İtiraf edeyim, Ramazan ayı, beynimin bir yanında gerginlik kaynağıydı; bu yüzden ramazanın gelmesini hiç istemezdim… Ya Ramazan Bayramı? İşte o, her zaman tılsımlıdır, neşedir, bayramlaşmadır, hatırlanmadır, şekerdir, kolonyadır, ütülü elbiselerdir, yeni komşunun çocuklarıyla tanışmadır… |
Çocukluğum Tokat’ın bir dağ köyünde, oğulların, torunların birlikte yaşadığı kalabalık, “büyük aile”de geçti. Ramazan ayı boyunca iftar ve sahur dışında evde sofra kurulmaz, sadece bebekler ve çok küçük çocukların karnı doyurulurdu.
Sahura kalkmak, “büyüme”, kendini yetişkinlerin arasında hissetme; kurulu yer sofrasında büyüklerin yanına oturma demekti ve çok önemliydi. Özenirdik. Sahurların en gözde yemeği “çörek”ti… Saç üzerinde pişirilen yufkanın, sade veya içine çökelek konularak tereyağda kızartılmasıydı... Uykulu gözlerle tereyağlı çöreği adeta kapışırdık.
Tok tutardı, tutmasına da… Öğle saatlerinden itibaren açlıktan kıvranmaya başlar, iftar saatini iple çekerdim.
Bu da bir şey mi ki? İlkokul bittiğinde, sahura artık kendi merakımızdan veya isteğimizden kalkmıyorduk! Artık büyümüştük ve oruç tutmak farzdı, zorunluydu… Tutmadın mı ayıplanıyordun, dışlanıyordun… Sahura kalktıktan sonra gündüz yemek, içmek, “oruç bozmak” affedilmez bir suçtu.
Sonra oruç tutan/tutmayan gerginliği başladı. Kasabadaki ortaokulda oruç tutmadığını gizleyen arkadaşlarla tanıştım. Bazıları “Alevi” olduğu için zaten oruç tutmazmış! Onlar “Ramazan”da 30 gün değil, “Muharrem” ayında 12 gün oruç tutarlarmış… Farklı mezhepler varmış…
Demek ki, ibadetle ilgili kurallar yerçekimi yasası, fizik kanunları da değilmiş!
Sorun “bilmek” değil “inanmak”mış…
Kafamda soru işaretleri çoğalıp durmaya başladı, ortaokulda... Arapça yazı ve Kur’an okumayı öğrenmek için gittiğim Eski Mektep’te, köyümüzün imamı, zaten çok küçük bir yanlış yüzünden beni kızılcık sopasıyla dövmüştü… “Okuuu” diye bağırarak, tepemden sırtıma kadar doladığı kızılcık çubuğu ayağımı Eski Mektep’ten kesmiş, acı ve öfkeden, babam yaşındaki adama ana avrat küfrederek kapıdan çıkmış, bir daha da annemin ısrarlarına rağmen oraya gitmemiştim.
Lise de ise oruç/namaz hafiyelerinin kol gezdiğini fark ettim. Ayağında mes, elinde uzun tesbih, cami kapılarından eksik olmayan bu insanların gözüne girmek de ne mümkün…
Oruç tutmadığını anlarlarsa yandın…
Oruç tutarsın, bu sefer akşamları teravih namazlarına gelmeni isterler. Teraviye gidersin, zikire çağırırlar… Onlara kalsa cami avlusunda yatıp kalkacaksın.
Ne tarlaya giderdi ne de herhangi bir işe… Boş beleş bir hayattı yaşamları ve çoğu, yakın akrabalarının sırtından geçinen asalak tiplerdi.
Gözleri üzerindedir…
Müslümanlığı onlar bilir, ibadet onlardan sorulur…
Oruç tutmadığı için dövülen, öldürülen insanları gördük…
Lokantalar, kahvehaneler kapatılırdı o ay.
Baktım ki, aslında ibadet, bu tiplere itaat etmek…
“İyi Müslüman olmak” için çaba sarf etmek yerine, tamamen başkalarını “Müslüman yapmak” gibi bir garabet peşindelerdi…
Hani, “Biz orucu tutmirik, tutturirik” tarzı…
Ben ki, “Allah bizi ona ibadet için yarattı. İbadet etmeyenlerin katli vaciptir” noktasında, resmen talibanvari bir çocuktum!
Çıkışı, onları görünce yolumu değiştirmede, yüzlerini görmemekte bulmuştum.
İşte, bu yüzden “12 ayın sultanı” için maalesef geçmişi hiç özlemiyorum...
Ama toplum hızla değişiyor. Bakmayın siz muhafazakar, din referanslı partilerin seçim başarısına; bağnazlık, softalık, yobazlık sürekli inişte…
Özellikle büyük kentlerde artık oruç tuttun/tutmadın kavgası kalmadı. Yeme içme yerleri açık, dayatma yok.
Oruç, arzuları ve nefsi “terbiye etmek” gibi güzel şeylerle sonuçlanıyor, herkes inancını/inançsızlığını özgürce yaşıyabiliyor; ibadet gösteri/birilerini hizaya getirme aracı olmaktan çıkıp, insanların tanrı ile arasındaki kişisel bağ olmakla sınırlı kalabiliyorsa, hoş geldi…
“Ramazan Bayramı” diyenlerin de “Şeker Bayramı” diyenlerin de bayramı kutlu olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder