaten törensel kahvaltı adeti yoktu; herkes ya önüne konulan bir tas çorbayı içer veya eline bir şey tutuşturulur, doğru işine koşardı. 

O, iki kız, beş erkek kardeş; gelinli, torunlu oldukça kalabalık bir ailenin çobanıydı. Görev bölümünde kendisine çobanlık düşmüştü.  Galiba bu iş çok hoşuna gidiyordu. Tek bildiği, koyun otlatmaktı. Rahmetli annemi kaçırarak evlenmişti.  Babaları istemiyormuş.  İkisinin babası da köyün efesiymiş.  Babam, kendi babasını çok erken kaybetti. Annem ise yıllarca babasından bir af beklemek için boşuna ağlamıştı gizli gizli…
Nüfusu kırka ulaşmış bir aileyi artık bir arada tutmak imkânsız hale gelmişti. Zaten dünya da değişiyordu ve geçinmek sadece köy sınırlarında toprakları ekip dikmek, koyun, keçi, sığır gütmekle olmuyordu.  Artık “para” galebe çalmaya başlamıştı. Diğer akranları gibi ilk “”leri, ücretli çalıştıkları ilk ve de galiba tek iş, Almus Barajı inşaatı oldu. Ellerinde bangır bangır bağıran“tabanca”larla kayaları deliyor, deliklere yerleştirilen dinamitle patlatıyorlarmış. Biz sadece uzaktan patlama sesi duyardık. “Bugün ateş var” denirdi.  Ardı ardına patlamalar olurdu. İnsanlar sabah akşam yaklaşık 8 kilometreyi yürüyerek işe gidip gelirdi.
Kadınlara, çocuklara, çobanlara ayrı ayrı yer sofrası kurulan dönem 70’lerin başında sona erdi.   Hayvanlar, tarlalar, harman, samanlık, ev, her şey bölünmüş, paylaşılmıştı. Baraj işi çok kısa sürmüştü, babam tek geçim aracı olarak çobanlığa devam etti. Tabi bu sefer tarlaları da ekip biçmesi gerekiyordu.  Tarlaya tohum ekmek,  sürmek, biçmek, dövenlemek, savurmak, setende buğday dövmek hepsi ayrı ayrı işlerdi ama bu sefer hepsini yapması gerekiyordu.
Israrla ve sabırla hepsini de öğrenmişti. Hatta bir ara “sivri nacakla araba yaptı”ya çıkmıştı adı.  Öküzleri koştuğu kağnıyı, tekerlerini, ormandan kestiği ağaçlardan, koyun güderken elinde taşıdığı nacakla yapmıştı!
Çıplak gözle gördüğü tepelerin, dağların arkasında da bir dünya olduğunu bilmeden ayrıldı aramızdan. Tokat, Almus Kızıldere’den sadece tuz almaya gittiklerini anlatırdı Sivas’a, katırla, atla… Ve bir de Sarıkamış’ta askerlik yapmasını. Orası da Dumanlı Dağı gibi yüksek, soğukmuş…  zamanla bir oğlu ve biricik “Ahizeri”, kızı uzak şehirlerde yaşamaya başlayınca, yemin etse başı ağrımayacak kadar “gurbet gördü”…
Kendi babasında gördüğü otoriteyi çocuklarına uygulamamak için özel çaba sarf ettiğinden eminim.  Uyumluydu; belki bu yüzden dedem öldükten ve “Kabagil” ailesi bölündükten sonra büyük annem bizimle kalmıştı. Babam da biz de, ana diye ona derdik. Annesinin, ağabeylerinin yanında bize pek yaklaşmaz, “oğlum” demezdi. Biz de “emmi” derdik, “baba” demeye galiba çok sonra başladık.
Toplum, ilişkiler hızla değişiyordu. Ancak buna ayak uydurmaya hazır değildi. Yazları yayla, tarla ve mer;  kışları ağıl ve ahır, onun günlük rutiniydi, dışına çıkınca perişan olacağını düşünüyordu.
Belki bu yüzden beni ortaokula kaydettirmekte çok zorlanmıştı. Hele lise, üniversite, hiç defterinde yoktu… “Memur olsan iyi olur ama ben okutamam” diyordu.
Tabi “istemediği” işleri yapmama rağmen sonuç olumlu olunca çok sevinmiş, kıvanmıştı.  Peki başarısız olsaydım defterden siler miydi? Hiç sanmam. Zira bir keresinde yazdığım iki defter sayfası yazı nedeniyle okuldan atıldığımda “Geçmez akçe sahibine yakışır. Hadi köye gidiyoruz” deyip bana sahip çıkmıştı…
Hayatında hiç sinemaya, tiyatroya, konsere gitmedi, yüzmedi, dans etmedi, içki içmedi. Çok az kaval çalardı. Ama üflükle eski yanık türkülere bir başladı mı, elindeki işin nasıl bittiğini anlayamazdın.  Son senelere kadar lastik ayakkabı giyerdi. Onlara alışmıştı.  Onu en neşeli gördüğüm anlar hep birlikte sofraya oturup yemek yediğimiz veya uzun kış gecelerinde  sobanın başında toplaşıp sohbet ettiğimiz anlardı. Yanında da yağlı koyun eti oldu mu, keyfine diyecek yoktu.  Kızım Özlem, “Dedeciğim senin mangalından sonra bir şey beğenmez oldum” derdi. Oğlum diş hekimi olunca ilk protezini ona yapma hayalini gerçekleştirmeye çalışıyordu; elinde protezi ile kala kaldı...
80 yaşında ağılda kuzularını emdirdikten,  yemeğini yeyip çayını içtikten sonra kötü bir şaka yaptı. Ne ağrı, ne acı yaşadı. Onu pırıl pırıl güneşli bir kış gününde, bembeyaz karın altına bıraktık.
Güle Mahmut ağa…

 

3 yorum:

  1. Çok dokunaklı bir yazı. Benim babamın öyküsüne benzer bir öykü. Biri dağlarda, ovalarda koyun gütmüş, diğeri terzi dükkanında günde 16-18 saat çalışarak çocuklarını okutma mücadelesi vermiş. Aynı şeyi ben de düşünürdüm. Çalışmakla zengin olunsaydı, babam herkesten daha zengin olmalıydı. Olmadı. Ama çocuklarını da namerte muhtaç etmedi.

    YanıtlaSil
  2. Arap at üstünde kaldı postumuz
    Ikrardan döndü mü ola dostumuz
    Yarın bir gün kara toprak üstümüz
    Çürüdür hey Benli Suna'm çürüdür .

    Nice gönlü zengin mahmut ağalar için yazmış karacaoğlan.

    YanıtlaSil
  3. Güzel duygularınız için çok teşekkür ederim Unknown... Bu topraklar üstünde öykülerimiz çok farklı değil. Aynı güneşin, aynı kara bulutların altındayız... Selamlar...

    YanıtlaSil