25 Kasım 2014 Salı

IMF uyardı: Dolar çıkışı başlarsa yandınız!







Sevgili okurum, hükümetin IMF borçlarını ödemesi ile çoğumuz artık bu kuruluşla ilgimiz kalmadığını, hükümetlere yön veren “IMF Reçetleri”nin tarihe karıştığını düşündük. Bu yapay algı iktidarın da işine geldi, bağımsız “milli” politikalar uygulanıyormuş izlenimi yaratıldı.
Oysa IMF (Uluslararası Para Fonu) sadece büyük döviz krizlerinde borç vererek devreye giren bir kuruluş değildir. “Banka”, hiç değildir. 
IMF,  ABD merkezli küresel sermayenin patronudur… 
MademTürkiye son 12 yıldır ekonomik büyümesini yabancı para girişine, sıcak paraya, küresel pazara ayak uydurma kapasitesine borçlu, o halde her zaman Türkiye’nin gidişatında da kilit rolü oynamayı sürdürecektir…
Madem büyüme için "Cari açık ekonomisi"ni tercih ettiniz, o halde onu finanse edenlere da dayı demek zorundasınız! 
Gelelim, IMF Yönetim Kurulu’nun Türkiye ile ilgili (4. Konsültasyon) toplantısına ve toplantı sonrası yapılan açıklamaya…
Açıklama, Türkiye’nin 2010’dan bu yana gerçekleştirdiği yıllık ortalama yüzde 6 büyümeye övgü ile başlıyor.  Hatırlatalım 2009 kriz yılıydı, büyüme değil yüzde 4,8 küçülme vardı. 2010’dan itibaren ekonomik büyüme sırasıyla yüzde 9,2, yüzde 8,8, yüzde 2,1, yüzde 4,1 oldu. Bu yıl ve 2015’te büyüme tahmini yüzde 3.
Rapordaki bazı veriler şöyle:
Nüfus,  74,9 milyon. GSYİH,  821 milyar dolar.  Kişi başına GSYİH 10 bin 527 dolar.
2009’dan 2014’e özel sektör iç talebi yüzde 12,6’dan 0,1’e düştü.(piyasa durgun, yaprak kımıldamıyor)
İşsizlik oranı yüzde 11,1’den önce 8,4’e indi sonra 9,5’e çıktı, 2015’te yüzde 10,4 olacak.
AB tanımlı kamu açığı oranı yüzde 42’ten yüzde 32,4’e geriledi.
Cari açıkların GSYİH’ye oranı yüzde 2’den 5,8’e yükseldi. Gelecek sene yüzde 6 olacak.
Finansal gereklilik oranı” ya da tasarruf açığı deyin, milli gelirin yüzde 18’inden yüzde 26,8’ine yükseldi. (Sürekli yabancı para girişine, yeni borca mahkumsun) 
Kamu ve özel toplam dış borçların oranı yüzde 40’dan yüzde 49’a yükseldi. (borçlar kar topu gibi artıyor)
Net dış borçlanma oranı yüzde 24’ten yüzde 31’e yükseldi.
Kısa dönem borçların toplam borç içindeki payı yüzde 15,5’den yüzde 20,7’ye yükseldi.

Peki, raporun sonundaki  “tavsiyeler” neler?
Rapor, çok doğru bir tespitle, özel sektörün dış borç konusundaki kırılganlığına dikkat çekiyor…
"Aman, tasarruf” diyor IMF… Özellikle de özel sektöre... 
Eee malum bu dönemde dış borçlar devletten özel sektöre doğru kaydı
Asıl borç yükü özel sektörün sırtında... 
Özel sektörün bu yıl ödeyeceği dış borç 167 milyar dolar değil miydi?
Ve tabi sistemin en önemli yumuşak karnı yabancı para girişi…
Malum milli gelirin yüzde 6’sına giden kronik cari açık legal/illegal yabancı para girişiyle sürdürülüyor.
IMF’nin de üzerinde titrediği bu konu.
En büyük risk, sermaye akışında yaşanacak ani bir değişiklik”, diyor IMF.
Yani IMF Türkiye’ye demek istiyor ki…
"Sizin ekonominiz, istikrarınız, büyümeniz falan pamuk ipliği…
Hepsi dolara verdiğiniz yüksek faize bağlı…
Maazallah para sahiplerini küstürürseniz, sermaye akışı tık diye kesilir…
İşte o zaman yandınız!"

16 Kasım 2014 Pazar

‘Piyasa’ işçi mi arıyor, ırgat mı?

Önce haberi hatırlatalım. Balıkesir’in merkez Karesi Belediye Başkanı Yücel Yılmaz “Balıkesir OSB’lerinde çalışacak, kaynak işi yapabilecek, ağır metaller alanında görevlendirilecek 24 bin 600 işçiye ihtiyaç var. Bu konuda başvuru yapanlar hemen işe yerleştirilebilir. Belediyemize 20-38 yaş aralığında 17 bin 600 kişi iş başvurusu yaptı. Bunların çoğu üniversite mezunu. Biz ise teknik eleman, işçi arıyoruz” demiş. 
Yılmaz “kalifiye eleman eksikliği” nedeniyle kentteki fabrikaların yüzde 65 kapasite ile çalıştığını da vurgulamış!
Memleketin hali işte bu…
İşsizlik diz boyu. Milyonlarca insan iş arıyor. Bakmayın TÜİK’in işsizlik oranını yüzde 10 civarında göstermesine.  Halep ordaysa arşın burda! 
Düşünün, kabaca 30 milyon çalışabilir nüfus içinde sigortalıların toplam sayısı sadece 15 milyon dolayında değil mi? Sadece IŞKUR'a iş başvurusu yapan 3 milyon insanı işsizden sayarak, "bütün isizler işte bu 3 milyon işte" diye işin içinden sıyrılamazsınız. 
Kimse kendini kandırmasın… 4 kişilik iş için 4 bin kişinin başvurduğu bir ülkeden sözediyoruz.  
Ama sorunun düğümlendiği yer işsizlik oranları, sayılar falan değil. Kritik nokta şu: emek arzı ile emek talebi arasındaki uyuşmazlık… 
Yani işçinin aradığı şeyle patronun aradığı şey bir türlü çakışmıyor.  Bu yüzden de işçi çalışacak iş, patronlar da çalıştıracak işçi aramaya devam ediyor.
Hatırlayalım, özellikle Gümrük Birliği ve Çiller dönemi ünlü 5 Nisan Kararları, -ve de krizi- sonrasında bütün fabrikalar yabancı ortak ve ISO 9000 Belgesi seferberliğine başlamıştı. O dönem öne çıkan şey “verimlilik”,  emeğin verimliliğiydi. Kalifiye işçi peşindeydi patronlar.  
İşsize iş bulmakla görevli İŞKUR, işi gücü bırakmış meslek edindirme kurslarına yönelmişti. Patronlar da, DOSAB- BUTGEM’de olduğu gibi kendi ihtiyaçlarına  göre eleman yetiştirmek için okul açmaya soyunmuştu.  Çünkü işyerleri “düz işçi” değil, küresel pazara çalışan modern seri üretime uyum sağlayacak sanayi işçisi arıyordu.  Dünya standartlarında üretim yapacaklardı…
Ancak, 2008 krizinin ardından yeni bir süreç başladı. Artık kalitede küresel standartlar yakalanmış, rekabetin merkezine “ucuzluk yarışı” oturmuştu. Bu yarışın açık ara öncüleri olan Çin, Hindistan vs. dünya piyasalarını sallıyor, batının pahalı markaları raflarda tozlanırken, Uzakdoğu’nun ucuz ürünleri kapitalizmin mabetlerini de istila ediyordu.
Gerçek şu: Ekonomide büyümek, hatta ayakta kalmak istiyorsan ucuza üretmek, satmak zorundasın. Başka türlü o çarkı döndüremezsin…  
Peki, iyi de, ucuza üretip satmayı nasıl becereceksin?
Özet: Dünya (batı da Çin vs. ülkeler dahil) bunu fabrikanın kurulacağı arsadan, elektriğe, altyapıya, ulaşıma, iletişime vs. yatırım yaparak, maliyeti azaltma yoluna giderek becerdiler, beceriyorlar. 
Ekonomideki “Karşılaştırmalı üstünlükler  kuralı” gereği kendilerine avantajlı sektörler seçip onda yoğunlaşıyorlar vs.
Bizde bu konularda tık yok… 
Tersine, arsanın, elektriğin, suyun, gazın, internetin vs.  her şeyin en pahalısı bizde! Ü
Ve üstelik sanayi de hala fasona çalışıyor…

“Verimlilik” deyince bizim patronların çoğunun düşündüğü tek şey şu: "İşçilerin parasını kısalım!"
Devlet de böyle, özel sektör de…
Piyasada sendikalı işyeri kalmadı… Sendika olmayan işyerinde pek çok yasanın da uygulanmadığını biliyoruz.
Bakın, Soma’daki cinayet gibi kazada literatürümüze bir sözcük girdi: “Dayıbaşı…”
Meğer “İleri Demokrasi” Türkiye’sinde, burnumuzun dibinde insanlar çağdaş maden işçisi gibi değil, asırlar öncesi feodal dönemden hortlama ırgatlık sistemi ile çalışıyormuş…  
Şirket işçi başına günlük 50 lira ödüyor. Ama paranın 25 lirası dayıbaşı alıyor.”
Ermenek’te, bunun da ötesinde manzaralara tanık olduk: Günlük 30 lira yevmiye!
Şu maden şirketinin alicengizine bakar mısınız?
Yasal aylık asgari ücreti 30’a bölüp yevmiye hesaplıyor ve işçileri “yevmiyeci” yapıyor.  Adamın haftalık izni yok, pazarı, bayramı, düğünü, cenazesi, hastalığı da olmayacak… Çocuğu okula gitmeyecek. Sigorta yok, emeklilik falan hayal…
İtiraz edene TOMA, gaz…
Başa dönersek…  Anlaşılan Balıkesir’de patronlara işçi lazım… Ama normal kalifiye, eğitimli vs. adam istemiyorlar. 
Maazallah onlar düzenli maaş ister!
İstedikleri Soma’da, Ermenek’teki gibi “işçiler…
Belki de bu nedenle Balıkesir’de köylülerin üzerine bu kadar fazla geliniyor…
Köylülerin ellerinde kalan tek geçim kaynağı zeytin ağaçları ,belki de onlar ırgatlığa razı olsun diye sökülüyordur!…
Eğitimli, kalifiye, modern sanayi işçisi yerine, sefillik ücretine tav ırgat arayan bir “sanayi”nin ayak sesleri mi bunlar?  
Sahiden şu Balıkesir’de patronların aradığı nedir?

9 Kasım 2014 Pazar

Hükümetin yeni ‘Eylem Planı’

Hükümet,  25 maddelik yeni planın 9 maddesini açıkladı. Tabi başlıklar kulağa hoş geliyor.  Harika… “Cari açığın azaltılması”, “ithalat bağımlılığının azaltılması”, “yerli ve yenilenebilir enerjiye yönelme”, “ulusal sanayi ve teknolojiyi geliştirme”, “ulaşım, lojistik”, “Doğu Güneydoğu”, “yatırım teşvikleri”, “tarım” vs…
İçimden “Bunları 12 senedir iktidarda olan siyasi parti mi söylüyor” demek geliyor.
Başbakan, akademisyen jargonuyla, öncelikle siyasi istikrar ile ekonomik gelişme, büyüme arasındaki ilişkiye vurgu yapıyor. 
İyi güzel de... 
Bu vurgudan bir ekonomi muhabiri olarak şunu çıkarmak isterdim: “Önceliğimiz ekonomidir. Memlekette her şey yolunda giderse, insanlar çalışır, üretir, kazanır, adam gibi yaşar, adalet sağlanır, dünya standartlarında bir seviye yakalanırsa, halk halinden memnun olacağı için istikrar, hatta iktidara destek de sürer… ”
Doğrusu paketteki 25 maddeden sadece 9’u açıklandığı için tam bir değerlendirme şansı yok.
Peki kaygımız nedir?
Kaygının iki ana nedeni var. Birincisi, “Önce siyasi istikrarı sağlayalım sonra ekonomi düzelir” mantığı… Eldeki zarfa göre bunun adresi de açıktır: Muhalefete baskı, özgürlükleri kısma, demokratik hakların kullanımını sınırlama, basına sansür, daha fazla biber gazı, TOMA, Kürt, alevi vs. sorununu silah ve şiddet dışında, demokratik yollarla halletme için adı konulan “Çözüm süreci”ni askıya alma, tırmanan terör, savaş, kan, gözyaşı, kardeş kavgası, gelsin bölünme… Tabi ortada ekonomi diye de bir şey kalırsa…
Halbuki, işe ekonomiden başlansa… Ekonominin normalde ancak demokrasi, barış ve istikrar içinde gelişip büyüyeceği çok açık bir şey değil mi? Ekonomide işler yoluna giderse, halk hayatından memnun olursa bibergazına, mermiye, silaha, kavgaya ne hacet...
İkincisi de şu: Ekonomiyle ilgili paketler genel olarak dostlar alışverişte görsün minvalindedir.  Göz boyama veya kendini kandırma paketidir!  Çünkü ekonominin kuralları,  sermaye, üretim satış, pazarlamanın kural ve işleyişi başka,  siyasilerin kamuoyuna açıkladığı raporlar başka yürüyor, inanın…
Hatırlayın, 30 senedir tanığım, hükümetlerin açıkladığı bütün paketlerin demirbaş ifadeleri şudur: Dışa bağımlılığın azalması, milli ekonomi, uluslar arası rekabet, tarım desteği, Doğu ve Güneydoğu yatırım desteği, kırsal kalkınma, teknoloji üretimi, verimlilik, tasarrufların ve yatırımların artırılması, bölgeler arası kalkınma dengesi, büyüme…
Ama nedense bunlar hep plan sayfalarında kalır…
Dönelim Davutoğlu’nun açıkladığı yeni pakete…
İlk madde “Dışa bağımlığın azaltılması”… Ah keşke, diyorum!
Çünkü on küsur yıldır yapılanlar tam tersi oldu. Bugün yerli hammadde ve aramalı ile yerli makineyle çalışan fabrika kalmadı. Vatandaş ithalatı sadece ithal otomobil, lüks marka kol saati, elektronik eşya falan sanıyor. Halbuki manzara şu: Türkiye bir yılda 135 milyar dolarlık mal satmış, 240 milyar dolarlık mal almış.
İthalatın yüzde 70 küsuru “hammadde ve aramalı”… 
Bu ne demek? Sen 135 milyar dolarlık ihracat yapabilmek için 170 milyar dolar ithalat yapmışsın. Sadece üretimi sürdürebilmek için yapmışsın bunu!…
Lütfen zamanınız varsa Organize Sanayi Bölgelerini dolaşın. Fabrikaların hammadde giriş kapıları ağzına kadar ithal malla dolu… Bütün sektörler için bunu söyleyebiliriz.
Yani sen öyle bir yapı kurmuşsun ki, tekerin sadece ithalatla dönüyor…
Bu haliyle ithalatı kesersen senin tezgah duruyor! Zaten bizde dış ticaret dengesinin sadece büyük ekonomik krizlerde düzeliyor olması bunun kanıtı değil mi?
Çare şu: Fabrikaları nasıl yerli makine, hammadde ve aramalı ile çalıştırırım? En azından ithal yüzde 70’i yüzde 50’ye, 40’a nasıl indirim… Ben nasıl birkaç dünya markası yaratırım da, dış ticarette hamallıktan kurtulurum... Fason düzenini nasıl değiştiririm?
Ortaya bir “Eylem Planı” konulacaksa bunların planı olmalıydı…
Ve tabii niyet…
Hükümet ithalat bağımlılığını azaltmak istiyormuş ya…
Gerçekten merak ediyorum. Şu AOÇ’ye yapılan Cumhurbaşkalığı Sarayı… Harcandığı açıklanan 1,4 milyar liranın ne kadarı yurtdışına, ithalata gitti? Yeni paketin samimiyetini anlamak için sadece buna bakmak yeterli değil mi? 

7 Kasım 2014 Cuma

Mesele cami değil, siz daha anlamadınız mı?…

İstanbul Validebağ Koruluğu’na cami yapma tartışması, kurulan  “Direniş/Nöbet Çadıları” ile devam ediyor. Semt halkı Taksim Gezi Parkında olduğu gibi yeşil alanda yapılaşma istemiyor
Velidabağ  yeni bir “Gezi” olur mu bilinmez, ancak bu “cami” konusunda Bursa’da yaşadığımız bir örneği sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki olayı anlamamızı kolaylaştırır.

Bizim gibi sıradan insanların en önemli hayallerinden birisi, bir ev sahibi olmaktır…  Beşevler’de 4 katlı bir apartmanın çatı katında, iki oda bir salon daireyi  satın alınca çocuklar gibi sevinmiştik.  Havası, Bursa Ovasını gören manzarası, eksik olmayan esintisi bizi fethetmişti. Çocuklar henüz ilkokula başlamışlardı. .. Hemen, iki odadan birisini onlar 
için düzenledik… Altüst iki kişilik ranza yatak, ders çalışma masası vs… 
Biz havaya öyle girmişiz ki, apartmanın girişinin toprak çamur, hemen bitişiğinde de cami inşaatı olduğunu fark edememişiz!
Bir akşam kızım “Baba uyuyamadım” deyince fark ettim ki, çocuklar ezan sesinden uyuyamıyor! Tam çocukların odasının penceresini açtığımda, yarısı tamamlanmış bir minareyle burun buruna geldim.  Şaka değil minare betonu pencereden 2 metre uzaklıkta… Kocaman hoparlör kulağımızın dibinde!
Aklıma çocukluğum geldi… Şansa bak! Doğduğum köyde de evimiz cami ile bitişikti.  
Hatta bizim “sergenlik” dediğimiz bir tür teras vardi ki, o sergenlikten caminin kiremit çatısına atlayabiliyorduk.  Bizim imam yaşlı olduğundan ezan okumak için bazen minarenin şerefiyesine kadar tırmanamaz, ezanı minarenin dibinde, çevreyi gören bir açıklıkta okurdu. 
Ama ezan sesinden rahatsızlık duyduğumuzu falan hatırlamıyorum. 
Meğer mesele hoparlörmüş!  
Hoparlör pencerenin dibine konunca tabi işin rengi değişti.
Sonuçta çocuklardan başlayarak bizde bir rahatsızlık oluştu.  
Ezan saatini kollar olduk. Gündüz işteyiz, duymuyoruz. Ama sabahın köründe, akşam tam çocukların yatma saatinde...
Baktık ki, bizim apartmanın bitişiğinde bir cami inşaatı var. Ama inşaat da yarım yamalak. Minaresi de öyle. İmamı falan yok. Ama cami yaptıran kesimden (sonradan Fetullahçı bir tarikat olduğu ortaya çıktı) 2-3 kişi arada inşaatın altında bir yerde namaz kılıyor.
Öyküyü arazinin eski sahibinden öğrendik…
Meğer bizim apartmanın da yer sahibi olan Mehmet Amca’ya seneler önce birkaç kişi gelir, der ki,  “Amca sen dini bütün adamsın, hacısın. Şu zeytinliği bize ver, oraya bir cami yapalım!”  
Beşevler Köyünde (O zaman sahiden 3-5 evin olduğu bir köy gibiydi bugünkü Beşevler) zeytin, üzüm vs. tarımıyla uğraşan Mehmet Amca buna çok sevinir ve büyük bir sevap işleyeceğini düşünerek zeytin arazisinin tapusunu cami yapımı için devreder.  Gülen cemaatinden olduğu söylenen bu kişiler hemen araziye koca bir “Kız Öğrenci Yurdu” yapar. Yanına da bir cami inşaatı başlatır.
Öğrenci yurdu hızla tamamlanır, çalışmaya başlar.  Özellikle muhafazakar kesimde ilgi çeken gözde bir yurt haline gelir. 
Yani takır takır para basmaya başlar… 
Fakat cami inşaatı bir türlü yürümez.  
Cami yapımı çevreden toplanacak paraya bakmaktadır. 
Cami bir türlü yapılmayınca bizim Mehmet Amca kızmaya başlar. “Beni kandırmışlar. Adamlar cami yapacağız dedi, yerimi aldı, ticarethane yaptılar. Verin yerimi diyorum, ama geçti artık” diyor.  
Sonra anlaşıldı ki,  caminin inşaatı da zaten kaçakmış. 
 İnşaat kaçak, su kaçak, elektrik kaçak… 
Başıboş kedi köpek, sarhoş yuvası bir inşaat…
Nilüfer Belediyesi’nde bu kaçak cami inşaatına ne tür bir işlem yapıldı bilmiyorum; galiba biz sakinlerin tepkisi de dikkate alınarak inşaat mühürlendi, yıktırıldı. Yerine park yapıldı.  Biz de kurtulduk, onlar da. 
Anlaşıldı ki, zaten “mesele cami değil”miş! Biz de sonradan anladık...
Validebağ Korusu’ndaki inşaat için Topbaş, “İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak, bu tarzdaki alanları İstanbullulara açmaya özen gösterdik. Ancak bir cami polemiğinin başlaması bizi ayrıca rahatsız eden bir şey” demiş.
Bir yeşil alanı “İstanbullulara açmak”, normalde oranın park, gezi, mesire, nefes alma yeri olarak korunmasıdır. Bunun dışında “İstanbullulara açma”nın ne anlama geleceği bellidir…
Anlaşılan orada da “mesele cami değil”… 
Hala anlamayan var mı?