25 Haziran 2014 Çarşamba

‘Digital gazete’ buharlaşma mı, yoksa…


Dursun EROĞLU
Radikal Gazetesi, gazetecilerin daha özgür bir gazete çıkarma, demokratik kamuoyu oluşturma  çabası olmayıp, memleketin en büyük basın patronunun, "medya piyasasında",  “farklı okur gruplarına yönelik bir ürün çeşitlemesi” olarak kurulsa da önemli ve saygın gazetelerimizden birisi oluvermişti. Radikal, artık bayilerinde satılmayacak, sadece internetten izlenebilecek.  İyi mi oldu kötü mü bilmem, ama toplumun gazete, habercilik algısında hızlı bir değişim yaşandığı muhakkak.
Sevgili okurum, “gazete” malum, kağıda yazılır… Her gün yeniden üretilen ve uzun seneler insanlara en yeni bilgileri verme, yurttan dünyadan haberdar etme gibi işlevler üstlenen; reklamları, iş ilanları, sinema, tv programları, hatta acil telefon listeleri ile günlük yaşamamızın bir parçası gibiler…
Ancak gazeteler cidden zor bir dönem yaşıyor.
Gazeteciliğe  en büyük darbe 1980’lerin başından itibaren vuruldu. İşadamı Aydın Doğan ile başlayan süreçte gazeteler, gazetecilerin kurup işlettiği, yönettiği, kontrol ettiği kurum olmaktan çıkıp işadamlarının kontrolüne geçti.
Kaçınılmaz olarak bu “patron gazetesi” olma durumu içeriği de etkiledi ve demokrasinin “dördüncü kuvvet”i olması gereken gazeteler birer ticari kuruluş haline geldi. Reklam “asıl mümderecat” oldu. Gazeteleri, hatta Yazı İşleri’ni reklam koordinatörleri yönetmeye, yönlendirmeye başladı.
Gazeteler vatandaşın gerçeklerinden koptukça toplumsal desteği de azaldı. 76 milyonluk Türkiye’de toplam tirajların 5 milyona takılması bunun kanıtı değil mi?
Televizyon yayınlarının etkinliği zaten gazeteleri haberin ilk kaynağı olmaktan çoktan çıkarmıştı.  Haberden ziyade insanlar gazetelerde yorum ve analizlere bakıyordu.
Derken teknoloji yepyeni olanaklar yarattı ve haberi gazete sayfalarında değil, internet sitelerinden facebook, twitter vs.’den öğrenmeye başladık.
Önde gelen basın kuruluşları ciddi ciddi digital ortamda yayımlanmayı düşündü, çalıştı.  Kimisi digitale geçti, bayilerden ekrana taşındı.
Gazete basıp dağıtmanın yüksek maliyetleri, bu arayışların en önemli kaynağı oldu.
Tabi sorun gezip dolaşıp şu noktaya geliyor: Sadık okur kitlesini koruyacak mı?
Reklam gelirleri düşünce mevcut haberci kadrosunu çalıştırmaya devam edebilecek mi?
İnternet haberciliği yapan meslektaşların en çok yakındığı şey gelirlerin azalıp maaşları ödemede sıkıntı yaşamaları.
Reklam gelirlerini artırmada kilit nokta da sanal perakende pazarı… Son yıllarda internet üzerinden yapılan alışverişleri artmasının reklam gelirlerine yansıdığı da bir gerçek.
Hasılı, “internet gazeteciliği” yeni bir alan olarak hızla büyüyor.
İnterneti olmayan ne yapsın” mı dediniz?
Valla bu soru pek anlamsız kaçmaya başladı. Zira memlekette internet öyle yaygınlaşıyor ki… İnternet şansı olmayan köylerde zaten gazete de satılmıyordu. Ya da gazete okuyabilecek kadar okuma yazma bilenler çoktan sanal dünyayı keşfetmiş durumda!
Hem sınırlar falan da kalkıyor…
Misal, ben Ankara’dan Yeni Dönem Gazetesi’nin bayiden alıp okuyamıyorum. Ama site her gün elimin altında…
Hatta,  bu yazıyla ilgili görüş ve önerilerinizi anında bana yazabilir, yazı konusunda yorum yapabilirsiniz… Beklerim.
İyi pazarlar…

16 Haziran 2014 Pazartesi

Yalıtımın demokrasi ile ne alakası olabilir?

Dursun EROĞLU


“Yalıtım” deyince, öyle toplumsal bir yalıtma ya da yalıtılmışlıktan falan dem vurmuyorum.  Şu, binaların dış cephesine yapılan köpük, harç, mala, çivi ve sıvayla yapılan yalıtım işinden sözediyorum… 

Memlekette çarkların nasıl işlediğini görmek için meğer onca cilt kitap okuyup feylesof kovalamaya gerek yokmuş! İnanın bana, topu topu birkaç haftada başınıza gelecekler hepsinden daha açıklayıcı oluyor!
Nasıl mı? 
Buyurun okuyun…
Ankara’da yaklaşık 300 ailenin yaşadığı bir sitede oturuyorum. Komşular sağolsun, hani emekli, işi gücü yok, zamanı bol diye beni yönetici seçtiler. Malum bu ara sitelerin en moda işi yalıtım… Harıl harıl iskeleler kuruluyor, insanlar borçlanıyor, kredi çekiyor, taksit ödüyor. Doğrusu yalıtım hem doğalgaz faturalarının hafiflemesi hem de binanın korozyona karşı korunması bakımından güzel bir şey. Bir yanıyla da zaten 2017’den itibaren binalardan enerji belgesi isteneceği ve gaz, elektrik fiyatlarında fark gözetileceği için, zorunluluk gibi.
Piyasada çok büyük bir rekabet var. İrili ufaklı yüzlerce kuruluş bu işe soyunmuş. Her boya firması paket uygulamalar düzenlemiş.  Malzeme üretimi büyük markaların kontrolünde olduğu için belli bir standart tutturulmuş. Gerçi revaçtaki EPS mantolama levhalarının Avrupa’da terk edildiği, Almanya ve Fransa’da yeni teknolojiler uygulandığı, yani bizdeki “köpük” montalama işinin demode kaldığı söyleniyor, ama şimdi konumuz bu değil…

Sitemizdeki konutların 200’ü 8 adet apartmanda. Kalanı dubleks bahçeli ev durumunda.
Site yönetimi Kat Mülkiyeti Kanunu’na tabi. Bu kanuna kalırsa, site yönetiminin yazılı izni olmadan hiçbir yerde yalıtım yapılamaz. Fakat dublekslerin yarısında yalıtım yapılmış, kimseden de izin falan alınmamış.
Bırakın yalıtımı, apartman ve site yönetiminin Anayasası sayılan Yönetim Planı'nda "mesken" olarak gösterilen yerlere adam gidip işyeri açıyor. Bu da yetmiyor belediye buraya işyeri ruhsatı veriyor. Yani ortada bir yasa var ama, onu uygulamaya kalktığınızda size sahip çıkan yok. Paran ve sabrın varsa mahkemelerde senelerce uğraş... Neyse onu da geçelim.
Yalıtımda asıl iş apartmanlarda.
Ortalıkta ciddi paralar dönüyor.
Yalıtım kararı alınır alınmaz, bazıları bundan vazife çıkarıp hemen  kendilerine "iş yaratmaya", komşuları kafaya almaya başladılar. “Biz ayrı yapacaz”, “Özel yaptıracaz”, “Biz herkesi beklemeyeceğiz” lafları arasında bir baktım ki apartmanın birisinde iskele kurulmaya başlamış bile.
Yönetim olarak yalıtımın ortak yapılmasını istediğimi, bunun maliyetleri düşürebileceğini, sakinlerin çıkarına uygun olacağını, ayrıca sitede boyanın, sıvanın vs. uyumlu olacağını söyledim. “İşin kime, kaç liradan verileceğine apartman temsilcileri ortak karar versin”, “Her şey açık şeffaf yürüsün, suistimal olmasın” dedim.
Bununla da “Herkes istediğini yapsın, bana ne, karışmam” demek istememiştim.
“Yönetim izin verdi” diye bir aparmanı örgütleyen bu uyanık komşum, herkesten taahhütname toplamış, borçlandırmış, işi bir firmaya vermiş… Sözleşme yapmış. Benden habersiz. İddiaya göre, işi alan şirket ondan para almayacakmış! Bir kaç ayda kotarılacak güzel para...
Ama sonuçta yalıtım yapılacağı için seviniyordum.
Meğer ben suç işlemişim! Yalıtım işini sadece ben yaptırabilirmişim! Bu yapılan suçmuş!
“İnşaatı durdurmam gerekiyor”muş!
Ama geçmiş olsun, çoktan başlanmış, imzalar atılmış…
Filmin en heyecanlı sahnesine gelelim…
İşin patronu (doğrusu hamalı ) ben olacağım için firmalardan cazip teklifler geliyor:
“- İşi alırsam senin ev benden… ”
-          Ama ben yalıtım işini kendim halletmiştim, sağol.
-          Ya lafı mı olur abi. Canın sağ olsun, çekeriz altına bir sıfır araba.”
Sonuçta 1 milyon liranın üzerinde bir iş söz konusu.
Yüzde 5’ini rüşvete verse 50 bine patlar.
Adam için çok ballı bir iş!
Şimdi meseleyi birkaç şirket sahibinin ahlaksızlığı sanıyorsanız,  çok yanıldınız dostlar…
Piyasanın kuralı”ymış!
Çark böyle dönüyormuş!
Siz doğrucu Davut olursanız şirket “salak”, “iş bilmez”; hakkını koruduğunuz insanlar da “mıymıntı, enayi damgası vuruyor.
Kardeşim rüşvet falan istemiyorum, ama günün şu kadar saatini size koşturuyorum. Emeğime bir ücret istiyorum” demeye kalkarsanız, herkes afallıyor:  “Bak bak, adam açık açık yemek istiyor…”
Hani çarklara uymaktan başka çareniz yok.
Sen de “rüşdünü ispatlamaya” zorlanıyorsun!
Siyaset mi? Aman uzak durun…
Onlara sorarsan, bu işin demokrasiyle, sağla solla, memleketin yönetimiyle, siyasetle ne alakası var?
Rüşvet, yolsuzluk, haksız kazanç  Allahın emri!
İyi pazarlar…

12 Haziran 2014 Perşembe

Angarayı sel aldııı!…



Dursun EROĞLU
Başkent son günlerde müthiş yağışlı… Öyle ki; kendimi bazen Karadeniz’de falan sanıyorum. Aralıksız bir hafta, on gün cisi cisi yağıp, donumuza kadar kuru yer bırakmayan yayla günlerini hatırlıyorum. Aslında yağış hepimizin dört gözle beklediği bir şeydi. Malum, koskoca kışta doğru dürüst kar göremedik ve ciddi ciddi hepimizi kuraklık, susuzluk korkusu sarmıştı.
Ancak öyle şeyler yaşıyoruz ki, sevincimiz kursağımızda kalıyor. Çünkü birbiri ardı sıra cafcaflı AVM’ler açıladursun, kentlerimiz altyapı fakiri!
Ve bu yüzden yağmur karşımıza “bereket” değil “felaket” olarak çıkabiliyor.
Ankara’da birkaç gündür neredeyse aralıksız yağış yağıyor. Dün Kızılay’dan eve dönüşte Batıkent Metro istasyonunu su basmıştı. Metroya binmek, inmek için istasyona gelen insanlar su içinde capıl capıl yürürken, üstü kapalı olduğu halde şemsiyenizi açmak zorundaydınız!
Metro istasyonundan yukarı çıkıp sağanak yağış ve savurgan arasında, rüzgara dayanamayıp şak diye ters dönen ve çalışmaz hale gelen şemsiyeden kurtulup ring otobüsüne binince, o günkü yağış macerasının sona ereceğini sanmıştım. Ancak mahalleye girişte, sileceği hızla çalışan otobüs camından bakınca, sanki denize girmek üzere olduğumuzu düşündüm birden… Arabalar yarı yarıya su içinde yüzüyordu. Bizi götüren otobüsün tekerleri su içinde kaldığından iki durak boyunca duramadı, yolcu indiremedi. En sonunda kaldırıma çıkmak zorunda kaldı… Evet, otobüs yolcu indirebilmek için bir manevrayla kaldırıma çıktı ve bir süre kadırımdan gitti!
Tabii yolculuk bitip oturduğum siteye gelince de başka bir sürprizle karşılaştım. Apartmanların bodrum katlarını su basmıştı. Neyse ki bodrum katlar boştu.
Sevgili okurum, bu günlerde eminim benzer şeyleri hepiniz yaşıyorsunuzdur.
Maalesef yağmur, kar, sıcak, soğuk, rüzgar, fırtına, kuraklık gibi her bir tabiat olayının felakete dönüşebildiği bir ülkede yaşıyoruz!
Tek tek hepsi ayrı ayrı güzellikler sunan bu doğa olayları, maalesef bu memlekette ölümlere, ciddi mağduriyetlere dönüşüyor.
Çünkü altyapı yok!
Misal şu yağışlar…
Temel sorun kentlerde yeterli yağmursuyu kolektörlerinin olmaması…
Bütün çatılardan inen yağmur olukları suyu alıp kanalizasyon şebekesine veriyor!
Cadde ve sokaklardaki mazgallar suyu kanalizasyona veriyor.
Mümkün olsa dereleri de kanalizasyona bağlayacağız!
Böyle olunca da kanalizasyon şebekesi iflas ediyor. Alçak yerlerde zemin katlarda tuvaletler pis su sebillerine dönüşüyor!
Evini kanalizasyon suyu basmış bir kadının halini düşünebilyor musunuz?
Arıtma tesislerindeki manzarayı tahmin edersiniz…
Yollardaki şu “bat-çık”lar ayrı bir hikaye…
Halbuki su sahiden berekettir… Hele hele de Ankara gibi su fakiri bir İç Anadou kenti için!
Ankara’da Dünya Bankası’ndan koca koca paralar alınarak sözde “5 milyon nüfusun ihtiyaçlarına uygun yağmursuyu şebekesi” (ne demekse) planlanmış. Milyon dolarlar alınmış. Kuşkusuz o milyon  dolarlarla  çoook işler görülmüştür! Tabi ne “işi” görüldüğünü biz bilmeyiz. Ama bu “iş”in yağmur suyunu kontrol edemediği ortadadır.
Aslında pekçok sorunu çözmenin yalın, sade yolları vardır.
Ben hesapladım, 10 apartmanı olan bir site içinde bu son bir haftada yağan yağmuru sitenin bahçesinde yapılacak birkaç havuz veya büyük tankerlere toplamak mümkün!
Ve bu su, tahmin ederim ki en azından Temmuz kuraklığında sitenin bütün yeşil alanlarını sulamaya yeter!
Sahi… Yağmur suyunu bir yerlerde toplayıp değerlendirmeyi neden düşünmüyoruz ki?
Rant yaratıp, yedi sülalesini zengin etmekten başka işe yaramaz mı bazı kafalar?
Hani her doğal olayı bir felaket, “kör talih” gibi yaşayan yurdum insanı türkü yakmıştı: Çarşamba’yı sel aldı, Bir yar sevdim el aldı!..
Seli, yağmuru bir afet değil hayat, bolluk bereket kaynağı olarak karşılayacağımız zamana kadar başkentte de makamdan gideceğiz galiba.
İyi pazarlar.

2 Haziran 2014 Pazartesi

Bu daha başlangıç!

Dursun EROĞLU
Bu yazı için elime klav: 
Gezinin yıldönümü”!  

Büyük kentlerde hatırı sayılır kalabalıkta insanlar  “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam” sloganı atmaya hazırlanırken, hükumet (bunu devlet diye de okuyabilirsiniz) adeta bunları engellemek için seferberlik ilan etmişti…
Bu, Türkiye'nin yaşadığı en barışçı, en renkli, en çevreci, en katılımcı, en çoğulcu, en hoşgörülü, en dayanışmacı, en demokratik, en, en… toplumsal hareketin; iktidarın en çok korktuğu, kaygılandığı,   en çok gaz ve TOMA kullandığı, en çok polis gönderdiği, en fazla yaralama ve ölümlü sokak gösterisi haline getirdiği, en kalabalık gözaltı yapılan, “milli iradeye” en büyük tehdit, en haiane, en dış mikrah… en, en… sayması ne hazin…
Yönetenlerle yönetilenler; para, silah ve siyasete sahip olan iktidar odaklarıyla  özel yaşamlarını her gün daha daralmış hisseden:  rant amaçlı inşaatlar nedeniyle oturacak parkı kalmayan,  birbirine karşı fişeklene fişeklene kapı komşusuna düşman hale gelmekten bunalmış; ezberci eğitimden, işsizlikten, kale alınmamaktan gına gelmiş kitleler arasında yeni bir mücadele filizlenmeye başladı…
Toplumsal mücadelelerin tarihinde bazı dönemler vardır ki, belki 80-100 yılda ancak yaşanabilecek  bir değişim, sadece birkaç ay, birkaç yıl içinde gerçekleşir.  
Koskoca 600 yıllık Osmanlı’da 1919-23 arasındaki değişimler gibi… 
Gezi parkı sanki bunun ipuçlarını veriyordu.  Kronik sorunlara neşteri atıvermişti… Alevi Sünni, Türk-Kürt, hatta sağcı solcu şeklindeki yapay çelişkileri yerle bir edecek dayanışmalar sergiledi.
“Toplumsal çelişki”yi gerçek rayına atıverdi… Zira demokrasi mücadelesi, ucunda toplumun bir adım daha ileri atabileceği bir süreç; vatandaşların kendi arasındaki kavgalar,  birbirini yiyip bitirmesi değil, ancak vatandaşın birlik beraberlik içinde “yönetenlere karşı”, ortak ve somut taleplerle  mücadele etmesi şeklinde olabilir…
Bu yüzden “Gezi Ruhu” denen şey aslında demokrasi umudunun filizlenmesidir…
Gezi, bu nedenle, iktidarın demokrasi sınavıdır…
Maalesef bu sınav iktidar açısından tam bir fiyasko oldu…
İktidar “milli irade”yi temsil ettiğini hissetse,  sokaktaki sesin kendisini iktidara getiren vatandaşın sesi olduğunu fark etse, olayı anlamaya ve insanları ikna edecek bir çözüme odaklansa bugün Türkiye başka bir Türkiye olurdu, biz de başka bir sabaha uyanırdık.
Halbuki  iktidar  Taksim’deki parkın yıkılmasına tepki gösterenleri çapulcu, hain, “seçimle gelemeyenlerin komplosu”, hükumete “darbe girişimi” vs. olarak algıladı- ya da gerçeği bildiği halde kendi çıkarlarına uygun görmediği ve boğmak istediği için böyle gösterdi- polisle, gazla, şiddetle karşıladı…
Kameraların önünde hedef alıp kafaya gaz sıkan, silah çeken, öldüren, sakat bırakan polisler yargıdan kaçırıldı, korundu kollandı…
Sanki 7-8 yıl boyunca AKP iktidarı ile nispeten barışçı, “kalkınmacı” bir dönem geçiren devlet Gezi’den sonra “fabrika ayarlarına döndü”,  demokratik gösterileri düşman ilan edip zorla susturma yoluna girildi.
On milyonlarca dolar harcanıp çeşitli marka biber gazı ithal edildi,  TOMA üreten firmalar birden zengin oldu…
Neredeyse birazcık “dik duran”, hükumete muhalif  her gösteride gaz, TOMA görmeye başladık.  Sanki Gezi, TOMA, gaz, plastik mermi dönemi başlattı!
Ve Gezi’nin salt TOMA’yla, gaz bombasıyla pes etmeyeceğini anlamış olmalılar ki, şimdilerde eski bir numarayı sahneye koymaya başladılar:  Alevi-Sünni gerginliği…
Bir hükumet Alevileri hedef alarak siyasi iktidarını nasıl sağlamlaştırır?
Garip ama yakın tarihimizde çokça kullanılan bir iktidar numarası bu…
Hükumetler, Alevileri hedef aldıkları zaman, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni halk, iktidarı “kendinden” bilir, öyle bir sahte algı oluşurr… 
Artık iktidarın Sünni halk için kılını kıpırdatmasına gerek yoktur!… 
Bedavadan destek alırsın! İktidarını tahkim edersin! 
Bütün numara bu…
Gezi korkusunun altında, "Gezi Ruhu"nun iktidar cambazlarının bu numarasını ifşa etme kaygısı var.
Bu nedenle Gezi kazanmadıkça bu numaralarla yönetilmeye devam edeceğiz…
İyi pazarlar…