25 Haziran 2013 Salı

Kendi ayağınıza sıktınız!

 

  Bu yazı 24 Haziran 2013, Pazartesi 12:31:53 eklenmiştir. 
 
İstanbul Taksim’de “Gezi Parkı yıkılmasın” diyen küçük bir grup gencin başlattığı direnişin “kelebek etkisi” ile bir halkın sel sel olup meydanlara akmasına şahit olduk. Halkın, vatandaş olmaktan kaynaklanan demokratik talepleri için meydanlara inmesi gibi güzel, gurur veren bir tablo, siyasi iktidarın ve galiba ağırlıkla da Sayın Başbakan’ın “kibri”, 10 yıllık iktidar ve oy desteğinin sarhoşluğu yüzünden bir anda istikrarsızlığa dönüştü… Üç haftada borsa tepetaklak gitti, dolar 2 liraya merdiven dayadı, memleketin milyarlarca doları buharlaşıp gitti... 
Toplumbiliminde “L’Effet Pappillon - Kelebek Etkisi” diye bir terim vardır. “Bir kelebek kanat çırpar ve dünyanın öbür ucunda kasırgalara neden olur” denir… Gerçekten de bazen sıradan, basit bir toplumsal olay, çok büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilir.
Gezi Parkı’nda en çok 100 kişinin başlattığı direniş, milyonları harekete geçirdi…
Üç haftada kimsenin öngöremediği bir yere geldik…
İddiam şu ki, Türkiye’de demokrasi ve katılımcı yönetim açısından çok büyük bir fırsat olan bu olay, maalesef Başbakan Sayın Erdoğan’ın tutumu nedeniyle heba edildi.
Eğer Başbakan çıkıp, “Ben, Başbakanınız olarak ülkem için, İstanbul için çok güzel bir şey yapmaya çalıştığımı düşünüyordum. Madem siz istemiyorsunuz, buyurun parkı güle güle kullanın. Gezi Parkı’nın içine bina yapma planımızdan vazgeçiyoruz” deseydi, bu iki cümleyi kursaydı, bugün bambaşka bir yerde olacaktık.
Hem gençler seslerinin yönetimce duyulup, adam yerine konulduklarını düşünecek, mutlu olacaklardı; hem de siyasi iktidar vatandaşın gözünde daha güvenilir, “milli iradeye saygılı” bir görüntü verecek, destek görecekti.
Oysa Sayın Başbakan, başından beri parkta çadır kurarak seslerini duyurmaya çalışan gençlere tepkiyle yaklaştı. Nasıl olsa onlar “çevreci”,  “üç beş çapulcu”ydu ve daha önce birçok defa yapıldığı gibi zabıta memurlarını, olmadı polisi gönderip parkı “temizleyecekti”…
Ama olmadı, sabahın köründe çadır yakma ve uygulanan zorbalık, vicdanları kanattı, herkesi isyan ettirdi. 
Destek için gelenlerin değişik siyasi parti ve gruplara mensup olmasında, her birinin olayı farklı yerlere taşımak istemesinde şaşılacak bir şey yok…
Ama olay başından beri şiddetten tamamen uzak olma özelliğiyle, rotasını korudu.
Polisin müdahale etmediği hiçbir gösteride tatsızlık çıkmadı.
Polis, radikal sol grupları şiddetle bastırmak üzerine organize olduğu için barışçıl gösterilere hazır değildi, yeni bir yöntem geliştiremedi, eski alışkanlıkla, Allah yarattı demedi, daldı…
Polis şiddeti hem barışçıl gösterilerin bir anda barikat savaşına dönmesine, şiddetin dozunun artmasına, hem de sokağa inenlerin sayısının çığ gibi artmasına yol açtı.
Ama bunlardan da vahimi, karşı mitingler oldu.
Başbakan, siyasi muhaliflerinin göstericilere destek vermiş olmasını gerekçe göstererek, partisine oy veren halkı meydanlarda topladı, “Bunlar bizim iktidarımıza, türbanımıza, inançlarımıza saldıran, dış mihrakların piyonu” propagandası yaptı. “Camide içki içtiler”, “başörtülülere saldırdılar” gibi, asılsız olup olmamasına bakmadan, kışkırtıcı sözleri defalarca söyledi. Şükür ki AKP’ye oy vermiş insanlar bu kışkırtmalara gelmedi…
İstanbul Okmeydanı’nda babasının ekmek almaya gönderdiği 14 yaşındaki Berkin Elvan, evinin önünde polisin attığı gaz bombası fişeği ile beyin kanaması geçirmiş. Meğer bu Berkin, benim Tokat’taki köyümden uzun seneler önce İstanbul'a göçen bir hemşehrimizin oğluymuş…
Acıyı daha bir yakın hissettik.
Ankara Kızılay’da polis kurşunuyla ölen 24 yaşında OSTİM sanayi sitesinde çalışan işçi Ethem Sarısülük’ün cenaze töreni de bizim mahalledeydi. Şu kadarını yazayım ki, vahamete bakın: On binlerce kişi, devletin polisinin kurşunu ile can veren bir genç için bir araya geldi, iktidara öfke vardı ve Ethem Sarısülük bir “şehit” gibi uğurlandı!
Şu kadar araç yakıldı, şu kadar maddi hasar var diyenlerin yitip giden birisi polis memuru 5 canı, sakat kalan onca insanı da anması gerekmez mi?
Sayın Başbakanım, hiçbir yerde suçlu aramayın… Kendi ayağınıza sıktınız!
Büyük emeğiniz olan istikrar ortamı kibrinize kurban gitmek üzere…
Hala 75 milyonun başbakanıyım diyebiliyorsanız, lütfen halka şiddet uygulayan, öldüren, yaralayan görevlileri yargıya teslim edin.
Camide içki içen kimse bulup yargılatın; ama yürüdü, durdu diye içeri atılanları serbest bırakın. Barışa ihtiyacımız var.
İyi pazarlar…

17 Haziran 2013 Pazartesi

Aramıza hoş geldin 2013 Gençliği!


  Bu yazı 17 Haziran 2013, Pazartesi 11:55:14 eklenmiştir.

’90 doğumlu gençler üç haftada bütün siyasal algıları, kavramları, paradigmaları altüst etti. Muhalif siyasi grupları “kriminalize/terörize etmeye”, kurduğu muazzam şiddet mekanizması ile ezmeye alışmış devlet aygıtı, barışçıl eylemlere hazırlıksız yakalandı, ne yapacağını şaşırdı… Bir yandan “iyi çocuklar” dedi, sırtını sıvazladı, öte yandan onları birbirine düşürmeye; olmayınca gazlı, coplu, TOMA’lı müdahalelere devam etti. Peki şimdi, ceberut devlet anlayışında bir kırılma olacak, demokrasiye bir pencere açabilecek miyiz? 

Artık “2013 Kuşağı” diyebileceğimiz yeni bir mücadeleci genç kuşağımız doğdu.
İtiraf ediyorum, yeni kuşak beni de şaşırttı…
Biz, ’78 Kuşağı’nın bir sıra neferi olarak, olaylara büyük ölçüde “soğuk savaş” gözlükleri ile bakıyorduk… Bize göre, gündelik yaşamda karşılaştığımız irili ufaklı bütün sorunlar, bir “düzen/sistem sorunu”ydu…
Örneğin Gezi Parkı konusunda bizim kuşak olsa “İşte, görüyorsunuz, kar hırsı ile gözü dönen kapitalizm ve para babaları, şimdi de gözünü parkımıza dikti” der, duvarlara “Gezi Parkı Halkındır, Halkın Kalacak” diye yazardık...
Çözüm ise Gezi Parkı’nı kurtarmak değil, rejimi yıkmak, sosyalizmi kurmak olurdu!
Devletin polisi jandarması da zaten bizim gibileri haklamak üzere organize olmuştu! Hiç birimizin tohumuna para verilmediğinden, pisi pisine içeri atılır, işkence görürdük veya tepemize kurşun sıkılırdı… Devlet yöneticilerinin, polisin, jandarmanın gözünde “vatan haini, dış güçlerin maşası, din düşmanı” olur, “… ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan bu vatanı…”  diye boyumuzdan büyük laflarla hakkımızda iddianameler hazırlanırdı.
Oysa 2013 Kuşağı işi sosyalizme falan bırakmadı!
 “Parkımııı yıktırmaaam” diye tutturdu; yıkımı engellemek için parkta çadır kurdu, gece gündüz nöbet tuttu.
Polisin “Dağılın Lan” uyarısını hemen besteleyip, şarkısını yaptı, klibini çektiler!
Başbakan "Çapulcular" deyince, tepki gösterip "çapulcu sensin" demedi, çapulcu olmayı benimsedi!
Kaskı, copu, gaz fişeği, kelepçesi, TOMA’sı ile kendilerini dağıtmaya gelen polise tempo tutup şarkı söyledi, kanun kitabı gösterdiler…
Biber gazı ile gözü görmez, nefes alamaz olunca, inatları tuttu, cesarete geldiler… 
Anlık acı ve savunma refleksiyle eline geçirdiği taşı TOMA’lara, polislere fırlattı, ancak öfkesine yenilmediler… Öfkesini, sokaktaki otobüs durağının camını kırarak çıkardı, ama nişan alarak kafalarına gaz fişeği atan polislerden birisini bile linç etmeye kalkmadılar..
4 “şehit”, onlarca sakat, yüzlerde yaralı verdiler…
En çok Başbakan’a kızdılar, istifasını istediler…
Dertleri, kişisel yaşam ve özgürlük alanlarına dokunulmaması, nefes aldıkları parkların ranta açılmaması, copsuz, gazsız gösteri yapabilmekti…  Yedikleri gaz, herkesin gözlerini sızlattı, vicdanını harekete geçirdi...
Türkiye insanı her bölgeden, her yaştan, inanıştan, meydanlara akın etti…
Üç haftada destek için sokağa çıkan insan sayısı on milyonlara ulaştı…
Değişik siyasi parti ve gruplar, onları tam anlayamadıysa da kendi yöntemleriyle destekledi.  
Yeni kuşağı en çok anlaması gereken kişi hiç kuşkusuz ki sayın Başbakan ve devlet bürokrasisiydi…
Başbakan, çeşitli çevrelerle toplantılar yapıyor…
İstanbul Valisi, sabah kan uykusunda gazla saldırıp çadırlarını yaktırdığı gençlerle, gece yarılarında toplantı yapar oldu…
Dedik ya, ne yapacaklarını bilemediler…
Bir yandan “talepler meşru” dedi, diğer yandan Başbakan, eski reflekslerle “çapulcu”,   “dış güçlerin maşası”, seçimle gelmiş hükümeti darbeyle yıkmaya çalışanlar dedi… Yetmedi, “karşı mitingler” ile siyasi mücadele başlattı! 
Ak Parti’ye oy verenler, parkın yıkılmasını istemek zorundaymış gibi…
Başbakan, ceberut devlet anlayışından kopamıyor mu?   
Ben, Başbakanınız olarak, ülkemin, sizlerin iyiliği için güzel bir iş yapacağımı düşünüyordum. Demek ki yanlış düşünmüşüm, madem istemiyorsunuz, parkı yıkmaktan vazçgeçiyoruz. Sizlere gereksiz şiddet kullanan, ölüm ve yaralanmalara neden olan polisler hakkında yasal işlem yapılacak vs.” demek bu kadar mı zor?
Meydanın orta yerinde 24 yaşındaki OSTİM işçisi Ethem Sarısülük'ü silahla vuran polis memurunu adalete teslim etmek, bir hukuk devletinde olması gereken standart bir uygulama değil midir?
Üstelik de, 751 Ada, 2 parsel numarasıyla tapulu yaklaşık 30 dönüm parselin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne  “meydan, park, yeşil saha vb. umumi hizmetlerde kullanılmak şartı ile” verildiğinin ortaya çıktığı, Topçu Kışlası Projesi hakkında İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararı verdiği bir ortamda!
Bunlara rağmen, bu kadar samimi, barışçı, duyarlı, pırıl pırıl bir gençliğin burnunu sürtmeye, ezmeye çalışmak akıl karımıdır?
Sonuçta, bu siyasi bir kalkışma değil, demokratik bir tepki.  “Türk Baharı” tanımı da yanlış. Madem “diyalog” başlatıldı, top hükümette. Başbakan’dan beklenen halkın sesine kulak vermek, demokrasiye yeni bir pencere açmak.
Ama bu fırsat tepilir, geleneksel devlet refleksleriyle gençleri kandırma, oyalama, olmazsa tepeleme yönteminde ısrar edilirse, işte o zaman yaşananları “Türk Baharını tutuşturan ilk kıvılcım” olarak kaydetmeye hazır olalım, derim.
İyi pazarlar

10 Haziran 2013 Pazartesi

‘Gezi’den çıkan mesajlar!


  Bu yazı 10 Haziran 2013, Pazartesi 12:43:28 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
İstanbul Taksim’deki “Gezi Parkı” protestosu, Türkiye’yi salladı; önümüze yeni ve tertemiz bir sayfa açtı. Vatandaş, tepkisini gösterdi, ne istediğini gayet meşru yollardan dile getirdi ve de çok büyük destek gördü. Şimdi top hükumette. Ya dediğim dedik, ceberut devlet geleneğini sürdürüp bu fırsatı heba edecek; ya da halkın sesine kulak vererek, demokrasinin çıtasını yükseltecek…

Öncelikle, gösterilerin en yoğun yaşandığı başkentten, bazı izlenimlerimi paylaşayım.
  1. Katılanların büyük çoğunluğu 20’li yaşlarda gençlerdi. Bunlar ne 68 ne de 78 kuşağının algı ve davranış kodlarına, klişelerine uyan, yeni bir kuşak. Hiçbir siyasi hedefleri yoktu, hiçbir örgüte bağlı değillerdi. Gezi Parkı’nın yıkılması bir simgeydi, yaşam ve özgürlük alanlarıyla ilgili kaygıları ağır basıyordu.
  2. Şiddetten uzaklardı. Dikkat ettim, Ankara’da (ki, gösteriler onlarca merkezde yapıldı) polisin müdahalesi olmayan gösterilerde ne bir gerginlik yaşandı, ne kırma dökme oldu… “Şiddet” sadece polisin, kalabalığı dağıtmak amacıyla TOMA ve akrep tipi araçlar, tazyikli su, kimyasal gazlarla,  coplarla müdahale ettiği durumlarda yaşandı. Meydanda slogan atıp, bağırıp çağıran, halay çeken insanlar, polis müdahalesinin ardından, bir refleks olarak polise taş da attı, özellikle belediyeye ait birçok şeye de zarar verdiler. Ortalık savaş alanına döndü.
  3. Gösterilere (her ne kadar Bahçeli farklı konuşsa da), MHP’li gençler dahil, solun her rengi, STK’lar, ev kadınları, lise öğrencileri vs. her kesimden, inançtan insan katıldı. Bu durum, Türk ve Kürt milliyetçileri gibi, birbirine selam vermeyen insanların arasında yakınlaşma iklimi yarattı, ilginç kareler yaşandı.
  4. Siyasi parti ve sol gruplar olayı doğru “okuyamadılar”.  “Çarşı Grubu”, “Taksim Platformu” gibi odaklardan gelen yeni dalgaya pek de uyum sağlamak istemediler. Bir öğrencinin “Abi, parti ve sendikalar meydanı 1 Mayıs alanına çevirdiler. İnsanda iştah bırakmıyorlar” ifadesi bu açıdan anlamlıydı. Çevre, bireysel özgürlük alanları vs. arada kaynadı, bu kesimler bildik sloganları ve parti flamalarıyla eski “kendini gösterme” grupçu tutumunu sürdürdüler. Zaman zaman yine "miting içinde miting" göründüleri de oluştu. Bu durumun katılımı olumsuz etkilediğini söyleyebilirim.
  5. Hükümet, “Sandıkta kaybedenler bizi böyle düşürmek istiyor” dedi; yanıldı. Zira bu gençlerin hedefi hükümletin düşürülmesi falan değildi, ortada müstakbel hükmet, başbakan adayları vs. yoktu… “Tayyip istifa” sloganı, uygulamalara ve inatçı tutuma tepkiden ibaretti.
  6. Muhalefet, olayı salt “AKP karşıtlığı”na dönüştürmek istedi. Erdoğan adına yüklenildi. "ceberut devlet" geleneğinin Erdoğan'la sınırlı olmadığını görmezden geldi. “Türk Baharı” yorumları kısmen beklentiler de yaratmaya başladı. Sol parti ve çevrelere göre “devrim başlamıştı”!  Oysa hem başlama şekli, hem de halkta kabul görme biçimi bu gösterilerin siyasi iktidar değişikliği değil; devlet ile halk arasında yeni bir ilişki yaratma, halkın hesaba katılması, özetle daha fazla demokrasi talebiydi…
  7. Ankara’daki olaylarda bin 500 civarında insan değişik şekillerde yaralandı. Bir kişinin kafasından kurşun çıkarıldı, yoğun bakımda, umut yok. Kafa travması geçiren, gözünü, kolunu bacağını kaybedenlerin sayısı 50 civarında. Hafta ortasında bir emniyet yetkilisi, 485 kişinin gözaltına alındığını söyledi. “Nerede tutuluyorlar” dedim, “Onar, yirmişer karakollara dağıttık, toplu kalacak yer yok” dedi. 
  8. Olaylarda “medya desteği” nerdeyse sıfırdı. Facebook, Twitter’ın yanı sıra Hayat TV, Halk TV, IMG TV, Ulusal Kanal, Yol TV  pek çok kişinin ilk kez keşfettiği televizyon kanalları oldu.
 ***

Hükümet, “mesaj alınmıştır” demişti...
Hükumetin aldığı mesajın ne olduğunu hala anlamış değilim, merak içindeyim...
Ancak benim aldığım mesaj şu:
Vatandaş doğru/yanlış bazı taleplerde bulundu ve toplumdan geniş destek buldu....
Şimdi hükümet kendisine sunulan talepleri dikkate alır, bazı projeleri yeniden gözden geçirirse bu hem Başbakan, hem iktidar partisi için hem de ülkemizin demokrasisi açısından büyük bir kazanım olur. AKP, herkese demokrasi dersi vermiş olur…Yani aslında bu Erdoğan için de bir tehdit değil bir fırsattır!
Yok, hükümet bu gösterileri yapan “çapulcular”la kavgayı seçer, barışçı gösterileri polis şiddetiyle bastırmaya devamda ısrarlı olursa, bu fırsatları hep beraber heba etmiş oluruz, ülke yeni bir gerginliğe ve istikrarsızlığa doğru sürüklenebilir.
Kuşkusuz ki, gönlüm ilkinden yana. Ancak yaşananlara bakınca, demokrasiyi sadece sandıkta görmeye devam edeceğiz gibi geliyor.
Ekonominin çok hassas dengeler üzerinde olduğu bir ortamda hükümetin tutumunun ne olacağını bekleyip göreceğiz.
Unutulmasın ki, atılacak adım, iktidarın en çok övündüğü ekonomi alanında hemen karşılığını bulacak, etkisini gösterecektir...

İyi pazarlar
.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Gezi Parkı’nın duvarı ve iktidar…


  Bu yazı 03 Haziran 2013, Pazartesi 11:51:12 eklenmiştir.

Hükümetin hem cari açığa yama yapmak, hem yakınlara rant sağlamak için büyük umut bağladığı “İnşaat ya Resulallah” politikası öyle sanıyorum ki, İstanbul Gezi Parkı’nın duvarına çarptı, yarıldı… 

İnşaat markaları adına, kent merkezinde kalmış gecekondu ve kaçak yapı bölgelerinde vatandaşın üzerine polis gönderen iktidar, Gezi Parkı’nda, her kesimden, her yaştan ve meslekten İstanbulluların zorlu direnişiyle karşılaştı. 
Gezi Parkı, bu haliyle ya yeni bir kavgalar, çatışmalar dönemi başlatacak; ya daiktidar “yatırım” uğruna kentleri tahrip etme politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kalacak.
İstanbullu değilim, ama Gezi Parkı gibi bir yere AVM yapılırsa çok üzülürüm. Neden derseniz, Taksim meydanının arkasında kalan bu park benim gözümde İstanbul’un en güzel yeridir. Cebimde, bir bardak çay içecek, restorana girip iki tabak yemek yiyecek para olmadığı senelerden tanırım o parkı...  Gördüğüm ilk planlı, bakımlı, koskoca çınar ağaçları olan bir parktı. Şaşırmış, hayran kalmıştım. Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın oradan başlar, arkalara doğru önce ileri geri yürür, sonra bir bankın üzerine oturup kuş seslerini dinlerdim. Parkta dolaşan simitçilerden bir simit alır, parktaki bir çeşmeden de su içerdim. Banklara, ağaçların dibine oturmuş onlarca genç, yaşlı insan görürdünüz parkta. Kimisi o yörede oturan, çocuklarını, torunlarını dolaştıran; kimisi kendini İstanbul’un ortasında bulmuş, kenti, insanları tanımaya çalışan gariban köylü tiplerdi. Sonra dolaşırken, çok güzel bir kütüphane keşfetmiştim. Bol güneş alan, 3 katlı, sessiz, sakin bir kütüphaneydi. Yanlış hatırlamıyorsam adı “Vehbi Koç Kütüphanesi” gibi bir şeydi. Kütüphaneyi keşfettikten sonra o park benim için daha bir çekici olmuştu.
Taksim’i herkes gibi gösteriler, anıt ve 1 Mayıs tartışmalarıyla bildim.
Birkaç yıl önce, çeyrek asırdan fazla zaman önce üniversiteden aynı sınıfta okuduğumuz bir grup arkadaşla birlikte gitmiştim Taksim’e. Saat gecenin 04.00’üydü. Ve Taksim beni yine şaşırtmış, hayran bırakmıştı. O saatte Taksim pırıl pırıl, ışıl ışıldı ve ister inanın ister inanmayın birer hamburger yiyebilmek için bir dükkânın önünde hayli kuyruk beklemiştik. Barların her birinden ayrı bir nağme yükselirdi gecenin karanlığına; yaşama sevinci, hüzün, aşk ve acılar alkolle yoğrulur, dinerdi… Gündüzleri trafik, otobüs ve insan kalabalığı, gecenin o saatinde, meydanda sarı renkten bir “taksi denizi”ne dönüşmüştü.
Dedim ya, benim gözümde Taksim demek İstanbul demek…
Geçtiğimiz haftanın en yakıcı olayı, bu parkın yıkılıp yerine AVM yapılması girişimi ve buna direnen İstanbulluların polis şiddetine maruz kalması, onlarca insanın yaralanmasıydı.
Gazlama ve hastanelerde yaralı sayısın artmaya devam ettiği saatlerde şu haber düştü ekranlara:
Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği yetkililerince, Kültür ve Turizm Bakanlığı aleyhine açılan; ‘Taksim Parkı üzerine Topçu Kışlası adıyla alışveriş merkezi yapılmasına olanak tanıdığı ileri sürülen 27 Şubat 2013 tarihli, 139 sayılı Kültür Varlıkları Koruma Yüksek Kurulu kararının iptali ve yürütmenin durdurulması’ talepli dava karara bağlandı.
Yürütmeyi durdurma kararına rağmen, Taksim sokaklarında gazlama devam ediyordu.
Şimdi soralım:
İstanbul’da AVM yapılacak başka yer mi yoktu? Hükümet niye illa da polis zoruyla bu parkı yıkmak durumunda kalıyordu? İktidarda hiç mi vicdan yoktu? “Parkımızı yıkma” diyen genç yaşlı, kadın erkek, her meslekten, her inanıştan insanlara TOMA’larla, gaz ve plastik mermilerle saldırmak, emniyet görevlileri için nasıl bir ruh haliydi?  (Bu yazı yazılırken, olaylarda iki kişinin öldüğü, 6 kişinin beyin travması geçirip yoğun bakımda olduğu, hastanelerde yaralı sayısının 200’den fazla olduğu, polisin helikopterden de bazı sokaklara gaz attığı iddiaları dolaşıyordu.)
Bildiğim şu ki, bu tür kentsel alanlara rant/talan projeleri için hükumete baskı artarak sürecek. Kim bunlar? Örneğin, “Topçu Kışlası AVM”nin sahibi kimlerse, bu zulmün öznesi onlardır…
Ama hükümet bu baskılara kolayca boyun eğer, çıkar odaklarıyla al takke ver külah politikası güderse, biz “Türk Baharı”na hoş geldiniz!
Bir yanda “Cari açığımız”, bir yanda kural, sınır tanımaz rant hırsı…
Ayda ortalama 5 milyar dolar cari açık…
Doların ucunu gösterenler, memleketin en değerli mekanlarına göz dikiyor.
İstanbul Emek Sineması, Gezi Parkı, Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği, Kuğulu Park vs.
İktidar için başarı, TOMA ve biber gazına mı kaldı dersiniz?
İyi pazarlar