26 Ekim 2014 Pazar

Bütçe kadar dış borç ve demokrasi düşü!

Dursun EROĞLU
Başkent gündeminin çok gerisinde kalsa da bütçe maratonu başladı. Hükumetin TBMM’ye sunduğu 2015 yılı bütçe tasarısı muhalefetin tepkisini çekiyor. Eleştiriler, bütçe yine sağlığa, eğitime, altyapıya değil sermaye kesimine gidecek, silahlı kuvvet ve “güvenlik” ciddi kaynak artışları ile şımaracak “polis devleti” ve diktatörlük gelecek  minvalinde… Ancak son dış borç verileri çarpıcı bir durum ortaya çıkardı: 
Türkiye bu gidişle devletin yıllık geliri kadar dış borç ödeyen bir memleket haline geliyor!

Maliye Bakanı Şimşek’in açıkladığı bütçe tasarısı 2015 yılında toplam 499,5 milyar lira Bütçe Geliri öngörüyor. Bir yılda ödenecek dış borç miktarı ise 167 milyar dolar, yani bizim paramızla (167X2,3) 384 milyar lira…
Yani, devletimizin toplam gelirlerinin yüzde 77’sine yakın bir para kadar dışarıya borç ödeyeceğiz!

Önce TCMB’nin geçtiğimiz hafta açıkladığı dış borç verilerine bir bakalım:
Ağustos sonu itibarıyla, orijinal vadesine bakılmaksızın, vadesine 1 yıl veya daha az kalmış dış borç” toplamı, 167 milyar ABD doları. Bu borcun yüzde 14,6’sı kamu, yüzde 84,3’ü özel sektöre ait. Dış borcun yüzde 52’si dolar, yüzde 33,5’i Euro, yüzde 11’i TL…
IMF borcu sıfırlandı” diye memleketin artık dış borca çalışmadığı algısı yaratanlar özel sektörde dış borçların gırtlağa dayandığını görmezden gelebilir; ama şimdi borç ödeme zamanı!…
Bir yılda 167 milyar doları bulup ödemek o kadar kolay değil… Öncelikle, ekonomide zaten yaşanan durgunluklar ve yavaşlayan çarklar nedeniyle özel sektörün durumu pek parlak değil.
Ama bu da yetmiyor. 167 milyar doları bir yılda piyasadan toplayıp dışarı vermek, dolar kurunu gümleteceğinden, “cari açık kapatmak için” dışarıdan en az 45 milyar dolar kaynak bulma zorunluluğu var…
Bu da bir yıllık dış borç çevrimi için gerekli dış kaynağın 212 milyar dolar olması demek. Bu miktar ise (487 milyar lira) devletin 2015 yılı için 500 milyar liralık bütçe gelirlerine yakın bir rakam.
Sevgili okurum, son 12 yılda ekonomideki “başarı”nın çoğu “sıcak para”, kısa süreli vurgun hedefleyen yabancı sermaye girişinden kaynaklandığını; ekonominin tamamen “küresel sermayenin”, global çarkın bir parçası haline geldiğini, bunun artan dış borç ve sonuçta memleketin kaynaklarının dışarı aktarılması anlamına geldiğini; yüksek büyüme oranlarının ise gelir dağılımında adaletsizlik ve yer altı yerüstü kaynaklarının (buna Anadolu insanının işgücünü de ekleyin) yabancı sermayenin hizmetine gireceğini bu köşede anlatmaya çalıştım. Rakamları gösterip “Memleket ele çalışıyor” diye başlık bile attım!
Artık yıllık bütçesi kadar dış borç ödeyen bir ülke oluyoruz!
Borç yiğidin kamçısıdır”, “Borç aldıysan iş yapmış, kazanmışsındır” gibi açıklamaların giderek inandırıcı olmayacağı bir eşiğe doğru hızla gidiyoruz.
Hissettiğim şey şu: Bu ekonomi politikaları “demokrasi” sınırları içinde sürdürülemez!
Bu yüzden TBMM Başkanlığına verilen 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı’nın pek çok açıdan ele alınması, yorumlanması gerekiyor. Siyasi partiler dahil herkes buna kafa yormalı.
Devlet vergi toplarken daha çok hangi kesimlerin üzerine gidecek? 
Kimlerin ödeyeceği vergi azalacak, kimlerin ödeyeceği vergi artacak?
Toplanan vergilerden aslan payını kimler alacak? Kime “kemer sık” denecek, kimler desteklenip sübvanse edilecek? vs. vs...
Hepimizin yüreğini ağzına getiren Kobani’deki IŞİD protestoları, görmeye başladığımız kaos işaretleri Türkiye’nin gerçekten kronik sorunlara artık bir neşter atması zamanının gelip geçtiğini gösteriyor.
Bu “neşter” elbette memlekette birlik beraberlik, barış ve kardeşlik içinde yaşama için atılmalı… Her fırsatta ifade ettiğim, hedef “Herkesin kendini özgür ve mutlu hissettiği bir Türkiye” olmalı…
Ancak bütçe kadar dış borç ödeyen bir ülkenin, insanının mutluluğu için yapacakları şeyler sınırlı kalmaya mahkum gibi…
Ne diyelim, belki de bizi yönetenlere sadece şunu tavsiye edebiliriz: Madem soframızdaki ekmek büyümeyecekse, bari sırtımızdaki sopa eksik olsun…
İyi pazarlar.

22 Ekim 2014 Çarşamba

IŞİD mi laiklik mi?


İnsanın “Ne Kobani’yımiş be!…” diyesi geliyor. Tam bir turnusol kâğıdı oldu. Birkaç haftada memlekette pek çok şey hakkında; birçok çevrenin, siyasi grubun ve de tabi siyasi iktidarın rengini açığa çıkarıverdi.

Örneğin kendi payıma şu İslam Devleti (IŞİD) barbarlarının caniliğini gördükçe laikliğin, sahip olduğumuz en büyük hazinelerden birisi olduğunu fark ettim. Ne mutlu bize ki eksiklikleri, sorunları olsa da laik bir ülkede yaşıyoruz.
Kobani’deki IŞİD caniliğini protesto etmek için yapılan gösterilere polisin müdahalesi ile başlayan olaylarda yaşamını yitirenlerin sayısının 40′ın üzerine çıkması, iç savaş provokasyonlarının yeniden sahneye konması, sıkıyönetim manzaraları, güvenlik güçlerinin göstericilere “düşman” algısıyla yaklaşması, zaten Kobani’nin pek çok bakımdan hassasiyetini herkesin gözleri önüne sermişti.

Medya haberin, gerçeklerin değil psikolojik savaşın alanı halinde geldi.
Bu olayı toplumun geniş bir kesiminin “Bakın yine anarşistler sokakta yakıp yıkmaya başladı, polisleri şehit ediyor, yakıp yıkıyor”algısı ile çareyi sıkıyönetimde, PKK’cıları ipte sallandırmada bulduğunu anlamak zor değil.
En azından siyasi iktidarın ve “devlet”in, yapılan açıklamaların tersine “özgürlük/güvenlik” dengesinde hep kantarın topuzunu güvenlikten yana kaçırması; “misliyle karşılık verme”, “bir yakarlarsa yerine 10 TOMA alırız” açıklamaları, onca kişinin polis kurşunu ile ölmesine rağmen tek bir polis hakkında soruşturma açmaması ve el altından “Hizbullah” vs. kamuflajlı paramiliter grupların sokağa salınmasına bakılırsa, en azından son 40 senede devlet yönetme biçiminde arpa boyu yol kaydedilmemiş olması, asıl üzücü olanı…
Ama arkadaş, bizleri yönetenler hatalı olunca bütün vatandaşlar da mı kör, sağır, dilsiz olur…
Önceki akşam Balıkesir Akçay’da ekmek arası balık yapan bir yerdeyiz. Yan masada iki bayan oturuyor. Görüntüye; kısa kesilmiş saçlar, makyajdan uzak, spor kıyafete, sanat ve edebiyattan bahsetmelerine bakarsan özgüveni çok yüksek, özgürlüğüne düşkün, okumuş/entellektüel ve de düşüncelerini başkalarına anlatmaktan zevk duyan kadınlar…
Ne konuştuklarını pek anlamadım. Ama birisinin dediğini net duydum: “IŞİD mi PKK mı… Bence PKK. Yani asıl düşman PKK. Varsın şu IŞİD gebertsin hepsini. Onlara (IŞİD’i kastediyor) destek olmak lazım.
Konuşuyorlar, İşçi Partisi’ndeymişler, aslında (ildeki) yönetici Bayan X’e zerre kadar güvenmiyor, çıkarcı buluyorlarmış ama yine de Perinçek en büyük lidermiş, vs. vs.
İçimdeki şeytanı susturamasam şunu soracaktım bu bayanlara: “Şu anda karşınıza iki kişi çıksa, birisi PKK militanı, diğeri IŞİD militanı… Size PKK militanı ne yapar, IŞİD militanı ne yapar/veya yapmak ister?”
Ya arkadaş, PKK’cı ne yapar bilmem ama IŞİD’çiler bu iki kadının kıyafetine bakıp oracıkta kafir olduğuna karar verir, öldürünce cennete girecekleri inancıyla namluyu beynine dayar, “Allahu ekber” çekip, oracıkta katlederdi…
PKK’ya kızıp destek verdiğin şeye bak…
Sevgili dostlar, bu köşede bizde laikliğin “çakma” olduğunu, iyi işlemediğini, bunun her zaman iç barışı tehdit etme potansiyeli taşıdığını yazıp durdum… Ama sonuçta aksaklıkları da olsa Türkiye laik bir ülke… Şu İŞİD’in caniliklerini gördükçe laik bir ülkede yaşamanın ne büyük bir şans olduğunu fark ettim.
İnternette onlarca video paylaşmışlar.
Adamlar sanki adam öldürmüyor, ibadet ediyor!
Koyun keser gibi adam katletmeyi ibadetten sayıyorlar…
Örnek, propaganda için internette yayımladıkları bir video:
Durduruyorlar kamyonları, indirip yere çöktürüyorlar 3 şoförü, kamyon tekerinin dibine:
“- Yatsı namazı kaç rekaat?
- İki rekaat… (Emin değiller, bilmiyorlar)
-Sizin mezhebiniz ne mezhebiniz?
- Biz üçümüz de Nusayriyiz. Biz garibanız ağam. Şoförüz. Namaz bilmeyiz. Kılmaya fırsatımız da olmaz. Bırakın gidelim, bir suçumuz yoktur.
- Alevimisiniz yani? (Çevredeki arkadaşlarına işaret ediyor)
- Evet ağam. Üçümüz de.
- Tamam anlaşıldı. Kalkın ayağa, gelin.
Sakallı militan üç kamyon şoförünü on metre uzağa yolun kenarına götürüyor. Diz çöktürüp sırtını döndürüyor. Elindeki silahla rastgele ateş ederek yaralıyor, yerde kıvrılmalarını seyrediyor. Bundan zevk alıyor anlaşılan ve sonra öldüklerinden emin olduktan sonra silahı otomatiğe bağlayıp, tarıyor.”
Üç kamyon şöförü oracıkta can veriyor, bedenleri kan içinde kasılmalarla duruluyor...
Fonda Arapça bir dua sesi…
İşte şeriat şeriat dedikleri bu!… 
Kimsenin can güvenliği yok…
Kimsenin başka bir şeye inanma, başka şekilde ibadet etme veya etmeme gibi bir şansı yok…
Bunların şeriatı hep garibana, fakire, güçsüze...
Memleketi soyup soğana çeviren, servet içinde yüzen Arap şeyhlerinin, pazardaki tezgahtan tek bir muz çalan çocukların kolunu şeriat diye kestirdikleri bir düzenin adamları bunlar...
“Gerici” falan diyoruz ya…
Bunlar gericiği falan aşmış… ta Ortaçağ’ı da geride bırakmışlar…  
Tam ilkelliğe, barbarlığa, Vikinglere gitmişler…
Hâlbuki aradan asırlar geçti. İnsanlık ne büyük iç kavgalar verdi, devrimler karşı devrimler oldu. Medeniyet, bilim, uygarlık diye birşeyler oldu; birey, özgürlük, eşitlik, adalet, demokrasi gibi şeyler oldu. Sen, değil onun kafasını kesmek, ona ait bir eşyaya bile zarar veremezsin kardeşim… 
Yasa, Anayasa, yargı, meclis, cumhuriyet diye birşey var ya…
Ohaa” yani!
Bu katil sürüsü kendini tanrının yerine koyuyor.
Anadolu’dan benim masum, temiz kalpli insanımı “şehit olmaya”, “cihat”a, “islam için kıyama” çağırıyor…
Henüz bu oltaya gelenlerin sayısı birkaç bin civarındaymış…
Türkiye’de dindarlık, muhafazakârlık yaygınlaşıyor, devlet bundan faydalar umuyor.
“Ilımlı islam“, batılı emperyalistlerin çıkarına uygun bir model olarak destekleniyor.
Ama iş İslam Devletine, “şeriat”a dönünce neler olabileceğini IŞİD’e bakarak görebiliriz.
PKK’ya kızmak için pek çok nedenimiz var. Ama hiçbir şey IŞİD’e sempati beslemek gibi ağır bir vebalı hafifletmez…
Mesele, sözkonusu olan, bence laikliğimizdir…
Farklı inanç kesimlerinin bir arada karşılıklı uyum ve saygı içinde yaşamasının teminatı laikliktir…
Ne mutlu ki, Türkiye’de hala bir laiklik var.
Ama kritik dönemler yaşıyoruz ve bütün dileğim toplumun uyanık olmasıdır.

İyi pazarlar…

14 Ekim 2014 Salı

İç barışta Kobani sınavı!


Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye sınırında, adını ilk kez duyduğumuz Kobani kentinin “İslam Devleti” kılıfındaki silahlı barbarlarca kuşatılması bir anda memleketin gündemine oturuverdi.  Kobani,  Ortadoğu’da süren savaş ve kargaşanın sandığımız kadar uzağımızda olmadığını, Türkiye’yi her an içine alacak bir yangına dönüşebileceğini gösterdi. Son bir haftada, toplumun ne kadar ayrıştığını, iç barışımızın ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu, toplum kesimleri arasındaki bağların ne kadar  kırılgan olduğunu gördük…
Irak ve Suriye toprakları kan gölüne dönüşmüştü. Sayıları milyonlara ulaşan aç, yoksul, işsiz, çaresiz insan Türkiye’nin dört bir yanına yayılmıştı.  Bu insanlık trajedisini, elbette sokak başında “Suriyeliyim” yazısı ile dilenenleri her gördüğümüzde hissedebiliyorduk. Ancak şimdi Kobani meselesi işin rengini değiştirdi.
IŞİD’in Şengal’de Yezidileri katletmesinden sonra toplumda bir duyarlılık oluşmaya başlamış, bu halka yapılan barbarlık, kıyım, kafa kesmeler insanları sokağa dökmeye başlamıştı.
Kobani’nin kuşatılması yeni bir boyut kazandı.
“Kobani’de  yakın akrabalarımız var.  Hepsinin kafasını kesiyorlar. Türkiye’den yardım bekliyoruz. Ama asker polis buraya gelip bu çeteleri protesto etmemize bile izin vermiyor. Üzerimize gaz bombası atılıyor, silah çekiliyor, su sıkıyorlar.  Akrabalarım şurada katledilirken, git evinde otur ses çıkarma diyorlar.”
Orta yaşta bir Kürt kadının TV mikrofonuna söylediği bu sözler, belki de siyasi iktidar ve toplumun büyük kesiminin, sokakları ısıtan IŞİD protestolarını pek de anlamadığını göstermiyor mu?
Yöre halkındaki algı, sanırım şu: “AKP hükümeti IŞİD’i kolluyor. Kobani’deki özerk Kürt yönetimini ezmesini istiyor.  Bir yandan çözüm süreci diyor, arkadan bizi hançerlemeye çalışıyor.”
Protestolar, AKP binalarına saldırı…
Apo pankartları taşıyorlar, bunlar terörist, hainler, acımayın!…”
Gaz bombası, TOMA, silahlar, yakma yıkmalar…
İstanbul’da olayların en şiddetli yaşandığı bir semtte yine mikrofonlara söylenen şu sözler: “Polisler geldi bizim mahalledeki Çingenelere sopalar dağıttı. PKK’cılar olay çıkaracak mahallenizi yakıp yıkacaklar.  Ne duruyorsunuz, dediler…”
Ölü sayısı tahminen 40’u da geçti. Büyük bölümü polis kurşunu, gaz kapsülü…
Yaralananların haddi hesabı yok.
Giden canlara iki de rütbeli emniyet görevlisi eklendi.  Üstelik bu polisleri kimlerin katlettiği de henüz ortaya çıkarılamadı.
“Hizbullah”ın tekrar hortlaması…
Gezi’deki “Palalı” tiplerin yeniden sahneye çıkması… “Vatan millet…” adına eline sopa, kılıç, tüfek alıp saldıranlar… Provakasyon timleri…
Açıkçası, kişisel olarak hükümetin IŞİD destekçisi olduğuna inanmam.  İnternette paylaşılan cinayet videolarını düşünüyorum da, bu kafa kesen barbar takımı fırsat bulsa AKP’lileri de katleder! Ayırmaz…
Nihayet, bizim için aslolan Türkiye’dir.  Yanlış ve tehlikeli olan da iç barışı tehlikeye atan girişimler, somut olarak da Türk-Kürt çatışmasına dönük provokasyonlardır.
Üzülerek görüyoruz ki, gerginlik ve iç çelişkileri körüklemek üzerine kurulu yönetim ve siyaset yapma anlayışı sürüyor.
Sanki bu kışkırtıcı politikalar yüzünden onbinlerce insanını yitiren ülke biz değilmişiz gibi... Hala "hain", "düşman" edebiyatı, ölen şehit kalan gazi diye birbirine dalan bir millet ve bunu da vatanseverlik gibi algılayan bir okumuş aydın kitle...
Kimse “Gidelim, Suriye’ye asker çıkaralım, IŞİD’i ezelim”,  demiyor…  Kobani’nin böyle bir talebi falan da yok…Bunu ne ABD ister ne de oranın halkı.
Ama oradaki katliamı protesto etmek de, buradaki akrabaları, soydaşları için demokratik bir haktır.  Demokratik bir gösteri hakkını kullanan insanların duyarlılıklarına saygı göstermek herhalde hepimizin görevidir...  Kürtlerin acısını paylaşmak,  onlarla dayanışma içinde olmak… Duyarlılıklarına saygı göstermek…
Memleketin huzuru, iç barış için artık “olmazsa olmazımız” bunlar!
Yoksa gösteri yapanlara saldırı, gaz bombası, kurşun, vatandaşı birbirine karşı kışkırtma, bayrak sallama, linç girişimi; kongregerilla kafasını vatanseverlik gibi gösterme bizi sadece iç savaşa, kana ve bölünmeye götürür.
Anlaşılan Türkiye’nin iç barışı Kobani sınavında…
İyi pazarlar…