21 Aralık 2014 Pazar

Hükümetin ‘Dönüşüm Programı’ üzerine…

Başbakan Davutoğlu 'Öncelikli Dönüşüm Programı Eylem Planı'nı açıkladı. 

İçerde ve dışarıdaki durgunluk ortamında hükumetin yeni çıkış arayışları içinde olması güzel. Ancak açıklanan programın önceki pek çok programdan farkı yok. Sonuçta, ufukta halk kesimleri için daha fazla kemer sıkma görülüyor. 
Sermaye kesimine ise kamudan takviye sinyali var.
Program 2018 sonuna kadar, GSYH'yi 1,3 trilyon dolara, cari açığı yüzde 5,2'ye, işsizlik oranını da yüzde 7 civarına indirmeyi hedefliyor. 
Açıkçası daha ucuz çalışma, daha yüksek faizle en fazla yabancı sermayenin gelmesi için hükumetin elinden geleni yapacağı anlaşılıyor.
Bu da sonuçta “milli gelir”i, hedefe ulaşmasa da bir miktar yükseltebilir. 
Ancak açıklanan politikalarla işsizliği ve cari açığı azaltmak hayal. 
Mevcut düzeyin korunması bile başarı sayılabilir.

Neden mi? 
Gelin, Başbakanın açıkladığı “9 öncelikli projeyi” ele alalım.  

1.       İthalata Olan Bağımlılığın Azaltılması:  "İthalatın lüks tüketimden kaynaklandığı"  yanlış algısına oynanıyor.  Orta ve üst gelir grubunun satın aldığı “lüks” mallara vergi artışı gelecekmiş…
Lüks tüketimi görkemli saraylarıyla övünen, din adamına trilyonluk Mercedes satın alan bir hükumet mi azaltacak?  
İş dönüp dolaşıp içki, sigara, otomobil, akaryakıt gibi ürünlerde vergi artışı ile sonuçlanır.  
Ayrıca ithal mallarda vergi oranlarını artırmak sanıldığı kadar kolay değildir.  Çünkü uluslararası ticaretin kurallarını çiğnemiş olursun. Diyelim ki Avrupa mallarında vergiyi artırdığın zaman anında AB karşına dikilir, onlar da Türk mallarına vergi koyar.  Rusya ve hatta Irak için bile aynı çark işler.

İşin aslı şu: İthalat ve cari açık deyince vatandaşa tüketim malı ithalatını göstermek tam bir kandırmaca… Zira tüketim malı ithalatı, toplam ithalatın sadece yüzde 10’u civarında. Asıl mesele ithalatın yüzde 70’ini aşan hammadde ve ara malı ithalatı… Sanayiin çarkları ithal girdiyle dönmeye devam edecekse ve siz buna bir çare bulamıyorsanız, gerisi palavradır; ithalat pupa yelken gidecektir… 
Zaten “Madenciliği yurtiçinde faaliyet alanı olmaktan çıkaracağız” cümlesi böyle bir niyetin olmadığını kanıtlıyor.  
Elektrikli araçları teşvik edeceğiz!”… 
Hiç güleceğim yoktu ya… Sanki araç üreten çokuluslu markaların hangi aracı üreteceğine siz karar veriyorsunuz… 
Ayrıca teşvik edeceğin elektrik de ithal doğalgaza bağlı değil mi?
Sonuçta bu maddenin altındaki bakla şu: Hükumet (yerli üretimi destek) namına,Türkiye’de üretim yapan yabancı firmalara daha çok koltuk çıkacak. Vatandaşın payına da daha fazla vergi ve zam düşecek! 
Yoksa bu ekonomi cari açık üzerine kurulmuştur. Bu yapıyla cari açık sadece kriz dönemlerinde azalır... Ya da petrol fiyatlarında olağanüstü düşüş.. Bizim ekonomiye boşuna "Cari Açık Ekonomisi" demiyorum. 

2.        Öncelikli Teknoloji Alanlarında Ticarileştirme:  “Prototip geliştirme”, “araştırma merkezlerini özel sektöre açma”  vs. deniyor. Bundan örneğin TÜBİTAK’ın iyice ticarileşmesi veya “özelleştirilmesi” çıkacak gibi. Oysa sorun bu değil. Bizim ekonominin teknoloji üretememesinin nedeni piyasanın tamamen çokuluslu markaların kontrolünde olmasıdır.  
Bizde “uyanık”, “akıllı” girişimci gidip de öyle teknoloji üreteceğim diye uğraşmaz... Açar bir bayilik vs. alır- satar, keyfine bakar…
“Akıllı girişimci” bilir ki büyüklerle rekabet etmeye kalktığında devleti yanında bulamayacaktır!
Ha, eğer hükumet bu duvarda bir çentik açmak istiyorsa o zaman benim önerim, hemen işe başlamaktır.  Araştırma kuruluşları ve üniversitelerin açtığı yarışmalara binlerce ilginç fikir sunuldu.  Müthiş cevherler var. Hadi hemen tutun birisinin elinden… Eğer hiç bir şey bulamıyorsanız benim oğlumun helyum gazı ile havada durup elektrik üretecek rüzgar türbin fikri var! Valla tamamen orijinal. Bundan bir dünya markası bile çıkabilir… (Ama ben bunları kime söylüyorum!)

3.       Kamu Alımları Yoluyla Yerli Üretim: Lafı güzel… O zaman ben önereyim: Belediyelere yazı gönderin bundan kelli, bütün otobüsleri Bursalı aslan gibi üreticilerden alsınlar… Güleryüz, Karoto… Gayet güzel otobüs üretiyor ama kamudan yüz bulamadığı için bir türlü kabuğunu kıramıyorlar.  Keza hızlı tren ve tramvayı dışarıdan değil Durmazlar Makine’den alın… Bakın İpekböceği Bursa trafiğinde gayet başarıyla kullanılıyor… 

4.        Yerli Kaynaklara Dayalı Enerji Üretim: Rüzgar enerjisi yerlidir, çevrecidir vs. dedik, mantar gibi RES’ler bitti… Ama neredeyse hepsi ithal.  Yerlilikten söz ederken yabancı markalara yeni bir pazar açıverdik… HES’ler özel sektörün kar hırsı yüzünden Anadolu insanının nefretini çekiyor. RES gibi HES’lerde de makine ve teknoloji dışarıdan geliyor… Hadi buna da bir önerim olsun… Bırakın boş lafı da örneğin güneş paneli üreten firmaları destekleyin… RES’lere rotor yapan, kanat yapan firmalara bir el verin. Hatırladığım kadarıyla Bursalı çok değerli bir firma RES rotoru için fabrika kurduğu halde iktidarlardan destek değil çelme yedi.  Siz her şeyi dışarıdan alma kafasıyla “2018'de enerjide yerli kaynak kullanımını yüzde 30'a” çıkarsanız bile sadece ithalatı patlatacaksınız!
5.       Enerji Verimliliğinin Geliştirilmesi: “Enerji kullanımında bilinci arttıracağız” diyor hükumet... Bilinçli olmazsanız, kullanmadığınız ampulü kapatmazsanız yüksek faturayı hak ettiniz ve her şeyin sorumlusu sizsiniz!
İktidarın yaptığı elektrik dağıtımını özelleştirerek vatandaşın faturasını kabartmak oldu. Tasarruflu ampul üretimi, enerji hatlarındaki kayıp ve kaçakların önlenmesinden tutun da daha az elektrikle çalışan motor, cihaz ve ekipmanlar… Bunlar tamamen piyasa rekabetine bırakılmış durumda.  “KOBİ'lere destek vereceğiz” lafından, KOBİ’lere elektrik indirimini mi anlayalım? “Kamu binalarındaki enerji tüketimi yüzde 10 düşürülecek” miş… 
Şimdi, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın yıllık elektrik faturası 8,5 milyondan 850 bin lira düşecek mı?
6.        Tarımda Su Kullanımının Etkinleştirilmesi:  Ovalar her yerde beton yığınına dönmüş. DSİ’nin sulama kanalları sökülüp yerine binalar yapılmış… “Ova” kalmamış… siz nereyi sulayacaksınız ki?  
Bu maddeden sadece yeni sulama sistemleri, çiftçiye yeni masraf kapısı çıkar. Açık kanal yerine boru ve damla sulama… AB’deki sistem. Ama ben yüksek elektrik faturaları nedeniyle tarlasına, traktörüne icra gelen çiftçinin durumuna da iki satırlık çözüm beklerdim.
Arazi toplulaştırması” deniyor.  Aslında adım atılabilecek en uygun yer burası gibi.  Çünkü Anadolu’da göç nedeniyle tarlaların önemli bir bölümü ekilip dikilmiyor. İnsanlar köyleri terk ediyor. Toplulaştırma için zaman uygun. Herhalde buradan da geleneksel köy tarımının yerine büyük kapitalist çiftçilik sistemine geçmiş oluruz.
7.       Sağlıkta Yapısal Dönüşüm: Hükumet tıbbi cihaz ve malzeme ihtiyacının yüzde 20’sinin yerli üretimini hedefliyor. Durum gayet açık değil mi? Demek ki hastanelerde ne varsa ithal…  
Çok iyi bildiğim bir sektör değil. Ama ameliyat ipliğinden diş hekimi koltuğuna pek çok sağlık malzemesi için yerli üretim girişimi olduğunu duymuştum. Pek çoğu hayalde kaldı. Çünkü bu alana dünya markaları tam hakim… Dijital sistemler, görüntüleme cihazları, mercekler, optik, sayısal sistemler… 
Sahi, sağlıkta hükümetin en önemli projesi şu “Şehir Hastaneleri” değil miydi?  Kamu hastaneciliğini tasfiye edip, her şeyi “hizmet alımı”na dönüştürmek…
8.        Sağlık Turizminin Geliştirilmesi: Bu alanda potansiyel var. Son yıllarda bazı ameliyatlar  Rusya ve Avrupa’dan talep alıyor. Bunlar çoğalıp cirolar artırılabilir.  Ayrıca Termal Turizm, SPA alanında da hükümetin hakkını teslim etmek lazım. Termalde 100 bin yatak kapasitesi ciddi bir hedef. Son yıllarda termal tesis zincirleri türedi. Bunlar valilik, belediye gibi kamu kurumlarından tam destek alıyor, korunuyor. Dar gelirli ve yoksul kesimin kullandığı geleneksel kaplıcalar hızla yok oluyor. Yerine her yerde üst gelir gruplarına dönük tesisler yapılıyor. 
9.        Taşımacılıktan Lojistiğe Dönüşüm: Son yılların moda laflarından birisi de “lojistik”…   Lafını çok duyuyoruz da, neden bir türlü sadede gelinmez…
Arkadaş, lojistiğin temel ilkesi mal ulaşımında entegrasyonu sağlayıp “nakliye” maliyetini en aza indirmek, ekonomiye rekabet gücü sağlamaktır. Neyi entegre edeceksin? Kara, demir, deniz ve havayolu taşımacılığını…
Bursa koskoca bir sanayi kenti… Bir sürü sanayi bölgesi var. Tek bir tanesinde raylı sistem yok…  Herşeyi lastik tekere bindirmişiz… “Lojistik”i sadece kamyon ile çekici arasındaki farkla açıklayanların sayısının çok olduğuna inanıyorum. 

Halbuki lojistiğin temel mantığı sanayi, maden vs. ağır yük taşımacığının trenle yapılması, trenlerin limanlara ve havaalanlarına bağlanmasıdır. Lastik tekerlekli aracı sadece mahalleler arasında kullanırsınız… 
Adam TOFAŞ’tan TIR’a 6 tane Linea’yı yükleyip Van’a götürüyorsa, senin lojistik sistemin zaten çökmüştür…
Keza Antalya… Antalya ciddi ithalatın yapıldığı bir yer. Aynı zamanda kentten büyük miktarlarda meyve sebze çıkıyor…  Şimdi sen Antalya Hali’nden domatesi kamyona yükleyip Ankara, İstanbul haline kadar götürüyorsan bu da çağdaş lojistiğin bittiği andır!  Lojistikte aslolan maliyeti ucuzlatmaktır.
Bunun yolu da karada demiryoludur. Ya da kıyı kentleri için gemidir.  
Divanı Hümayun iktidarı döneminde batılı emperyalistler Osmanlının maden ve tarım ürününü taşımak için Anadolu’ya demiryolu döşemişti… Bizim iktidarlar veya ekonomi yönetimleri bunu bile kavramış değil demek ki…

15 Aralık 2014 Pazartesi

Aman petrol, yaman petrol!

Para kazanmanın bu kadar zor olduğu bir dönemde, istasyonunda arabası için benzin, mazot ya da LPG’ye daha az para ödemek kimi mutlu etmez ki? Ama petrol masum bir yakıt olmaktan çıkalı çok olduğu için ne fiyatlardaki düşüşün bir garantisi var, ne de yeni artış rekorları kırmayacağının…
Petrol, yeraltında doğal olarak bulunan ve yerüstüne sondajla çıkarılan bir madde. Yani bütün maliyeti sondaj, çıkarma, boru veya tankerlerle taşımaktır.  Petrol fiyatı diye bildiğimiz şey işte bu ham petrolün varil fiyatıdır. Bir varil yaklaşık 159 litredir. Fiyatı da son iki yılda 140 dolarlardan 80 doların altına düştü.
Ham petrol rafinerilere taşınır ve orada başta benzin, mazot olmak üzere çok sayıda ürün elde edilir.  Akaryakıtın en önemli maliyet kalemi de işte bu rafine, ayrıştırma işlemidir.
Düşünün ki, ham petrolün varili 80 dolar demek, litresi 50 sent (1 lira) demektir.  Bu ham petrolün alınıp rafineride işlenmesi ile elde edilen ürünler tesisten “Rafineri çıkış fiyatı” ile çıkar. Bu aşamada benzinin litresi 2,10 liradır.  Ülkeler arası fiyat farkı üretim maliyetiyle ilgilidir.  Örneğin Türkiye’de üretim Avrupa ortalamasından litre başına 15 kuruş daha pahalıdır, o kadar. Ancak esas rakamlar  ÖTV ve KDV’lerle kendini gösterir ve pompaya gelince en az ikiye katlanmış olur.
Avrupa Birliği’nde benzin fiyatlarının yüzde 49, mazot fiyatlarının da yüzde 55’i işte bu vergilerdir. Türkiye’de mazot fiyatının yüzde 52, benzin fiyatının yüzde 58’i vergidir.
Örneğin bizde 5 liradan satılan 95 oktan benzinin yüzde yüzde 58,39’u vergi, yüzde 32,66’sı üretim maliyeti yüzde 8,9’u da şirketlerin brüt karıdır. Kabaca benzin için vatandaşın ödediği paranın yüzde 40’ını yakıtı üreten, dağıtan; yüzde 60’ını da devlet vergi olarak alıyor, dersek yalan olmaz.
Dolayısıyla ham petrol fiyatındaki düşüş hem hemen, hem de aynı oranda vatandaşa yansımaz.
Yaşı ellinin üzerinde olanlar hatırlar;  dünyada varili  3 dolardan satılan ham petrol meşhur 1974’lerdeki “Petrol Krizi”nin ardından dört kat zamlanarak 12 dolara çıkmıştır.  Bu zamlar Ecevit hükümetini perişan etmiş Türkiye “döviz darboğazı” diye bir terimle karşılaşmıştı.
1980’lere kadar 20 doların altında seyreden ham petrol fiyatı 1980’lerin başında 40 dolara kadar çıkmış, 1985’lerde yeniden 20 dolar seviyesine inmişti. Ham petroldeki asıl tırmanış 2000 sonrasında başladı ve 2005’te 40 dolar sınırı aşılarak adeta tırmandı, 2009 krizi öncesinde 137 dolarla rekor yaptıktan sonra inişe geçti. Son iki yılda 140 dolar seviyesinden 80 doların altına kadar indi.
Bu, son 3 yılda yüzde 43 fiyat düşüşü demektir.
Peki, neden benzin aynı oranda ucuzlayıp  5 liradan 2,85 liraya düşmüyor?
Düşmez. Çünkü hem vergi oranları yerinde duruyor hem de piyasada “giren fiyat çıkmaz” kuralı geçer! Sonuçta da devlet/hükümet politikasıdır.
Neyse buna da şükür diyelim, benzin 5 liradan 4.30 liraya düştü.
Geçtiğimiz yaz 3 lirayı bulan LPG’yi önceki gün araca 2 liradan yüklediler…
Enerji Bakanı hesap yapmış. Diyor ki, “Bu düşüşle vatandaşın cebine 5,5 milyar dolar girdi”…
Petrol sıra dışı bir ürün… Herhangi bir mal gibi üretim maliyeti, şirket karı vs. hesaplarla dönmüyor.
İşin içinde siyaset var,  egemenlik alanları var. Silah var, savaş var…
Sadece askerle, silahla yapılan savaş da değil…
Savaşın her türlüsü…
Son 10 yıldır petrol üreticisi ülkeler yüksek petrol fiyatlarıyla çalışmadan zengin oldular.
Petrol Rusya’yı yeniden toparladı, eski görkemli günlerini yeniden inşa etme tutkusunu depreştirdi.
Ortadoğu’da akan her damla kan, petrol fiyatlarını artırmaya yaradı…
Petrolün fiyatı arttı da Arap halkının, çöl bedevilerinin vs. yüzü mü güldü?
Tam tersine… Hepsi acı çekti, yerlerinden edildi, öldürüldü…
Sadece petrol ve silah şirketleri cirolarını katladılar.
İktidarların elinde petrolün kendisi de bir silaha dönüşüverdi…
Rusya, petrol ve doğalgazıyla Avrupa’yı ve de AB’yi ekonomi ve siyaseten pes ettirmeye çalışıyor!
Biz dünyalılara düşen sadece benzin zamlandıkça mazota, sonra da LPG’ye yönelmek..
Neyse, nazar değmeden, tadını çıkaralım şu indirimlerin…

7 Aralık 2014 Pazar

Laiklik varsa vardır, yoksa da (çöker)...

 

 “Zorunlu din dersi Anaokullarında başlasın mı başlamasın mı?”

Bugünlerde eli mahkum bunlara kafa yoruyoruz. Anlaşılan birileri zaten kararı vermiş de, politikaya işin kamuoyunu hazırlama kısmı kalmış… 

Ya da eceli gösterip sıtmaya razı etme…

İnsanın, hiddetlenip  “çakma laiklikle buraya kadar”  diyesi geliyor…
Sevgili okurum,   oldum olası hiçbir şeyin nedensiz olmadığına inanırım. Mutlaka her şeyin bir kaynağı, bilimsel bir nedeni; tabi bir  de sonucu  oluyor. 
Hem de öyle düşünsel, fikirsel vs. değil; bal gibi maddi, elle dokunulur; cebe, banka hesabına girecek nedenleri, sonuçları!
Bu yüzden de toplumsal olay ve olguları anlamak için öncelikle ekonomiye kafa yorarım.
Ancak öyle şeyler yaşıyoruz ki…
Okullarda başörtüsü serbestliği (siz buna tesettürü özendirme planı da diyebilirsiniz) ardından, “zorunlu din eğitimi ana okullarında başlasın mı başlamasın mı” tazyiki de şeytanın yazmaya dürttüğü konulardan birisi oldu.
Televizyon ekranları, gazeteler, sanal medya… Her şeyin “özgürce” yazılıp söylendiği yerler, öyle değil mi?
Ha evet…
Her akşam ekranlarda kafamız ütüleniyor…
Bu kadar fazla konuşulan bir memlekette söylenmedik şey kalmadı diye düşünüyor insan.
Ama bakıyorsun, arkadaş laflar hep şeylerin çevresinde dolaşıyor…
“Güzel konuşma”, telaffuz, giyim, ekranda duruş, nefes tutma, diksiyon, güzel/yakışıklı olma, vücut dili kullanımı vs. şekillerle sınırlanmış…,
Yahu bu kadar laf kalabalığı içinde bir de gerçeği söyleyin, bir yaralı parmağa işeyin!…
Bursa’da yayın yapan  Line TV’yi izliyorum. Değerli meslektaşım Özlem Buğday, -ki yazılarını keyifle okurum.  Çok değer verdiğim kalemlerden birisidir-  iktidar partisinden bir temsilci ile din eğitiminin ana okuluna kadar uzanmasını konuşuyor.  
Çok seviniyorum, Özlem’in programını isleyebildiğim için.  Merakla dinlemeye başlıyorum.
İktidar temsilcisi de bir eğitimciymiş…  
Pedagojiyi bir tarafa koyalım” diyor, bu eğitimci... 
Eğitimcimiz anaokulunda zorunlu din dersini pedagojiye aykırı mı buluyor yoksa, pedagojiye aykırı da olsa din eğitimini mi savunuyor, anlaşılmıyor.
Neyse…
Özlem Buğday ile Almanya’da yaşayan ortak bir tanıdıkları varmış.
Bu gurbetçi tanıdık “Almanya’da kilise okullarında din eğitimi anaokulunda başlıyor” gibi bir şey söylemiş.
AKP’li konuşmacı, “Bak işte” demeye getiriyor “Görüyorsunuz, Avrupa’nın merkezinde bile anaokullarında din eğitimi var işte!”
“Ama Almanya’da çocuklara din eğitimi veren okullar kilise okullarıdır. Siz bunu devlet okullarında yapmak istiyorsunuz.  Aynı şey mi?” falan demesini bekliyorum Özlem’in...
Ama olmuyor…
Konu, en kritik noktasında karanlığa uğurlanıyor…
Karartılıyor resmen…
Halbuki laikliğin en temel niteliği devletin din eğitimine karışmamasıdır. 
Ne Almanya ne de başka bir Avrupa ülkesinde devlet okullarında din eğitimi var…
Devlet din tarif etmiyor. “Din böyledir, ibadet şöyledir. Doğru budur, yanlış şudur” demiyor. İnsanlar inançlarını müdahale olmadan yaşıyor. Örneğin Avrupa'nın neredeyse bütün kentlerinde camiye kimse karışmıyor.
Giyime kuşama, saça başa da kimse takmıyor...
İnsanlar dinsel eğitim için çocuklarına temel eğilimi evde kazandırır, ardından kilise okuluna gönderir. Papazlar vs. orada yetişir. 
Papaz yetiştiren bir devlet okulu bulamazsınız… 

Ama bizdeki  “laiklik” öyle mi?
Bütün okullarda “din dersi” zorunlu.
“Din” dediğimiz de sadece Sünnilik mezhebi. Tek bir mezheple sınırlı.
Din adamlarının tamamı devlet okullarında yetişiyor (İmam Hatip lisesi, İlahiyat Fakültesi).
“Laik devlet”in temel kurumlarından  sayılan Diyanet İşler Başkanlığı 100 binden fazla imam vs. kadrosuyla devlet bütçesinden en yüksek parayı alan kurumlardan birisi… İmamlar devlet memuru, maaşını devletten alıyor!
Ve devletin Diyanet ile kontrol altında tuttuğu dinsel alanda nüfusun önemli bir kesimi olan Aleviler,  Caferiler vs. İslam ya da Hıristiyan vs. başka inanışların hiçbiri yok. Ateist, deist falan zaten bizim “laik” sistemde komple “günahkar” tanımlanmış. 
Çakma laiklik dediğim şey işte bu!
Gelelim benim “çakma laiklik” sözlerime kızan, ama kendisini sahiden laik hisseden dostlara…
Maalesef dostlar, bugün “laiklik elden gidiyor” diye kaygılanıyorsunuz ya…
Bilin ki bunun kaynağı laik sandığınız yapı…
Hiç değilse bundan sonra gerçek bir laiklik hedefimiz olsun.
Devletin artık “dini kontrol altında tutuyorum”, “tekkelere tarikatlara fırsat vermiyorum” diye Diyanet’i kollamaya devam etmesinin bir anlamı yok. O konjonktür çoktan tarih olmuş.
Diyanet sistemi yıllardır dünyaya salt din, şeriat penceresinden bakan geniş bir kuşak yetiştirdi.
Gerçek bir laiklik olsaydı, devlet ne din eğitimine karışırdı ne de kimseye cami yapar imama maaş verirdi.
Sorulur:
“Laiklik nedir evladım?
-          Dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır öğrenmenim…
-          Aferin evladım. Bildin.”
“İslamın şartı” gibi bunu da ezberlemiştik!
Meğer bu, devletin din alanına karışmaması, insanları inanç ve ibadetlerinde tamamen özgür bırakması, her inanca ait din adamı ve ibadethanelerin masrafının cemaati tarafından karşılanması gibi bir şey değilmiş… Yani sahici bir laiklik falan değilmiş...
Belki de bu tariflerle “Dini ayrı devleti ayrı yönetme”, iki alanı farklı kesimlerin, kadroların idare etmesi falan kastediliyordu!
Ama bugün o da anlamını yitirmedi mi?
Şimdi sen cevap ver bu kazık soruya öğretmenim:
Laiklik diye diye laikliği nasıl çökertiyoruz?

25 Kasım 2014 Salı

IMF uyardı: Dolar çıkışı başlarsa yandınız!







Sevgili okurum, hükümetin IMF borçlarını ödemesi ile çoğumuz artık bu kuruluşla ilgimiz kalmadığını, hükümetlere yön veren “IMF Reçetleri”nin tarihe karıştığını düşündük. Bu yapay algı iktidarın da işine geldi, bağımsız “milli” politikalar uygulanıyormuş izlenimi yaratıldı.
Oysa IMF (Uluslararası Para Fonu) sadece büyük döviz krizlerinde borç vererek devreye giren bir kuruluş değildir. “Banka”, hiç değildir. 
IMF,  ABD merkezli küresel sermayenin patronudur… 
MademTürkiye son 12 yıldır ekonomik büyümesini yabancı para girişine, sıcak paraya, küresel pazara ayak uydurma kapasitesine borçlu, o halde her zaman Türkiye’nin gidişatında da kilit rolü oynamayı sürdürecektir…
Madem büyüme için "Cari açık ekonomisi"ni tercih ettiniz, o halde onu finanse edenlere da dayı demek zorundasınız! 
Gelelim, IMF Yönetim Kurulu’nun Türkiye ile ilgili (4. Konsültasyon) toplantısına ve toplantı sonrası yapılan açıklamaya…
Açıklama, Türkiye’nin 2010’dan bu yana gerçekleştirdiği yıllık ortalama yüzde 6 büyümeye övgü ile başlıyor.  Hatırlatalım 2009 kriz yılıydı, büyüme değil yüzde 4,8 küçülme vardı. 2010’dan itibaren ekonomik büyüme sırasıyla yüzde 9,2, yüzde 8,8, yüzde 2,1, yüzde 4,1 oldu. Bu yıl ve 2015’te büyüme tahmini yüzde 3.
Rapordaki bazı veriler şöyle:
Nüfus,  74,9 milyon. GSYİH,  821 milyar dolar.  Kişi başına GSYİH 10 bin 527 dolar.
2009’dan 2014’e özel sektör iç talebi yüzde 12,6’dan 0,1’e düştü.(piyasa durgun, yaprak kımıldamıyor)
İşsizlik oranı yüzde 11,1’den önce 8,4’e indi sonra 9,5’e çıktı, 2015’te yüzde 10,4 olacak.
AB tanımlı kamu açığı oranı yüzde 42’ten yüzde 32,4’e geriledi.
Cari açıkların GSYİH’ye oranı yüzde 2’den 5,8’e yükseldi. Gelecek sene yüzde 6 olacak.
Finansal gereklilik oranı” ya da tasarruf açığı deyin, milli gelirin yüzde 18’inden yüzde 26,8’ine yükseldi. (Sürekli yabancı para girişine, yeni borca mahkumsun) 
Kamu ve özel toplam dış borçların oranı yüzde 40’dan yüzde 49’a yükseldi. (borçlar kar topu gibi artıyor)
Net dış borçlanma oranı yüzde 24’ten yüzde 31’e yükseldi.
Kısa dönem borçların toplam borç içindeki payı yüzde 15,5’den yüzde 20,7’ye yükseldi.

Peki, raporun sonundaki  “tavsiyeler” neler?
Rapor, çok doğru bir tespitle, özel sektörün dış borç konusundaki kırılganlığına dikkat çekiyor…
"Aman, tasarruf” diyor IMF… Özellikle de özel sektöre... 
Eee malum bu dönemde dış borçlar devletten özel sektöre doğru kaydı
Asıl borç yükü özel sektörün sırtında... 
Özel sektörün bu yıl ödeyeceği dış borç 167 milyar dolar değil miydi?
Ve tabi sistemin en önemli yumuşak karnı yabancı para girişi…
Malum milli gelirin yüzde 6’sına giden kronik cari açık legal/illegal yabancı para girişiyle sürdürülüyor.
IMF’nin de üzerinde titrediği bu konu.
En büyük risk, sermaye akışında yaşanacak ani bir değişiklik”, diyor IMF.
Yani IMF Türkiye’ye demek istiyor ki…
"Sizin ekonominiz, istikrarınız, büyümeniz falan pamuk ipliği…
Hepsi dolara verdiğiniz yüksek faize bağlı…
Maazallah para sahiplerini küstürürseniz, sermaye akışı tık diye kesilir…
İşte o zaman yandınız!"

16 Kasım 2014 Pazar

‘Piyasa’ işçi mi arıyor, ırgat mı?

Önce haberi hatırlatalım. Balıkesir’in merkez Karesi Belediye Başkanı Yücel Yılmaz “Balıkesir OSB’lerinde çalışacak, kaynak işi yapabilecek, ağır metaller alanında görevlendirilecek 24 bin 600 işçiye ihtiyaç var. Bu konuda başvuru yapanlar hemen işe yerleştirilebilir. Belediyemize 20-38 yaş aralığında 17 bin 600 kişi iş başvurusu yaptı. Bunların çoğu üniversite mezunu. Biz ise teknik eleman, işçi arıyoruz” demiş. 
Yılmaz “kalifiye eleman eksikliği” nedeniyle kentteki fabrikaların yüzde 65 kapasite ile çalıştığını da vurgulamış!
Memleketin hali işte bu…
İşsizlik diz boyu. Milyonlarca insan iş arıyor. Bakmayın TÜİK’in işsizlik oranını yüzde 10 civarında göstermesine.  Halep ordaysa arşın burda! 
Düşünün, kabaca 30 milyon çalışabilir nüfus içinde sigortalıların toplam sayısı sadece 15 milyon dolayında değil mi? Sadece IŞKUR'a iş başvurusu yapan 3 milyon insanı işsizden sayarak, "bütün isizler işte bu 3 milyon işte" diye işin içinden sıyrılamazsınız. 
Kimse kendini kandırmasın… 4 kişilik iş için 4 bin kişinin başvurduğu bir ülkeden sözediyoruz.  
Ama sorunun düğümlendiği yer işsizlik oranları, sayılar falan değil. Kritik nokta şu: emek arzı ile emek talebi arasındaki uyuşmazlık… 
Yani işçinin aradığı şeyle patronun aradığı şey bir türlü çakışmıyor.  Bu yüzden de işçi çalışacak iş, patronlar da çalıştıracak işçi aramaya devam ediyor.
Hatırlayalım, özellikle Gümrük Birliği ve Çiller dönemi ünlü 5 Nisan Kararları, -ve de krizi- sonrasında bütün fabrikalar yabancı ortak ve ISO 9000 Belgesi seferberliğine başlamıştı. O dönem öne çıkan şey “verimlilik”,  emeğin verimliliğiydi. Kalifiye işçi peşindeydi patronlar.  
İşsize iş bulmakla görevli İŞKUR, işi gücü bırakmış meslek edindirme kurslarına yönelmişti. Patronlar da, DOSAB- BUTGEM’de olduğu gibi kendi ihtiyaçlarına  göre eleman yetiştirmek için okul açmaya soyunmuştu.  Çünkü işyerleri “düz işçi” değil, küresel pazara çalışan modern seri üretime uyum sağlayacak sanayi işçisi arıyordu.  Dünya standartlarında üretim yapacaklardı…
Ancak, 2008 krizinin ardından yeni bir süreç başladı. Artık kalitede küresel standartlar yakalanmış, rekabetin merkezine “ucuzluk yarışı” oturmuştu. Bu yarışın açık ara öncüleri olan Çin, Hindistan vs. dünya piyasalarını sallıyor, batının pahalı markaları raflarda tozlanırken, Uzakdoğu’nun ucuz ürünleri kapitalizmin mabetlerini de istila ediyordu.
Gerçek şu: Ekonomide büyümek, hatta ayakta kalmak istiyorsan ucuza üretmek, satmak zorundasın. Başka türlü o çarkı döndüremezsin…  
Peki, iyi de, ucuza üretip satmayı nasıl becereceksin?
Özet: Dünya (batı da Çin vs. ülkeler dahil) bunu fabrikanın kurulacağı arsadan, elektriğe, altyapıya, ulaşıma, iletişime vs. yatırım yaparak, maliyeti azaltma yoluna giderek becerdiler, beceriyorlar. 
Ekonomideki “Karşılaştırmalı üstünlükler  kuralı” gereği kendilerine avantajlı sektörler seçip onda yoğunlaşıyorlar vs.
Bizde bu konularda tık yok… 
Tersine, arsanın, elektriğin, suyun, gazın, internetin vs.  her şeyin en pahalısı bizde! Ü
Ve üstelik sanayi de hala fasona çalışıyor…

“Verimlilik” deyince bizim patronların çoğunun düşündüğü tek şey şu: "İşçilerin parasını kısalım!"
Devlet de böyle, özel sektör de…
Piyasada sendikalı işyeri kalmadı… Sendika olmayan işyerinde pek çok yasanın da uygulanmadığını biliyoruz.
Bakın, Soma’daki cinayet gibi kazada literatürümüze bir sözcük girdi: “Dayıbaşı…”
Meğer “İleri Demokrasi” Türkiye’sinde, burnumuzun dibinde insanlar çağdaş maden işçisi gibi değil, asırlar öncesi feodal dönemden hortlama ırgatlık sistemi ile çalışıyormuş…  
Şirket işçi başına günlük 50 lira ödüyor. Ama paranın 25 lirası dayıbaşı alıyor.”
Ermenek’te, bunun da ötesinde manzaralara tanık olduk: Günlük 30 lira yevmiye!
Şu maden şirketinin alicengizine bakar mısınız?
Yasal aylık asgari ücreti 30’a bölüp yevmiye hesaplıyor ve işçileri “yevmiyeci” yapıyor.  Adamın haftalık izni yok, pazarı, bayramı, düğünü, cenazesi, hastalığı da olmayacak… Çocuğu okula gitmeyecek. Sigorta yok, emeklilik falan hayal…
İtiraz edene TOMA, gaz…
Başa dönersek…  Anlaşılan Balıkesir’de patronlara işçi lazım… Ama normal kalifiye, eğitimli vs. adam istemiyorlar. 
Maazallah onlar düzenli maaş ister!
İstedikleri Soma’da, Ermenek’teki gibi “işçiler…
Belki de bu nedenle Balıkesir’de köylülerin üzerine bu kadar fazla geliniyor…
Köylülerin ellerinde kalan tek geçim kaynağı zeytin ağaçları ,belki de onlar ırgatlığa razı olsun diye sökülüyordur!…
Eğitimli, kalifiye, modern sanayi işçisi yerine, sefillik ücretine tav ırgat arayan bir “sanayi”nin ayak sesleri mi bunlar?  
Sahiden şu Balıkesir’de patronların aradığı nedir?