26 Ağustos 2013 Pazartesi

'Doların freni patladı: 2 TL’ Yeni film yok mu ya?


  Bu yazı 26 Agustos 2013, Pazartesi 12:29:46 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Ankara’da bugün hava karışık. Birazdan bir şeyler olacak… Sağ yanıma bakıyorum şimşek, yağmur ve fırtına kopacakmış gibi gökyüzü kararıp bozarıyor; sol yanıma bakıyorum bozkırın üzerinde gezinmeye alışkın nimbus bulutları yerini maviliklere bırakıp gidecek, yakıcı güneşle baş başa kalacakmışım gibi… Gökyüzü, sanki bizim ekonomimiz, demokrasimiz, gündelik siyasi kargaşalarımızı resmediyor!

Baksanıza, son birkaç aydır siyaset türbülansa girdi…
Ama asıl karmaşanın ekonomi cephesinde olduğu, doların 2 liraya tırmanmasıyla kendini kanıtladı!
Şaka değil, dolar son iki yılda yüzde 25 değer kazandı...
Bu, bal gibi “devalüasyon”dur; hem de enflasyonun iki katı, yani koskoca bir devalüasyondur.
Doların 2 lira olması demek, son dönemde tek partinin “siyasi istikrarı” ile yurt dışından akan “sıcak para”nın, artık kesilmeye başlaması demektir. Hükumet yabancı sermaye getirmek için ne yaparsa yapsın (zira elinden geleni ardına bırakmıyor), demek ki işler eskisi gibi yürümüyor.
Efendim,  “FED tahvil alımında tereddütlüymüş de…” 
Bunlar, böyle bir yüksek devalüasyonun baharatı bile değil.
Asıl olan, Türkiye'nin cari açık ekonomisi
Bu köşeden yazıp duruyorum: Türkiye ekonomisi, 100 dolar ithalat, 60 dolar ihracat yapmaya planlanmış…
Aradaki farkı turizm, yurtdışı amelelik gelirleri falan da kapatmıyor.
Her ay 4-5 milyar dolar açıktasın…
Hükumetin başarısı, bu parayı özelleştirmeler, yabancı şirket “evlilikleri” (bizimkiler gelin, yabancılar damat olurlar genelde) çeşitli inşaat projeleri, yabancıya emlak arazi satışı,  borsa, yüksek faizli de olsa yurtdışı borçlanmayla denkleştirmedeydi.
İddiam şuydu ki: Bu ekonomi politikası sürdürülemez…
Zira artık borçlanmanın da, yabancıya satışın da sınırlarına geliniyor.
Ve artık toplum daha fazlasını kabullenmek istemiyor
Gezi Parkı”, HES, Nükleer protestoları, alttan alta yabancı markalara karşı gelişen hoşnutsuzluğun altında yatan bunlar değil mi?
 AKP iktidarından önce kronik bir illet olarak “Düşük kur, yüksek faiz”hastalığını yazıyorduk. Kur düşük, faiz yüksek olursa, memleket ithalat cenneti olacak, yabancı mallarına doyacağız, yüksek faizle de hem insanlar çalışmadan zengin olacak, hem de dolar sıkıntısı yaşanmayacaktı!
Bunlar sadece zengini daha zengin, fakiri daha fakir etmekten başka işe yaramadı. Sanayi, ticaret tamamen dışa bağımlı hale geldi. Sanayide, tarımda, ticarette hatta hizmet sektörlerinde yerli sermaye sürekli zayıfladı, yabancılara gelin gitmeyen bütün yerli firmalar sıkıntı yaşadı, çoğu iflas etti.
Bunun adı da “küresel oyuncu olmak” oldu…
Bu yüzden bugün gerçek “küresel oyuncu” olabilen yerli markalarımız bir elin parmakları kadar bile değil.
Sadede gelirsem, “küresel oyuncu”ların kontrolündeki bu ekonomi politikaları, bizim için ne memleket ve halkın yararınadır, ne de sürdürülebilir…
Şimdi konjonktürel olarak çıkmaza girmesi, AKP iktidarını götürecektir
Ancak çeşme başını tutanlar,  yerine yeni bir parti ve lider çıkarmakta zorlanmayacaklardır
Ve gelen gideni aratacaktır...
Öyleyse sorun, siyasi yargılardan uzak alternatif politikaların geliştirilmesidir, diye düşünüyorum.
İlk elden muhalif siyasi partilerin alternatif ekonomi politikası geliştirmesi lazım.
Örneğin, CHP hiç zaman kaybetmeden buna yönelmeli. Bünyesinde bu işi kotarabilecek hayli akademisyen ve girişimci var.
Sadece siyasi partiler değil, mevcut gidişten zarar gören yerli sermaye sahipleri, sanayiciler, çiftçiler, esnaf sanatkar, işçi ve memurlar da buna seferber olmalı…
Gelinen noktada, bunun en acil ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
Hem kalkınmayı, büyümeyi; hem de adaleti, toplumsal barışı sağlayacak, sahici bir lider ülkeyi yaratacak bir ekonomi politikası…
Sürekli hükumeti eleştirip durma, eğer bir alternatifiniz yoksa “O gitsin, ben geleyim”le sınırlı kalmaya mahkum olacaktır.
Naçizane, bu köşede, haftaya, bazı temel politikalarla ilgili alternatifler üzerine kafa yormayı düşünüyorum.
Gelecek Pazar görüşme üzere

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Deprem ve Kentsel (Ranta) Dönüşüm!



1999 Marmara Depremi hafızalarımıza öyle kazındı ki, her 17 Ağustos’ta o kâbusu hatırlıyoruz. Sahi, Türkiye, geçen 14 yılda depreme hazırlık için ne yaptı?
 


Benim yanıtım şu: Tamamen “uyanık tüccar” oluverdik ve insanların deprem korkusunu devasa bir ranta çevirmeyi başardık! 


17 Ağustos sabahı erken saatlerde Yalova’ya giden ve Yalova depremini A.A aracılığı ile memlekete ilk duyuran gazeteci olarak, bugün sizlere depremde yaşanan acılardan, çaresizliklerden, acizliklerden söz etmeyeceğim.
Bugün Pazar ve muhtemelen siz de sabah kahvaltınızı ederken okuyorsunuz bu yazıyı…
Çayınızı, kahvenizi yudumlarken gelin, neler yaptık, şöyle bir düşünelim.
Depremden sonra ilk iş “hazır beton” ve “nervürlü inşaat demiri” zorunluluğu oldu.
Kum-çakıl satmak, elle karma beton atmak yasaklandı.
Bu yasakların uygulanabilmesi için de aylarca her türlü inşaat askıya alındı.
İnşaat literatürüne “zemin etüdü”, “güçlendirme”, “yapı denetimi”, “asgari c 20 beton standardı” gibi terimler girdi.
Deprem milat oldu. Vatandaş ev alırken “depremden önce mi, sonra mı yapıldı” diye soruyor, üste para verip yeni konutu tercih ediyor.
“Güçlendirme”de çaktık! 
Devlet bu konuda yeterli desteği sağlamadı, pratik, seri ve ucuz bir sistem kurulmadı. Eski binalar öylece duruyor.
Depreme dayanıklı”nın adresi lüks konut, “residence” ve TOKİ inşaatları…
Parayı basana dayanıklı konut hazır…
Kentsel Dönüşüm” , sihirli bir değnek diye sunuluyor.
Oysa bu haliyle “Kentsel Dönüşüm”, deprem korkusunu ranta çevirme planından başka bir şey değil.
Zira sistem, hâlihazırda depreme dayanıksız bir evi olan vatandaşı “yeni ev sahibi” yapmıyor!
Gecekondu, kaçak yapı veya deprem riskli, dayanıksız konutların sahiplerinin evleri “piyasa fiyatına” ellerinden alınıyor, kendilerine çok katlı TOKİ binalarında kredili konut satılıyor!
Türkiye’de depreme dayanıklı olmayan, “kentsel dönüşüm” kapsamında 10 milyon konut olduğu hesap ediliyor.
Bunların büyük bölümü bu evleri zaten zar zor edinmiş dar gelirlilerin.  
Şimdi TOKİ, bu evleri yıkarken, sahiplerine “yerine bir ev” vaat etmiyor…
Artık, “Dairenizi 40 bin liraya sayıyoruz, 90 bin liralık evi 50 bin liraya ve üstelik 10 sene taksitle veriyoruz” diyor.
Taksit avantajları!
Üstelik bu teklif, eğer dairenizle ilgili her şey "nizami" ise geçerli!…
Yok, eviniz gecekonduysa, tapunuz yoksa bırakın TOKİ’den daire istemeyi, “işgalci” sayılıyorsunuz…
Ankara Dikmen’de yaşandı bunlar...
Bir zamanlar “Tapu” sayılan “Tapu Tahsis Belgeleri” için sorun çıkarılıyor.
Yine, Bursa Beşevler, İhsaniye gibi semtlerde kaçak, gecekondu vs. yok. Ama binlerce konut “Yapı Kullanım Ruhsatı” alamadı ve konutlar tapuda “Kat İrtifaklı Arsa” görünüyor.
Yıldırım’da cafcaflı bir törenle yıkım başladı. Peki evleri yıkılanların hepsi yeni yapılacak binalara yerleşecek mi, göreceğiz.
Kısacası, “Kentsel Dönüşüm” projesinin yumuşak karnı, rant hesaplarına dayanması…
100 konut bulunan 3-5 katlı binaları yıkıyorsun, yerine 300 konutluk 15-20 katlı binalar yapıyorsun…
Hesap: Konutlardan 100’ü yer sahiplerine, 100’ü inşaata, 100’ü de cebe…    
Müteahhit için güzel hesap…
Ama bununla “kentsel dönüşüm”, 10 milyon yeni konut, hayal…
Çünkü sadece zengine “yatırım” diye konut yapma/satma üzerine kurulu bir plan…
Oysa nüfusun ezici çoğunluğu, dayanıksız binalarda oturanlar, yeni bina satın alacak durumda olmayan ücretli, dar gelirli, yoksul insanlar.
Ve artık ifşa etme zamanı: Çok katlı lüks binalarda kimse bu dar gelirli insanları istemiyor!… Düşünsenize; adam 400 - 500 bin lira verip daire almış, kapı komşusu aylık 500 lira site yönetim aidatını bile ödeyemeyecek bir işçi, memur…
Öyle acayip bir “dönüşüm” ki, sonunda toplum tanınmaz hale gelecek galiba…
İyi pazarlar.

Bu yazı 19 Agustos 2013, Pazartesi 12:38:16 eklenmiştir.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

‘Gezi‘den demokrasi mi çıkardık, diktatör mü?


Dursun EROĞLU


Gezi Parkı gösterileri başladığında, bu direnişin Türkiye’de devlet ile vatandaş arasındaki ilişkilerde yepyeni bir çığır açmasını ummuştum. Milyonların barışçı bir şekilde sokağa çıktığını gören Ak Parti hükümeti bu direnişe kulak verecek,  Topçu Kışlası AVM projesini yeniden gözden geçirecek,  vazgeçtiğini açıklayacak ve memlekete demokrasi dersi verecekti!  Ama olmadı, sadece müthiş bir fırsat kaçırılmadı; vatandaşın sesine kulak verme yerine, olayı siyasileştirip herkese devletin ceberut yüzünü göstermeyi tercih etti.
Şimdilerde herkes olaydan bir ders çıkarıyor...
Örneğin, ABD Senatosu Dış İkişkiler Komitesi Avrupa İşleri Alt Komitesi’nde Gezi Parkı için bir oturum yapılmış. Dikkatimi çekti, eski  Kongre Üyesi Robert Wexler Erdoğan, protestoları demokratik çatıyı genişletmek için kullanabilirse Türkiye’nin küresel güç olarak yükselişini teminat altına almış olur” demiş.
Batılı siyasiler makul şeyler söyleyebiliyor, ama devletler çıkarını takip ediyor.
Hükümetin kendi içinde ne ders çıkardığını bilmiyoruz, ama yapılan açıklamalar “Boşa çıkardık, ezip geçtik” havasında.
Hergün yeni bir haber görüyoruz:
Gezi  eylemlerine katılan öğrencilere burs yok”.
“Stadlarda hükümet aleyhine slogan atanlar fişlenecek,  bilelerine  el konulacak.”
Twitter, Facebook’ta falanca şeyleri paylaşmak yasak…
“Sarısülük’ün cenazesine katılanlara soruşturma…”
Operasyonlar, gece yarısı baskınları, gözaltı ve tutuklamalar…
“Gezi sürecinde işinden çıkarılan gazeteci sayısı 80’e ulaştı”…
Herkes “Gezi” öncesinden daha gergin.
Yaşamını yitirenlerin sahısı artıyor.  Adı açıklanan 5 kişiye,  gazın etkisiyle ölen astım hastası bir genç daha eklendi. Hastanede çan çekişenleri  düşünürsek, “Gezi şehidi” sayısının 10’dan aşağı olmayacağı kesin gibi.
Çoğunun katili belli. Ama hiç birisinin yargılanmasına izin verilmiyor.
Hani “fabrika ayarlarına döndü” diye bir deyim var ya, öyle…
Zira bu tür sahneleri çok gördük.
Yüzlerce kişinin öldürüldüğü Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Gazi vs. olaylarında da ne tetiği çekenler, ne de onlara emir verenler adam gibi yargılanmıştı...
“Faili meçhul” cinayetlerin sayısı resmen 17 binin üzerinde açıklandı. Ama sadece “sayı”…  İnsanlar çoğunun katilini biliyordu, ama hukuk için çaldıkları kapılar, aşılmaz duvarlar olmuştu.  Polis katilin değil, adalet arayanın peşine düşüyordu. Aynen 34 kişinin öldürüldüğü Uludere için yargılanan tek kişinin, gazeteci A. Altan olması gibi…
 Toplu mezarlar çıktı bu ülkede, üstelik de kimisi karakol, askeri birlik bahçesinde…
Ama her nasılsa katiller sırra kadem basmıştı.
“Devlet için vuran” diye bir şey kazındı hafızalara.
Vurulanlar, “öteki”, “vatan haini”, “dış mikrak”tı…
İktidara muhalif birileri öldürüldüğünde hemen “faili meçhul” sıfatı yakıştırılırdı. Zira katilinin asla ortaya çıkmayacağı, çıkarılmayacağı peşinen kabul edilirdi!
Bu halk, şiir okuduğu için hapis yatan, ceberut devlet mantığının mağduru olmuş bir siyasiye belki de bu yüzden çok güvendi, umutlandı, hiç olmadığı kadar destek verdi…
Oysa,  olaylar sırasında kırılan cam çerçeveyi gösterip, sokak ortasında öldürülen, sakat kalan suçsuz günahsız insanları görmeyen bir vicdan,  zihinlerde öncekilerden pek de farkı olmadığını kanıtlayıverdi.  
Siyasi iktidar polis şiddetinden medet umar hale gelmişse, film çoktan kopmuştur…
Bu halk sandığa kimleri gömmedi ki…
Mısır’da olanlar bile psikolojik savaşın malzemesi oluverdi… Bakıyorum, “yandaş medya”, tek ses,  Müslüman Kardeşler’i demokrasi kahramanı ilan etme derdinde.
Yapılan bir darbedir, meşru olamaz. Ama bu Mursi’nin yaptıklarını aklamıyor. Ordu, bir bakıma Mursi’yi,  Mısırlıların elinden kurtardı!
Şimdi hükümet Mursi ile kendi arasında bir paralellik kuruyor ve Gezi kapsamında sokağa çıkanları “darbeci”likle itham ediyor…  Üstelik de darbeci Sisi’nin devrik Mursi yandaşlarına karşı kullandığı retoriği aynen tekrar ederek!
Mısır halkının Mursi’nin yolsuzluk ve usulsuzlüklerine, işsizliğe karşı Tahrir Meydanı’na çıkması ne gam…  
Sevgili okurum,  kaç pazardır “Gezi” gibi sıradışı bir gelişmeyi anlamaya, analiz etmeye çalıştım.
Ekonomi, diyoruz ya… Kronik siyasal, kültürel, etnik vs. demokrasi sorunlarını çözmeyi başaramayan bir ülkede ekonomik başarılar da geçicidir. Ekonomi, demokrasiyi güdük bırakarak büyümez, olsa olsa patlamaya hazır balon olabilir!
Umarım, gelişmelerin anlaşılmasına bir katkım oluyordur.
İyi pazarlar…




12 Ağustos 2013 Pazartesi

Ramazanlar şimdi daha güzel!


  Bu yazı 10 Agustos 2013, Cumartesi 14:01:52 eklenmiştir.


İtiraf edeyim, Ramazan ayı, beynimin bir yanında gerginlik kaynağıydı; bu yüzden ramazanın gelmesini hiç istemezdim… Ya Ramazan Bayramı? İşte o, her zaman tılsımlıdır, neşedir, bayramlaşmadır, hatırlanmadır, şekerdir, kolonyadır, ütülü elbiselerdir, yeni komşunun çocuklarıyla tanışmadır…

Çocukluğum Tokat’ın bir dağ köyünde, oğulların, torunların birlikte yaşadığı kalabalık, “büyük aile”de geçti.  Ramazan ayı boyunca iftar ve sahur dışında evde sofra kurulmaz, sadece bebekler ve çok küçük çocukların karnı doyurulurdu.
Sahura kalkmak, “büyüme”, kendini yetişkinlerin arasında hissetme; kurulu yer sofrasında büyüklerin yanına oturma demekti ve çok önemliydi. Özenirdik. Sahurların en gözde yemeği “çörek”ti… Saç üzerinde pişirilen yufkanın,  sade veya içine çökelek konularak tereyağda kızartılmasıydı... Uykulu gözlerle tereyağlı çöreği adeta kapışırdık.
Tok tutardı, tutmasına da… Öğle saatlerinden itibaren açlıktan kıvranmaya başlar, iftar saatini iple çekerdim. 
Bu da bir şey mi ki? İlkokul bittiğinde, sahura artık kendi merakımızdan veya isteğimizden kalkmıyorduk!  Artık büyümüştük ve oruç tutmak farzdı, zorunluydu… Tutmadın mı ayıplanıyordun, dışlanıyordun…  Sahura kalktıktan sonra gündüz yemek, içmek, “oruç bozmak” affedilmez bir suçtu.
Sonra oruç tutan/tutmayan gerginliği başladı.  Kasabadaki ortaokulda oruç tutmadığını gizleyen arkadaşlarla tanıştım. Bazıları “Alevi” olduğu için zaten oruç tutmazmış! Onlar “Ramazan”da 30 gün değil, “Muharrem” ayında 12 gün oruç tutarlarmış…  Farklı mezhepler varmış…
Demek ki, ibadetle ilgili kurallar yerçekimi yasası, fizik kanunları da değilmiş!
 Sorun “bilmek” değil “inanmak”mış…
Kafamda soru işaretleri çoğalıp durmaya başladı, ortaokulda... Arapça yazı ve Kur’an okumayı öğrenmek için gittiğim Eski Mektep’te, köyümüzün imamı, zaten çok küçük bir yanlış yüzünden beni kızılcık sopasıyla dövmüştü… “Okuuu” diye bağırarak, tepemden sırtıma kadar doladığı kızılcık çubuğu ayağımı Eski Mektep’ten kesmiş, acı ve öfkeden, babam yaşındaki adama ana avrat küfrederek kapıdan çıkmış, bir daha da annemin ısrarlarına rağmen oraya gitmemiştim.
Lise de ise oruç/namaz hafiyelerinin kol gezdiğini fark ettim.  Ayağında mes, elinde uzun tesbih, cami kapılarından eksik olmayan bu insanların gözüne girmek de ne mümkün…
Oruç tutmadığını anlarlarsa yandın… 
Oruç tutarsın, bu sefer akşamları teravih namazlarına gelmeni isterler. Teraviye gidersin, zikire çağırırlar… Onlara kalsa cami avlusunda yatıp kalkacaksın.  
Ne tarlaya giderdi ne de herhangi bir işe… Boş beleş bir hayattı yaşamları ve çoğu, yakın akrabalarının sırtından geçinen asalak tiplerdi.
Gözleri üzerindedir… 
Müslümanlığı onlar bilir, ibadet onlardan sorulur…
Oruç tutmadığı için dövülen, öldürülen insanları gördük…
Lokantalar, kahvehaneler kapatılırdı o ay.
Baktım ki, aslında ibadet, bu tiplere itaat etmek…  
 “İyi Müslüman olmak” için çaba sarf etmek yerine, tamamen başkalarını “Müslüman yapmak” gibi bir garabet peşindelerdi…
Hani, “Biz orucu tutmirik, tutturirik” tarzı…
Ben ki, “Allah bizi ona ibadet için yarattı. İbadet etmeyenlerin katli vaciptir” noktasında, resmen talibanvari bir çocuktum!
Çıkışı, onları görünce yolumu değiştirmede, yüzlerini görmemekte bulmuştum.
İşte,  bu yüzden “12 ayın sultanı” için maalesef geçmişi hiç özlemiyorum...
Ama toplum hızla değişiyor.  Bakmayın siz muhafazakar, din referanslı partilerin seçim başarısına; bağnazlık, softalık,  yobazlık sürekli inişte…
Özellikle büyük kentlerde artık oruç tuttun/tutmadın kavgası kalmadı. Yeme içme yerleri açık, dayatma yok.  
Oruç, arzuları ve nefsi “terbiye etmek” gibi güzel şeylerle sonuçlanıyor, herkes inancını/inançsızlığını özgürce yaşıyabiliyor; ibadet gösteri/birilerini hizaya getirme aracı olmaktan çıkıp, insanların tanrı ile arasındaki kişisel bağ olmakla sınırlı kalabiliyorsa, hoş geldi…
“Ramazan Bayramı” diyenlerin de “Şeker Bayramı” diyenlerin de bayramı kutlu olsun!