Dursun EROĞLU Türkiye ekonomisine yön veren IMF’ye borçların sıfırlanması, memlekette nerdeyse yüzbir pare top atışı ile kutlandı! Hükümet, “Dün borç dilenen ülkeyken, bugün IMF’ye borç veren ülke haline geldik” diye övündü. Artık “IMF boyunduruğunu” kırmış, dize getirmiş, güçlenmiş, para baronlarının sırtını yere getirmiş, özgürleşmiştik! |
Sevgili okurum, borçtan kurtulmak; hele bizim gibi gırtlağına kadar borçlanan bir ülke için çok sevindiricidir. Ancak konu IMF olunca iş değişir; “borç” sadece para olmaktan çıkar… Zira IMF, sıkışınca kredi istediğiniz bankalardan birisi değildir. IMF, ABD’nin liderliğinde büyük kapitalist ülkelerin, krize giren ekonomilerde “yapısal uyum” programı uygulamakla görevli, devletlerin kendi kattıkları ortaklık paylarından oluşturulmuş bir fondur. Adı üzerinde“Uluslararası Para Fonu.”
Yani bu kurum, kapitalist ve sosyalist sistemler arasında bocalayan, ya da henüz küresel sermayenin çıkarlarına/çarklarına uygun çalışmadığı için krize giren ülkelerin ekonomilerini, şatlı krediler vererek kendilerine “uyumlu” hale getirmek gibi bir misyona sahiptir.
Liberal iktisatçılar, IMF’ye “doktor” rolü verirler; krize giren ülkeler ona başvurur ve oradan verilen “reçeteler” ile ülkeyi yöneterek krizden çıkarlar.
Türkiye bu “IMF Reçeteleri”ni çok iyi tanır… Bu reçeteler çokuluslu sermaye ve onlarla çalışanların dışında geniş bir kesimin çıkarına uymaz. Özellikle işçi, memur, köylü, küçük esnaf ve “ulusal sanayi” dünyanın her yerinde bu reçeteler nedeniyle zarara uğramıştır.
En son, 2001 krizinde hükümet işçi memur maaşlarını bile ödeyemez hale gelince çalmıştık kapılarını... Üstelik kapısını çalmakla kalmadık, durum o kadar vahimdi ki, ekonominin yönetimini komple Dünya Bankası’ndan üst düzey yönetici Kemal Derviş’i çağırıp teslim ettik.
Derviş, Türkiye için okkalı bir “Yapısal Uyum Programı” hazırladı ve IMF’den rekor “mali destek” için anlaşmaları yaptı.
Ancak Ecevit hükümetiyle, sol-sosyal demokrat ya da ulusalcı gel-gitlerle bu“yapısal uyum”un yürümeyeceği sonucuna varıldı.
Ve nasıl ki ünlü “24 Ocak Kararları”nın uygulanması için 12 Eylül gibi emek, sendika, sol, sosyal devlet taleplerine karşı şiddet rejimi zorunlu görünmüşse,“Derviş Yasaları”nın istikbali açısından da tek partili, sağ ve global sermayeye tam sadık, muhafazakar, otoriter bir iktidar gerekiyordu. İşte aranan kan Ak Parti hükümetleriydi.
Derviş’li yıllarda IMF ile 18. Stand-By anlaşması yapıldı. 2002-2002 dönemini kapsayan bu anlaşma ile Türkiye krediyi alacaktı, ama bunun karşılığında“tüketici enflasyonunu” sırasıyla yüzde 25, yüzde 12 ve üç yıl sonra yüzde 7’ye indirecekti… Yani vatandaşın alım gücü baskı altına alınarak fiyatlar düşürülecekti… Nitekim gecikmeler olsa da enflasyon bu yöntemle, yüzde 5’lere kadar indi.
“Sıkı maliye politikasıyla GSMH’nın en az yüzde 3,5’i kadar faiz dışı bütçe fazlası verilecekti” (dış borç geri ödemesini garanti altına almak için).
“Ekonominin büyüme potansiyeli artırılacaktı” (Yerli hammadde ve aramalı üreten işletmeler bir bir kapatılacak, her şey dışarıdan ithal edilecek, iç talep kale alınmadan ihracata yüklenilecek).
“Yapısal reformlar ve özelleştirmeye hız verilecek”. (Ekonomi tamamen uluslar arası şirketlerin rekabet koşullarına uygun, onların çıkarını kollayan bir hale gelecek. Tarımda mevcut “verimsiz” yapı tamamen çökecek, hem mali sistem hem de reel ekonomi batılıların çıkarlarına uygun hale gelecek).
Sonra 2001-2004 dönemini kapsayan 19. Stand-By geldi. Vaat edilen paranın en büyük bölümü de (16 milyar dolar) bu dönemde alındı. Dönemin sonunda, IMF’nin 5 yıl için öngördüğü 31,9 milyar doların 28,2 milyar doları kullanılmıştı.
Erdoğan hükümetleri, başından beri sadık oldu, IMF’nin her “tavsiyesi”ni titizlikle yerine getirdi…
IMF heyetlerinin biri gidip biri geliyordu. Hükümet de 2002 ve 2003 için 3, izleyen yıllarda her yıl iki adet “Niyet Mektubu” hazırladı, rapor verdi.
Sonuncu “IMF Niyet Mektubu”, 28 Nisan 2008’de Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ve TCMB Başkanı Durmuş Yılmaz’ın imzası ile IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’a yazıldı.
Bu son mektupta, maaşların bankalar aracılığı ile ödeme zorunluluğundan, esnek çalışma ve performans sistemine; elektrik zamlarından, özelleştirmedeki başarılara; kamuda işten çıkarılanların en fazla yüzde 10 kadar yeni işçi alınmasına, kamu harcamaları içinde çalışanlara verilen ücretlerin payını azaltıldığına; elektrikteki özelleştirmelerden, hastanelerde katkı payı alınmasına, devletin sağlık ve eğitimdeki yükünün hafiflememsine kadar hükümetin bütün başarıları tek tek anlatıldı!
Şu meşhur "cari açık" da IMF politikalarının kritik parçalarından birisidir. Zira cari açık kronik hale gelirse, yani siz dış ticarette sürekli açık veren bir ekonomi kurarsanız, zorunlu olarak ülkenizin yerüstü yeraltı kaynaklarını, varlıklarını, yabancılara satışa sunmak zorunda kalırsınız... Cari açık olmasa memleketin taşı toprağı satışa çıkarılır mıydı? IMF'ciler ne anasının gözüdür! Ahan da şuraya yazıyorum: Bu iktidar cari açıkları kapatıcı politika yürütemez... Buna kalkarsa ipini çekerler!
Ve mektubun sonunda “Programın başarısının bir yansıması olarak Türkiye’nin… Fonun mali desteğine ihtiyacı azalmıştır” yazıldı. Artık yeni borca gerek yoktu...
Borçların geri ödemesi 2010’ta bitmiş olacaktı, ancak 2008 krizi ile bir erteleme sağlandı, bugüne gelindi.
Şimdi soralım: Biz mi IMF’yi dize getirdik, IMF bizi mi?
“Kazan-kazan oynadık” derseniz, sorun yok…
İyi pazarlar
…
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder