28 Mayıs 2013 Salı

Şehirlerimizde ‘Neoliberal Dönüşüm’...


  Bu yazı 27 MAYIS 2013, Pazartesi 11:23:27 eklenmiştir.


Başkentte, Eskişehir yolu üzerindeki Tepe Prime içindeki Galeri m1886’de, “Boş Evlerden Şehir Olmaz” adlı ilginç bir sergi açıldı. 27 Nisan-21 Mayıs tarihleri arasındaki sergide Türk ve Fransız fotoğrafçıların eserleri izlendi.

Sergi ODTÜ Mimarlık Fakültesi, SANART, Fransız Kültür Merkezi ve Fransa’da faaliyet gösteren TRAM tarafından organize edilmişti. Bir sergiydi, ama ilginç bir şekilde, kentleşme ve mimaride yeni “trendlerin” sorgulandığı bir mekân haline geldi.

En azından benim dikkatimi, bu boyutu çekti. Malum, bir yığın sempozyum, panel, fuar düzenlenir. İnsanlar işin görsel öğeleriyle, isimlerle ilgilenmekle yetinir. 
Örneğin, Bursa’da her yıl çok kapsamlı bir Yapı Yaşam Fuarı düzenlenir. İnsanlar fuara gider, stantları gezer, inşaat, tadilat hakkında ilgisini çeken şeylere bakar, çıkar. Oysa aynı binada Türkiye, hatta dünyanın sayılı mimarları kentleşme, planlama konularında önemli şeyler konuşurlar. Ama dinleyici sayısı 10-15’i pek geçmez…
Hatırlarım, bir seferinde sempozyumun ana konusu “Mimarlık”tı ve bildirilerden oluşan kitap, mimarlıkla ilgili bildiğim en geniş kapsamlı kaynaktır… 
Sergiyi gezip, insanlarla konuştukça çevrede gördüğüm değişikliklere daha farklı bakmaya başladım. 
Örneğin, sadece Bursa değil, bütün kentlerde “kentsel dönüşüm” gibi çok masumane bir isim altında tırmanan yeni bir yapılaşma eğilimi…
“Neoliberal ekonomi” diye bir şey biliyordum.
Ama siz hiç “Neoliberal kentleşme”, “Neoliberal konut” diye bir şey duymuş muydunuz?  Ben duymamıştım…
Meğer bu “Residense” denilen konutlar, TOKİ’nin yarattığı beton şehirler, öyle kendi kendimize keşfettiğimiz şeyler değilmiş!
Neoliberalizm”in konutla ilgili bildiğim tek politikası, “Kamu toplu konut yapımı ve konut yapımını desteklemeye yönelik yardım programları iptal edilmelidir” şeklindeki yaklaşımdı.
Bu da malum, Almanya, Fransa gibi ülkelerde belediyelerin yoksul halk kesimleri için yaptığı, bedava, çok katlı konutlara, 80’li yıllarda Milton Friedman’cıların vahşi kapitalist tepkisiydi. “Ev alacak parası olmayan, bırakın, açıkta kalsın” mantığıydı.
Ama şimdi anlıyorum ki, özellikle 2002 sonrasında hız kazanan yeni bir dalgayla karşı karşıyayız…
Tartışmalara bakılırsa,  mevcut toplu konut projeleri kentleri artık geri dönülemeyecek şekilde değiştiriyor!
Devletler bu yolla, sosyal grupların çalışma ve yaşama biçimlerini yeniden düzenliyorlarmış. Bizdeki projelerin daha ileri aşamalarını Rio de Janerio, Mexico Cty ve Schanghai’de görmek mümkünmüş…
Bu “Mekânsal ve toplumsal dönüşüm süreci”nin kentte yaşayanlar üzerindeki etkisi “dramatik” oluyormuş…
Televizyondan izlediğim İstanbul Sulukule’deki “kentsel dönüşüm”, meğer bize has bir şey değilmiş…
Lütfen şunu okuyalım: “Kentin belli bölgeleri üzerinde gizli planlamalar yapılarak, kentin belleği niteliğindeki mekânlar, önce değersizleştirilmekte, sonra tecrit edilmiş bir yapıya dönüştürülmekte, ardından el değiştirmekte, sonra da birden kentin gözde mekanlarına dönüşmektedir... Sadece ekonomik çıkarların ön planda olduğu bu dönüşüm sürecinde,  yaşanların boşalttığı kimliksiz şehirler yaratılmakta ve bu alanların gelecek zaman içerisinde rant alanlarına dönüşmesi beklenmektedir… Dünyanın birçok kentinde birçok insan sokaklarda ya da kötü fiziksel şartlarda yaşam savaşı verirken, aynı kentlerde yeni inşa edilmiş, lüks ve yüksek korumalı, ancak boş, kimliksiz büyük konut bölgelerinin yaratılması , … insanların sosyal ve kültürel kimliklerine karşı açıktan bir müdahale…
Aklıma, 19. Fransız mimarisine imza atan Haussmann geliyor. Haussmann, Paris’e geniş caddeler açması ile ünlüdür. O dönemde bu, kentleşme açısından çok büyük bir ilerleme olarak gösterilmişti. Ancak Fransız devrimcileri onu hiç rahmetle anmadılar. Zira, Haussmann’ın gerçekte Paris sokaklarını, vatandaş rahat gezip dolaşsın diye değil, askeri araçların isyancı halkı rahatça tepelemesi için öyle geniş geniş yaptığı anlaşılmış!
Demek ki, şehircilikte “gizli planlar” eksik olmuyor.
Acaba Sulukle’de asıl plan, “Çingeneleri dağıtmak”mıydı?
İnsanları kibrit kutusu gibi üstüste yığılmış 20-30 katlı dev binalarda toplamak hangi "gizli planlar"ın bir parçası ola?
Ankara’da vatandaş arasında yaygın bir söylenti var: “Kentsel dönüşüm projeleri nedense hep başkan Gökçek’e oy vermeyen fakirlerin oturduğu semtlerde yapılıyor…
AVM’lerle çizilen zorunlu tüketim biçimleri, özel korumalar; yalıtılmış,  soylulaştırılmış zengin semtleri, siteler…
Eskiden tanımadığım insanlarla karşılaştığımda “Nerelisin” derlerdi.
Artık “Hangi sitede oturuyorsun” diyorlar.
Site adınızı söylediğinizde, kaç liralık bir evde oturduğunuz, yaklaşık aylık geliriniz, yaşam seviyeniz vs. şıp diye çıkıyor. İnsanların tavrı da ona göre değişiyor…
Söyleyecek bir site adınız yoksa, baştan bittiniz!
Önemli olan sitenizin adı, arabanızın markası…
Neoliberal kentimize hoş geldiniz!

İyi pazarlar.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

IMF borcu ve gerçekler…


  Bu yazı 20 MAYIS 2013, Pazartesi 14:10:53 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Türkiye ekonomisine yön veren IMF’ye borçların sıfırlanması, memlekette nerdeyse yüzbir pare top atışı ile kutlandı! Hükümet, “Dün borç dilenen ülkeyken, bugün IMF’ye borç veren ülke haline geldik” diye övündü. Artık “IMF boyunduruğunu” kırmış, dize getirmiş, güçlenmiş, para baronlarının sırtını yere getirmiş, özgürleşmiştik!

Sevgili okurum, borçtan kurtulmak; hele bizim gibi gırtlağına kadar borçlanan bir ülke için çok sevindiricidir. Ancak konu IMF olunca iş değişir; “borç” sadece para olmaktan çıkar…  Zira IMF, sıkışınca kredi istediğiniz bankalardan birisi değildir. IMF, ABD’nin liderliğinde büyük kapitalist ülkelerin, krize giren ekonomilerde “yapısal uyum” programı uygulamakla görevli, devletlerin kendi kattıkları ortaklık paylarından oluşturulmuş bir fondur. Adı üzerinde“Uluslararası Para Fonu.”
Yani bu kurum, kapitalist ve sosyalist sistemler arasında bocalayan, ya da henüz küresel sermayenin çıkarlarına/çarklarına uygun çalışmadığı için krize giren ülkelerin ekonomilerini, şatlı krediler vererek kendilerine “uyumlu” hale getirmek gibi bir misyona sahiptir.
Liberal iktisatçılar, IMF’ye “doktor” rolü verirler; krize giren ülkeler ona başvurur ve oradan verilen “reçeteler” ile ülkeyi yöneterek krizden çıkarlar.
Türkiye bu “IMF Reçeteleri”ni çok iyi tanır… Bu reçeteler çokuluslu sermaye ve onlarla çalışanların dışında geniş bir kesimin çıkarına uymaz.  Özellikle işçi, memur, köylü, küçük esnaf ve “ulusal sanayi” dünyanın her yerinde bu reçeteler nedeniyle zarara uğramıştır.
En son, 2001 krizinde hükümet işçi memur maaşlarını bile ödeyemez hale gelince çalmıştık kapılarını... Üstelik kapısını çalmakla kalmadık,  durum o kadar vahimdi ki, ekonominin yönetimini komple Dünya Bankası’ndan üst düzey yönetici Kemal Derviş’i çağırıp teslim ettik.
Derviş, Türkiye için okkalı bir “Yapısal Uyum Programı” hazırladı ve IMF’den rekor “mali destek” için anlaşmaları yaptı.
Ancak Ecevit hükümetiyle, sol-sosyal demokrat ya da ulusalcı gel-gitlerle bu“yapısal uyum”un yürümeyeceği sonucuna varıldı.
Ve nasıl ki ünlü “24 Ocak Kararları”nın uygulanması için 12 Eylül gibi emek, sendika, sol, sosyal devlet taleplerine karşı şiddet rejimi zorunlu görünmüşse,“Derviş Yasaları”nın istikbali açısından da tek partili, sağ ve global sermayeye tam sadık, muhafazakar, otoriter bir iktidar gerekiyordu. İşte aranan kan Ak Parti hükümetleriydi.
Derviş’li yıllarda IMF ile 18. Stand-By anlaşması yapıldı. 2002-2002 dönemini kapsayan bu anlaşma ile Türkiye krediyi alacaktı, ama bunun karşılığında“tüketici enflasyonunu” sırasıyla yüzde 25, yüzde 12 ve üç yıl sonra yüzde 7’ye indirecekti… Yani vatandaşın alım gücü baskı altına alınarak fiyatlar düşürülecekti… Nitekim gecikmeler olsa da enflasyon bu yöntemle, yüzde 5’lere kadar indi.
“Sıkı maliye politikasıyla GSMH’nın en az yüzde 3,5’i kadar faiz dışı bütçe fazlası verilecekti” (dış borç geri ödemesini garanti altına almak için).
“Ekonominin büyüme potansiyeli artırılacaktı” (Yerli hammadde ve aramalı üreten işletmeler bir bir kapatılacak, her şey dışarıdan ithal edilecek, iç talep kale alınmadan ihracata yüklenilecek).
“Yapısal reformlar ve özelleştirmeye hız verilecek”. (Ekonomi tamamen uluslar arası şirketlerin rekabet koşullarına uygun, onların çıkarını kollayan bir hale gelecek. Tarımda mevcut “verimsiz” yapı tamamen çökecek, hem mali sistem hem de reel ekonomi batılıların çıkarlarına uygun hale gelecek).
Sonra 2001-2004 dönemini kapsayan 19. Stand-By geldi. Vaat edilen paranın en büyük bölümü de (16 milyar dolar) bu dönemde alındı. Dönemin sonunda, IMF’nin 5 yıl için öngördüğü 31,9 milyar doların 28,2 milyar doları kullanılmıştı.
Erdoğan hükümetleri, başından beri sadık oldu, IMF’nin her “tavsiyesi”ni titizlikle yerine getirdi
IMF heyetlerinin biri gidip biri geliyordu. Hükümet de 2002 ve 2003 için 3, izleyen yıllarda her yıl iki adet “Niyet Mektubu” hazırladı, rapor verdi.
Sonuncu “IMF Niyet Mektubu”, 28 Nisan 2008’de Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ve TCMB Başkanı Durmuş Yılmaz’ın imzası ile IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’a yazıldı.
Bu son mektupta, maaşların bankalar aracılığı ile ödeme zorunluluğundan, esnek çalışma ve performans sistemine; elektrik zamlarından,  özelleştirmedeki başarılara; kamuda işten çıkarılanların en fazla yüzde 10 kadar yeni işçi alınmasına, kamu harcamaları içinde çalışanlara verilen ücretlerin payını azaltıldığına; elektrikteki özelleştirmelerden, hastanelerde katkı payı alınmasına, devletin sağlık ve eğitimdeki yükünün hafiflememsine kadar hükümetin bütün başarıları tek tek anlatıldı!
Şu meşhur "cari açık" da IMF politikalarının kritik parçalarından birisidir. Zira cari açık kronik hale gelirse, yani siz dış ticarette sürekli açık veren bir ekonomi kurarsanız, zorunlu olarak ülkenizin yerüstü yeraltı kaynaklarını, varlıklarını, yabancılara satışa sunmak zorunda kalırsınız... Cari açık olmasa memleketin taşı toprağı satışa çıkarılır mıydı? IMF'ciler ne anasının gözüdür! Ahan da şuraya yazıyorum: Bu iktidar cari açıkları kapatıcı politika yürütemez... Buna kalkarsa ipini çekerler!
Ve mektubun sonunda “Programın başarısının bir yansıması olarak Türkiye’nin… Fonun mali desteğine ihtiyacı azalmıştır” yazıldı.  Artık yeni borca gerek yoktu...
Borçların geri ödemesi 2010’ta bitmiş olacaktı, ancak 2008 krizi ile bir erteleme sağlandı, bugüne gelindi.
Şimdi soralım: Biz mi IMF’yi dize getirdik, IMF bizi mi?
“Kazan-kazan oynadık” derseniz, sorun yok…
İyi pazarlar

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Ne olacak bu Başkentgaz’ın hali !


  Bu yazı 13 MAYIS 2013, Pazartesi 12:37:26 eklenmiştir.

Başkent Ankara’nın doğalgaz dağıtım şebekesini kuran ve işleten Başkent Doğalgaz Dağıtım A.Ş.’de (BAŞKENTGAZ) sular bir türlü durulmuyor. Hükumetin özelleştirme kapsamında açtığı ihalelerde rakamın geriye gitmesi ve ihalenin, Başbakan’ın sözlerine rağmen onaylanması, siyaseti hareketlendirdi. TBMM’de, Başbakan Erdoğan hakkında “Kamuyu ve halkı zarara uğrattığı” iddiasıyla gensoru önergesi verildi. Ama siyasi kulislere bakarsanız, gensorunun altında sadece işin rakam boyutu yok; ihalenin düşük fiyata Erdoğan’a yakın bilinen (Bursalıların yakından bildiği) bir işadamına verildiği konuşuluyor.

Ankara, Türkiye’de doğalgazı belki de ilk kullanmaya başlayan kentlerin başında geliyor ve halen de en fazla doğalgaz tüketilen kentlerden birisi. Bu yüzden BAŞKENTGAZ da kendisini ülkenin ikinci büyük doğalgaz dağıtım şirketi olarak tanımlıyor.
BAŞKENTGAZ, aslında çok eski bir kamu kuruluşu. Ta, 1929 yılında, başkentte havagazı şebekesi kurmuş, işletmiş. Malum, 1988’den bu yana da doğalgaz şebekesini kurdu, işletiyor. Ankara’da belki birkaç küçük istisna dışında bütün konut ve işyerlerinde doğalgaz kullanılıyor. Yani bu firma tek tek bütün Ankaralıların günlük yaşamına dokunabilen bir firma… Şakır şakır para basıyor… 4,5 milyonluk başkentteki onlarca noktada insanlar doğalgaz parası ödemek için kuyruklar oluşturuyorlar.  Bordrolu ve taşeron toplam 800 civarında çalışanı olan BAŞKENTGAZ, başkentin 2037 yılına kadar doğalgaz dağıtım lisansına sahip.
Hükümet 3-5 yıldır bu kuruluşu özelleştirmeye çalışıyor.
Tabi, amaç hazinenin kasasına nakit para koyabilmek; malum cari açık kronik …
Ama anlaşılan bu iş hiç de planlandığı gibi yürümüyor.
Şirket hisselerinin yüzde 80’i Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, yüzde 20’si de Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne ait.
Hükumet ilk olarak ÖİB’ye ait yüzde 80 hisseyi satışa çıkardı. İlahe 2007’den beri tam üç kez yapıldı.
İhalelerle hazinenin kasasına 3 milyar dolar girmesi bekleniyordu. Ancak hükumetin bu rakama angaje olması bir şey değiştirmedi ve ihalelerde en fazla verilen rakam 1 milyar 410 milyon dolar oldu.
Çaresiz, hükumet bu rakamı ve ihaleyi onayladı. Ancak bu sefer ihaleyi kazanan firma,  parayı zamanında ödemedi ve ihale gerçekleşemedi.
Aradan iki sene geçti. BAŞKENTGAZ’da abone sayısı 1 milyon 100 binden 1,44 milyona yükseldi. Firmanın cazibesini artırmak için geçen yaz özel yasa ile özelleştirme sonrasında uygulanacak tarife süresi 10 yıldan 8 yıla indirildi. Olmadı, kalan yüzde 20 hisse de özelleştirme kapsamına alındı.
Ancak bütün bunlara rağmen son ihalede en yüksek rakam 1 milyar 162 milyon dolarda kaldı!
Yani BAŞKENTGAZ firması, büyüdü, gelirleri arttı, ancak satış rakamı yaklaşık 300 milyon dolar aşağı indi. 25 Ocak 2013’teki 4. ihale sonrasında Başbakan Erdoğan, hatırlanacaktır, bir televizyon kanalında "Karlılık olayını milletimizin lehine düşünmek durumundayız. Mesela BAŞKENTGAZ'da 1.5 milyar doları yakalamışız. Türkiye bu kadar güçlü olmuşken, enerjide bu kadar güçlü bir yere gelmişken, sen 'nasıl oluyor da şimdi 1.100 veriliyor' demez misin" şeklinde de konuştu.
Konuştu da ne oldu, Özelleştirme Yüksek Kurulu Başkanı olarak 14 Mart 2013'te ihaleyi onayladı.
Şimdi olay siyasetin de gündeminde. CHP’li 50 milletvekilinin imzasıyla bu konuda Başbakan için gensoru önergesi verildi.
Son ihaleye 6 firma katılmıştı.
Denilebilir ki, sonuçta, fiyatı alıcı belirler… Sizin firmanın aktifleri, karlılığı vs. üzerinden yaptığınız hesaplar ihalede karşılık bulmayabilir. Bu konunun siyaset malzemesi yapılması da pek adil olmaz…
Ancak anlaşılan iş sadece rakamlar değil; ihaleyi kazanan firmanın “iktidara yakınlığı”
İhaleyi Torunlar Gıda kazanmıştı. Torunlar, son yıllarda hızla büyüyen bir grup ve Aziz Torun Bursa kamuoyunda yakından bilinen bir isim. Kulislerdeki iddialara bakarsanız, Başbakan rakamın düşük olduğunu açıklamasına rağmen ihaleyi onayladı. Çünkü ihaleyi kazanan bir “yakınıydı”
Anlaşılan BAŞKENTGAZ’da sular bir süre daha durulmayacak.
Gensorunun meclis aritmetiğinde kabul edilmesi neredeyse olanaksız.
İhaleyi ilk kazanan Global Yatırım-Energaz ortaklığı, teminatı da yanmış olarak eli boş kalmıştı. Bakalım tartışmalı ihale süreci Torunlar Gıda’ya ne getirecek.
İyi pazarlar…

 

6 Mayıs 2013 Pazartesi

3 Mayıs, Afrika’dan basın dersleri…


  Bu yazı 06 MAYIS 2013, Pazartesi 12:46:30 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
“3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü”, basın özgürlüğüne duyarlı meslektaşların ve meslek örgütlerinin sayesinde bizde de rutin anma günlerinden birisi olmaya başladı. Gazetecilerin maruz kaldığı şiddet ve katliamlara karşı mücadeleyi öne çıkaran 3 Mayıs’lar, umarız pek çok özel gün gibi toplanıp çiftetelli atma gününe dönüşmez…


Çiftetelli” sitemi için bir parantez açmak istiyorum. Adı ve içeriği ne olursa olsun bütün özel günlerde sadece eğlenir olduk. Örneğin 1 Mayıs, emekçilerin, çalışanların hak ve sorumluluklarına, sorunlarına dikkat çekmekte kullanılabilirdi. Oysa ya dayak yiyoruz, ya da halay çekip çiftetelli oynuyoruz! 
Resmi bayramlar, evlet baba, sayın vali, sayın bakan, geçit resmi,  rap rap; özel günler çiftetelli, şıkıdım, şıkıdım!
Bu yıl ilk kez Türkiye Gazeteciler Sendikası, 3 Mayıs nedeniyle hapishanelerde tutuklu olan gazetecileri anmak için eylem düzenledi. İstanbul Adliyesi önünde,  cezaevlerinde tutuklu bulunan 62 meslektaşımızın her biri için bir balon uçuruldu ve her balona meslektaşların fotoğrafı yerleştirildi.
Meslektaşlarımız 3 Mayıs’ta İstanbul semalarında kenti seyrettiler. Tabi İstanbullular da onları!
Hükumet bunların pek çoğu için “Bunlar gazeteci değil terörist” demeye devam ediyor. TGS bu isimlerle teker teker bağ kurdu, dava dosyalarını inceledi. Ortaya çıkan sonuç: Bu insanların çoğu Kürt ve radikal sol yayın kuruluşlarına çalışıyor. Yazdıkları devletin hışmını çekiyor.  Belki çok doğru şeyler yazmıyorlardı, çoğumuz da bu görüşleri benimsemeyebiliriz. Ama sonuçta söz konusu “suç aleti” silah değil, kalem! Ve bu meslektaşların yazılarından oluşan Tutuklu Gazete’nin üçüncü sayısı da basılıp dağıtıldı.
Vali ve İçişleri Bakanının açıklamaları, tipik, kanıksanmış bir “devlet” tavrı. Bu yöneticiler sanki sadece polisin valisi, bakanı... Biz, evinin önünde, polisin gaz bombasıyla ağır yaraladığı 17 yaşındaki bir kıza sahip çıkacak, onun da hakkını arayacak bir valiye, içişleri bakanına ne zaman sahip olacağız, tanrım!
53 yaşındayım. Bunu görmek için daha kaç sene bekleyeceğim?

Peki nedir bu 3 Mayıs.
1993’de, Birleşmiş Milletler, 3 Mayıs’ı Dünya Basın Özgürlüğü Günü ilan etti. BM Genel Kurulu’nu bu karara iten şey, 3 Mayıs 1991’de Namibya’nın Windhoek kentindeki UNESCO konferansın ardından açıklanan “Windhoek Bildirgesi”ydi.
Afrika’da o dönem özgürlük ve demokrasi rüzgarları esiyor, askeri totaliter rejimler gazetelere ve gazetecilere şiddet üzerine şiddet uyguluyordu.
1969-90 arasında 48 Afrikalı gazeteci katledilmişti!
Windhoek Bildirgesi’nde, insan haklarına dayanan demokratik bir rejimin bağımsızlık, çoğulculuk ve basın özgürlü sayesinde var olabileceği vurgulandı. 
Basın özgürlüğü, “Basının devlet, siyasi iktidar ve ekonomik güç odakları ile matbaa veya medya dağıtım şirketlerinin denetimi/kontrolünden uzak olması” şeklinde tanımlandı. 
Şimdi elimizi vicdanımıza koyup düşünelim:
Türkiye’de BM’nin kabul ettiği bu tanıma uygun bir basın özgürlüğünden söz edebilir miyiz?
Devletin, hükumetin, siyasilerin, patronların, reklam verenlerin, dağıtım tekellerinin baskısı olmayacak!
Neredeeee!
20 yıl geçmiş, yıl 2013. Daha dün 1 Mayıs’ta, İstanbul sokaklarında gazeteciler polisin şiddetine maruz kaldı, kimyasal/biber gazından etkilendi, ağır yaralananlar oldu.
Türkiye’de 62 gazeteci yazdığı yazılardan dolayı cezaevinde. AKP hükumeti  son 30 yılda medyadaki kartelleşmeye tüy dikti.
Hükumet, “Yandaş medya” diye tanımlanan, şakşakçı kesime her türlü desteği verir, medya patronları servetine servet katarken, hükümetin yanlış uygulamalarını eleştiren gazete ve gazeteciler tek tek safdışı bırakılıyor. 
Cesur kalemler teker teker susturuluyor.
Artık basın emekçileri gazete, televizyon ve radyolarda, çalıştığı kurumda meslek etiğini denetleyemez,  söz/karar yetkisi olmayan ucuz işçi durumuna düşürüldü.
Ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, 3 Mayıs nedeniyle basın toplantısı düzenledi, gazetecilere yönelik şiddeti protesto için kelepçe dağıttı. Umarız muhalefetteyken böyle, iktidarda öyle olmazlar…
3 Mayıs’ı anıyor, yazdıkları nedeniyle cezaevine konulan bütün meslektaşlarımızın bir an önce salıverilmesini diliyorum.
İyi pazarlar…