20 Nisan 2015 Pazartesi

CHP kendini aşıyor mu ne!...

Ekonomide bir dönemin sonu…

CHP’de pek çok insanı şaşırtan bir canlılık var. Milletvekili önseçimi ile yakalanan parti içi hareketlenmenin ardından 19 Nisan’da açıklanan Seçim Bildirgesi ilk kez partinin iktidara aday olduğu mesajını verdi. CHP ilk kez bu ölçüde sol, sosyal demokrat, özgürlükçü, sosyal adaletten yana ses verdi. Erdoğan karşıtlığına saplanıp kalmış söylem, ilk kez yerini alternatif iktidar vaatlerine bıraktı, adeta “ben de varım” dedi. 
Bu değişim partiye iktidar yolunu açar mı bilinmez: ancak yeni politikanın AKP gibi neoliberal politikaların temsilcisi olagelen güçlü bir iktidara alternatif yaratmak açısından önemli olduğuna dikkatinizi çekmek isterim.  
7 Haziran yaklaştıkça, siyasal partiler seçmene vaat üstüne vaat açıklıyor. 2002’den bu yana ülkeyi yöneten AKP, yine büyük projeler açıkladı. Ancak örneğin Kanal İstanbul gibi “dev projeler”de yıllardır adım atılmaması iktidar için inandırıcılık sorunu yaratmış görünüyor. 
CHP geçmiş seçimlerde, belki de “nasıl olsa birinci parti olamıyoruz” diye iddialı hedeflerden uzak dururdu.  
Ancak bu sefer, sandık iddiasında şeytanın bacağı kırılıyor gibi.
Ankara’da ATO salonunu dolduran başkentliler, bu sefer alışılmışın dışında bir CHP ile karşılaştılar.  Hatırlayacaksınız bu seçimin kilit partisi HDP “Yeni Yaşam” sloganı ile tanıtmıştı adaylarını. Diyanet’in kaldırılması, her ulustan insanlar için “eşit yurttaşlık”,  merkezi iktidarın yetkilerini yerel iktidarlara aktararak demokrasiyi güçlendirecek yerel özerklik gibi çok radikal sayılabilecek hedefler açıklanmıştı.
CHP ise “Yaşanacak Türkiye” sloganı ile HDP ölçüsünde olmasa da, iddialı hedefler açıkladı ve siyasetinin merkezine, toplumsal kesimler arasındaki bölüşüm adaletsizliğini düzeltmeyi koydu. .  
Bu değişim nerden kaynaklandı bilmem. Kimisi partinin seçim kampanyasını yürüten yabancı firmanın fikri olduğunu düşünüyor. Belki de Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun son günlerde elinden düşürmediğini söylediği Fransız ekonomist Piketty’nin “Yirmi birinci yüzyılda KAPİTAL” kitabıdır!
Neden olmasın? Zira 200 sayfa seçim bildirgesinin odağında bölüşüm var. Gittikçe bozulan sosyal adaleti yeniden makul hale getirmek için “adil bölüşüm”… Sermaye kesiminden daha yüksek vergi alıp çalışanlara ve muhtaç insanlara aktarmak…  CHP’nin epeydir unuttuğu, oysa sosyal demokrat partilerin temel politikası olan bölüşüm
İşte hedefi onikiden vuran bu yaklaşım!
Neden? Çünkü 13 yıllık AKP iktidarını ayakta tutan “ekonomi” oldu. Çark, tamamen IMF, Dünya Bankası, uluslar arası sermaye vs. neoliberal vahşi kapitalistlerin istediği gibi döndü. “İstikrar” böyle sağlandı,  dışarıdan ucuz döviz ve borçlanmayla özel sektör durmadan borçlandırıldı ve görünürde büyük projelere imza atıldı.  
Bütün bu sürecin sonunda adalet gittikçe bozuldu. Örneğin 2012’de nüfusun en zengin yüzde 1’i milli gelirin yüzde 46’sına sahipken, 2014’te yüzde 55’ine sahip oldu.  6 milyondan fazla işsiz, 17 milyon yoksul, bin liranın altında maaş alan 8 milyon emekli vs… Ülke, toplum hatta toprak ve doğa tahrip edildi.
Kılıçdaroğlu, “Birileri köşeyi döndü, birileri açlıktan öldü. Sözüm söz, namus sözü, 4 yılda Türkiye’de yoksul kalmayacak” gibi iddialı bir cümle kurdu.
İşte vaatler…
* Askerdeki gençlere 360 lira, yoksul yetişkinlere 240 TL’ye kadar muhtaçlık desteği verilecek.
* 16.7 milyon kişi ve 3.5 milyon haneye sosyal destek ve kadınlara 400 lira kreş desteği sağlanacak.
* En düşük emekli maaşı da 1500 TL olacak. Emeklilere, dini bayramlarda ikramiye verilecek.
* Bakıma muhtaç emekliler ve yakınlarının sağlık, barınma ve beslenme ihtiyaçları karşılanacak. Emekliden alınan muayene ve katılım payı kalkacak. Çalışan emeklilerden kesilen sosyal güvenlik destek primi kalkacak.
* 5 milyon yurttaş sosyal yardım kapsamına alınacak.
* Hiçbir hanenin geliri 720 TL’nin altında olmayacak.
* Engellilere 400 ile 600 TL arasına destek sağlanacak.
* 3.2 milyon kişi ücretsiz Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınacak.
* Yaşlılara üç ayda bir 900 TL yaşlılık desteği verilecek.
*Esnafa ödediği vergi kadar sıfır faizli kredi verilecek.
* Suriyeli göçmenlerin vergiden ve yasal yükümlülüklerden muaf iş yapmaları önlenecek.
* Taşeron işçi uygulaması sona erdirilecek.
* Çiftçiye mazot 1.5 liradan satılacak.
* Kredi borçlarının biriken faizlerinin yüzde 80’i silinecek.”
Vatandaşı iki paket makarnaya oyunu satmakla suçlayan bir noktadan, gelinen yere bakın!
Yani diyor ki CHP, büyük patronların pastadaki dilimi küçülecek… Yoksulun cebine giren pay artacak…
Niyeyse Siriza lideri Çipras’ın hükümet programı geldi aklıma…
Ha, CHP hükümet kursa bunları yapabilir mi?
Elbette çok zor konular bunlar. Çünkü bölüşüm her zaman kavganın en sert geçtiği alandır.  Ve bütün siyaset bunun için vardır!
Yaklaşık 150 milyar lira kaynak ihtiyacından söz ediliyor. Bu rakamın abartılmış olması bir yana, asıl soru “Bu parayı nerden bulacaksınız” değildir. Asıl soru “Sermaye kesimini nasıl gemleyip de alışageldikleri hortumları kısacaksınız” olmalı!
Ayrıca “Dersim arşivlerinin açılması”,  “isimleri değiştirilen yerleşim yerlerinin eski adlarının iadesi” Madımak Oteli’nin “Hoşgörü Müzesi”, Diyarbakır Cezaevi’nin “İnsan Hakları ve Demokrasi Müzesi’ne dönüşmesi, cem evlerine “yasal statü tanınması” pek çok partili açısından da sürpriz yenilikler oldu.
Bildirge’de Kürt konusunda da ilk kez bu ölçüde net ifadeler kullanıldı.
“Çözüm süreci’ne yaklaşım ezber bozan yeni bir durumdu:
“… Sorunu müzakere ve siyaset yoluyla çözeceğiz. Kürt sorununun çözüm yerinin TBMM olmasını sağlayacağız. TBMM’de temsil edilen tüm siyasi partileri çözüm için bir araya getirerek süreci geniş bir toplumsal uzlaşma ile yürüteceğiz. Sorunu çözmeye yönelik tüm girişimlerin şeffaf ve hukuka uygun olmasını temin edeceğiz. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar ve Uludere katliamı başta olmak üzere tüm faili meçhuller, işkenceler ve hak ihlallerini araştıracak bir Meclis komisyonu kuracağız.”
Bildirge , “Dil yasakları kaldırılacak. Tüm yurttaşlara anadil öğrenimi olanağı sağlanacak” dedi, “Faili meçhul cinayetlerde zaman aşımı kaldırılacak” dedi, “Polisin keyfi uygulamalarına, orantısız şiddete ve biber gazı kullanımına son verilecek” dedi, “Tutukluluk ve gözaltı süreleri AB standartlarıyla uyumlu hale getirilecek” dedi, dedi…
Şimdi sıra bu vaatlerin içini doldurmada, vatandaşa anlatmada.
Ve de galiba işin en zor yanı, bu sözlerin arkasında durmakta…  
İyi haftalar



12 Nisan 2015 Pazar

Ekonomide bir dönemin sonu…


Alevilik; Tarih, Sorun, Tahayyül Konferansı

Herkes 7 Haziran seçimin sonucunu merak ediyor. Çünkü 2002 seçimlerinden bu yana ülkeyi yöneten ekibin barutu bitmiş görünüyor. AKP’ye üst üste seçim kazandıran ekonomik başarı son 7 yıldır sürekli tökezliyor. 2002-2008 arası parlak dönemin mirasından son kırıntılar da tükeniyor gibi.
Sevgili okurum, her şeyin başının ekonomi olduğuna inananlardanım. Severiz sevmeyiz, 2001 ekonomik krizinin ardından başlatılan IMF destekli ekonomi politikalarını katıksız uygulamayı başaran AKP hükümetleri mevcut sistem ve değerler içinde ekonomiyi rayına soktu… “Piyasa” istediğini aldı, çarklar işledi. Sendikal hareket baskılandı. Vatandaş da istikrarsızlıklardan yıldığı için her seferinde daha fazla oyla bu süreci destekledi.
Efendim, IMF ve İstikrar Paketleri, Yapısal Dönüşüm Programları memleketin, halkın lehinedir/aleyninedir…tartışılır. Bana sorarsanız bu yol hiç de yol değildi, uzun vadede ülkeyi daha büyük çıkmazlara sokacak şeylerdi…  Ama neoliberal dünya kapitalist sistemi bunu böyle istiyordu ve karşısına dikilip alternatif bir ekonomi kuracak babayiğit de yoktu.
“Piyasaların” bir dediğini iki etmeyen; hem içerde hem dışarıda patronlara güven veren hükümet, dünyadaki “toksik sermaye” denen ve 2008 sonunda Mortgage kriziyle patlayan ucuz doların da etkisiyle gerçekten ekonominin hızla büyümesini sağladı. Para borçtu ama, kolay alınıyordu, projeler tıkır tıkır yürüyordu.
Özellikle 2004-2008 döneminde duble yollar, kır yoksullarına emeklilik, sakatlık, maaşı, kent yoksullarına kömür, “makarna”.. derken gerçekten başarılı işler yaptı. Örneğin köylerin büyük bölümüne soğuk da olsa asfalt yol yapıldı. Korkulduğu gibi hiç de öyle “şeriat” uygulamadı. “Anadolu sermayesi”, “başörtülü” kesim gibi geleneksel merkez hükümet politikalarının şaşı baktığı kesimler hızla güç kazandı, yeni zenginler türedi, zenginlik büyük ölçüde el değiştirdi.   
AKP’nin kurduğu ilk hükümet döneminde işadamları arasında yapılan bir anketi hiç unutmam…
İşadamlarına soruyorlar:
Hangi Partiye oy verirsin? Yanıt: CHP.
Peki ekonomiyi kimin yönetmesini istersiniz? Yanıt: AKP…
Zengin kesimi aradığını bulmuştu.
Hatta… Erdoğan ilk Başbakan olunca, “Devlet sahibini buldu” gibi bir şey yazmış ve çok olumsuz tepki almıştım.
Efendim nasıl olur, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin sahibi nasıl şeriatçı birisi olabilir. O devlete karşı, daha dün hapisten çıkan birisi” vs…
Halbuki altı alan Üsküdarı çoktan geçmişti. Bizde son elli yılda Soğuk Savaş’ın biçimlendirdiği merkezi yönetim, devlet aygıtı hükümete mesafeli olmuş, CHP’nin tek partili döneminden sonra bir türlü “hükümet-devlet” bütünlüğü sağlanamamıştı. AKP bunu en net şekilde sağlamayı başaran hükümet oldu.  
Yani bir bakıma, ekonomideki “başarı”, siyasette istikrar ve devlette “tek ses” olarak yeni bir durum yaratmıştı.
Ancak bu sürecin artık böyle gitmeyeceği görünüyor.
Neden mi?
Gelin şu tabloyu okuyalım…
2000
4,13
2001
3,021
2002
3,492
2003
4,559
2004
5,764
2005
7,022
2006
7,586
2007
9,24
2008
10,438
2009
8,559
2010
10,022
2011
10,466
2012
10,497
2013
10,818
2014
8,595

Tabloda 2000-2014 arasında Türkiye’de kişi başına GSYİH’nın (dolar olarak) yolculuğu var.
Kişi başına milli gelir artınca vatandaş zenginleşmiş mi oluyor? Koç’ların, Ülker’lerin, Ağaoğlu’ların cirolarını toplayıp nüfusa bölünce garibanın eline bir şey mi geçiyor, bu konuya şimdi girmeyeceğim.
Ancak bu hesap ekonomideki “büyüme”nin, hani sofradaki pastanın ölçüsüdür. Dikkat ederseniz 2002 ile 2008 arasında düzenli bir büyüme var. Ancak 2008 sonrasında hep patinaj, hep patina!…
Örneğin, 2013 yılında memlekette üretilen bütün mal ve hizmetlerin toplamı 1 trilyon 565 milyar lira olmuş. Bunu Türkiye’nin nüfusuna bölünce, kişi başı 10 bin 818 dolar ediyor.
Ama 2013, 2008’in çok az üzerinde... 2014 yılında ise 2009 seviyesine düşmüşüz.
2014’de GSYİH yüzde 2,9 arttı görünüyor, ama son çeyrek ve bu yılın ilk çeyrek gelişmelerine bakarsanız, ibrenin aşağıya yöneldiğini göreceksiniz.
En son “cari açık azalıyor” haberleri okuyoruz…
Maalesef cari açığın azalması bizde bir kriz alametidir!
Zira ithalatın yüzde 70’i hammadde ve ara mal, yüzde 20’si enerji, sadece yüzde 10’u da tüketim malıdır. Yani ekonominin çarkı ithalatla döndüğünden, ihracat yerinde sayar, hatta geriye düşerken ithalatın azalması, sanayide çarkların durması anlamına gelir! Bakınız, Mart ayında ihracat yüzde 13 azalmış.
Komşu ülke pazarlarındaki gelişmeler, durumun daha da kötüye gideceğinin habercisi…  
Bir dönemin artık sonuna geliniyor.
Türkiye’nin yeni bir ivmeye ihtiyacı var.
Ben parti olsam, hangi adayla vatandaştan daha çok oy alırım hesabından çok, sıkışılan yerden nasıl çıkılacağına kafa yorardım.
İyi haftalar…


Not: Yukarıdaki tablonun grafikle götüntülenmiş hali...
Görüyorsunuz ki, 2008 sonrasından önce yatağan, sonra aşağıya doğru bir seyir... İbre yere bakıyor :)







6 Nisan 2015 Pazartesi

Alevilerden Laiklik ve Demokrasi Manifestosu...

İstanbul'da düzenlenen  "Alevilik; Tarih, Sorun, Tahayyül Konferansı" nın sonuç bildirgesi açıklandı. Çok sayıda Alevi kurum temsilcisi, bireyleri, dedeler, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar, kitle örgütü ve sendika temsilcilerinin katıldığı belirtilen konferansı sonunda açıklanan 19 maddelik sorun ve çözüm önerisi sanırım bugüne kadar bu konuda hazırlanan en radikal ve en kapsamlı öneri durumunda. 
Türkiye'nin kronik birkaç sorunundan birisi olan Alevi sorunu, sadece Alevi vatandaşlarımızı ilgilendiren birşey değil. Sonuçta bu bir inanç, ibadet konusudur ve bütün mesele memlekette laikliğin layıkıyla bir türlü uygulanmamış olmasıdır... 
Sonuçta iktidarlar, gerginlik politikasını Alevi-Sünni zıtlığı üzerine kurmakta ve oradan toplumu antidemokratik şekilde yönetebilme olanağı yakalamaktalar. 
İstanbul'daki geniş kapsamlı tartışmaların sonucu olarak açıklanan 19 maddeli öneri paketini, aşağıda aynen ilginize sunuyorum. 
Bu açıklamayı (deklerasyon) "Laiklik Manifestosu" olarak niteliyorum; zira gerçek laiklik bütün vatandaşların inancında/inançsızlığında tamamen özgür olması, devletin dini tanımlayan, müdahale/destek veren bir konumdan çıkmasıdır. Devlet bütün inançtan insanların devletidir. Eğer memlekette gerçekten laiklik olsaydı Alevi sorunu diye birşey zaten olmazdı, diye düşünüyorum.  
İşte o tespit ve öneriler. 
"1. Aleviler devlet tarafından kimliklerinin tanımlanmasını değil tanınmasını talep etmektedir
2. Devlet eliyle dinsel tekleştirmenin sevk ve idare edildiği bir kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) lağvedilmeli; dinler ve inançlar sivil alana terk edilmelidir. 
3. Zorunlu ve seçmeli din dersleri kaldırılmalı, eğitimin dinselleştirilmesi anlayışından vazgeçilmeli, anadilinde eğitim talebi karşılanmalıdır.
4. Devletin dinden elini çektiği, dinin de devletin içinden çekildiği bir özgürlükçü laiklik hayata geçirilmelidir.
5. Alevilerin ibadethanelerinin yasal statüsü tanınmalı; el konulmuş ve kapatılmış dergâh ve inanç merkezleri inanç sahiplerine geri verilmelidir. Türkiye dışında bulunan Alevi Bektaşi dergâhlarına yönelik işgalci ve asimilasyoncu politikalara son verilmelidir.
6. Alevilere ve diğer din ve mezhep gruplarına karşı ayrımcılık ve ötekileştirme içeren yazılı ve sözlü söylem ve hakaretler nefret suçu olarak kabul edilmeli; önleyici tedbirler alınmalı ve yasal yaptırım uygulanmalıdır.
7. Devlet Aleviliğin bilgisine, kitlesine ve kutsal değerlerine yönelik müdahaleci asimilasyon politikalarından vazgeçmelidir. Bu çerçevede:
a) Alevi köylerine cami yapılmasından vazgeçilmelidir. Alevi köylerindeki mevcut camilere din görevlisi atamaları durdurulmalı, önceden atanan din görevlileri geri çekilmelidir.
b) Kutsal değerleri ve mekanları tehdit, kültürel yaşam alanlarını yok eden HES, baraj, kalekol vb.lerinin yapımından ve demografik ve kültürel yıkıma neden olan kentsel dönüşüm projelerinden vazgeçilmelidir.
c) Kültürel asimilasyonun bir parçası olarak uygulanan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilmelidir, değiştirilen isimler iade edilmelidir.
8. Kamusal ve özel istihdam alanlarında Alevilere kota tanınmalı, istihdamda fırsat eşitliği sağlanmalıdır.
9. Tarih boyunca yapılan Alevi katliamlarının araştırılması için hakikat komisyonları oluşturulmalı; sürgün ve göçmen durumuna düşmüş Alevilerin mağduriyetleri giderilmeli, zararları tazmin edilmelidir.
10. Alevi kadınlar inanç kimlikleri nedeniyle de çoklu bir baskıya ve ezilmeye maruz kalmaktadır. Bunun yanısıra sosyal, kültürel ve siyasal alanda da Alevi kadınların görmezden gelindiği bir gerçektir. Alevi kurumlarından başlayarak tüm örgüt ve siyasal yapılarda kadınların eşit temsiliyetinin ve örgütlenmesinin önü açılacak şekilde etkin mekanizmalar oluşturulmalıdır.
 
11. Ocak dergah sisteminin bütün geleneksel sürekleri ve inanç sahiplerinin ana dillerinde tekrar hayata geçirilerek, inancın kendi öz dinamikleriyle yaşanmasının koşulları sağlanmalıdır. 
12. Ortadoğu 'da yaşanan emperyalist savaşlar, yanıbaşımızdaki IŞİD, El Kaide, El Nusra, Boko Haram vahşeti ve savunmasız halklar üzerinde yürütülen katliamlar dikkate alındığında Alevi toplumunun güçlü bir şekilde örgütlenmesinin zorunlu olduğu ve zalimlere karşı demokratik kurumlarla ve ezilen halklarla birlikte daha etkin mücadele edilmesi gerektiği açıktır. Türkiye’nin izlediği mezhepçi ve Yeni Osmanlıcı siyaset derhal terk edilmelidir. 
13. İklime ve Hamma’da görüldüğü üzere, emperyalist savaşlar sürecinde katliama maruz kalan Arap Alevileri Türkiye’de de hedef haline getirilmiştir. Bu nedenle ciddi güvenlik kaygıları olan bölgedeki Alevi halklarla dayanışma yükseltilmelidir.
14. Alevilerin kültürel hakları tartışılamaz. Bu kültürün nasıl sürdürüleceği ve yaşatılacağı konusunda devletin herhangi bir tasarrufu Aleviler açısından tartışma dışıdır. 
15. İç güvenlik paketi adıyla çıkartılan sıkıyönetim yasasıyla hak arama mücadeleleri engellenmekte, devlet saldırılarının yolu sınırsızca açılmaktadır. Gezi Direnişinde olduğu gibi; hak mücadelesi veren kesimlere yönelik saldırılarda öncelikle Aleviler hedef alınmış, Alevi gençleri katledilmiş, Alevi mahalleleri kuşatılmış, Cemevlerine saldırılar yapılmıştır. Bunlara ilişkin hiçbir hukuki süreç de işletilmemiştir. Dolayısıyla bu paketin de benzer sonuçlar doğuracağı kaygısı büyüktür. Aleviler bu sıkıyönetim yasasının derhal kaldırılmasını talep etmektedir.
16. Aleviler yürütülen çözüm sürecini desteklemekte,  bu sürecin demokratik, özgürlükçü, laik bir ülke hedefiyle geliştirilmesini ve bunun için kendi tarihsel birikimleriyle müzakere sürecine dahil olmayı istemektedirler. 
17. Aleviler Kürt siyasal hareketinin çözüm için önerdiği 10 maddeyi demokrasi ve barışın gerçekleştirilmesi için olumlu görmekte, buna karşılık AKP ’nin müzakere sürecine yaklaşımının olumsuzluğuna dair kaygı beslemektedirler.
18. Aleviler eşitlikçi, demokratik katılımcı, özgürlükçü laik, cinsiyet eşitlikçi, özyönetimci ve ekolojik bir anayasanın yapılması için mücadelelerini yükselteceklerdir. 
19. İki gün süren konferansın önemli bir ihtiyacı karşıladığını düşünüyor ve Alevi halkının sorunlarına yönelik çözüm önerilerinin tartışılması ve takibi bakımından ikinci bir konferansın toplanması ihtiyacına dikkat çekiyoruz."

2 Nisan 2015 Perşembe

Gerginlik siyaseti iktidara seçim kazandırır mı?


Gerginlik iktidara seçim kazandırır mı?


İlkbaharın gelişi bir uyanıştır; buzlar erir, dereler çoşar, dere kenarlarından başlayarak çayırlar yeşerir, ağaçlar çiçek açar, kediler birbirine“mırro” yapar, gençler kızlı erkekli parkta gezmeye başlarlar… Velhasıl kara bulutların dağılıp güneşin açtığına tanık oluruz. Şükür tabiat bu baharda da yüzümüzü kara çıkarmadı. Ama memleketin sosyal havası hiç buna uygun gitmiyor… Hani ekonomide olanların bir açıklaması var. Ama siyaset geriliyor,  yeniden silah ve şiddet endişesi günbegün artıyor. . .
Ekonomi gazetecisi olarak, işin ekonomi  cephesindeki sorunların gerçekten kartopu gibi büyüdüğünü görebiliyorum. Kendi içsel dengeleri değil, dış kaynak akışı ve borçlanma, ithalat üzerine kurulan bir ekonomimiz var. Bir yandan dış piyasada dolar faizlerinin cazibesi, öte yandan özelleştirme, yer altı ekonomisi ve de tabi formel-resmi dış ticaretteki sorunlar (Mart’ta ihracat geriledi, ilk çeyrekte geçen yıla göre artış sıfır) nedeniyle dolar aldı başını gidiyor.  Dolardaki yükselişi sadece Erdoğan-TCMB yönetimi arasındaki açıklamalara bağlamak bence gerçekçi değil. Zira ekonomideki duraksamaya –ki, 2014 yılı büyüme oranının yüzde 2,9 olarak açıklanması durgunluğun belgesidir- dayalı olarak ithalatın azalması ve böylece cari açıktaki azalmaya, hatta petrol fiyatlarındaki düşüşe rağmen döviz dengesinin gittikçe bozulduğu bir vaka.  
Yani “Bak ne güzel, piyasada yaprak kıpırdamasa da cari açık düzeliyor” diye bile sevinemiyoruz, maalesef.
Yurtdışına görünürde dolar, gerçekte reel kaynak aktarımının (bunu memleketin insan emeği, doğal zenginlikleri diye de okuyabilirsiniz)  mevcut politikalarla varacağı yerin sınırlarına gelindiği anlaşılıyor. Aslında söylemden çok reel ekonomideki hareketlere bakmak gerekiyor. Ama bu analizlere burada girişmek için ne yer ne de platform uygun.
Faizler düşsün derken dolar fırladı; şimdi ne dolar aşağı iniyor, ne de faizleri yerinde saydırmak mümkün görünüyor.
Sonuçta Türkiye ekonomide yeni bir eşiğe geliyor gibi. Hani 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş’in yönettiği türden yeni bir eşik…  Hükümetin bunların farkında olmadığını sanmam.  Ancak iktidarı yeni ihtiyaçlara uygun şekilde anında dizayn etmek ve “yola devam” etmek anlaşılan o kadar kolay olmuyor.
Hükümet ile “Saray” arasındaki son atışma ve çatışmanın kodlarının burada olduğunu tahmin ediyorum.  Ve tabi parti içinden gelen “çatlak” sesler bir işaret… Özel sektör yıllarca dövizle borçlandı… Eskiden dış borç devletindi. Dolar zamlanınca hükümetler tutuşurdu. Şimdi ateşin büyüğü özel sektöre düşüyor. Adam hükümetin has adamı da olsa canı yanıyor. Saygı, korku duvarları aşılıveriyor.  Pasta küçülünce sofrada kavga çıkabiliyor.
İktidar açısından “yola devam”ın en önemli bariyeri 7 Haziran seçimleri. AKP kendini seçimi kazanmaya mahkûm hissediyor.  Üstelik sadece hükümeti yeniden kurma değil,  yaşamı çepeçevre saran bir merkezileşmeye; yasama, yürütme, yargı ayrılığı gibi ağır aksak da olsa giden geleneksel demokratik parlamenter sistem yerine, tek bir merkezden kumanda etme gücünü elde etmeye ihtiyaç duyduklarını seziyorum. 
Tabi  meydan okuma retoriğinde, 13 yıldır her seçimde oyunu artırarak gelen ve rekorlar kıran bir ekibin şişkin egosu, meydan okuması; oy desteğinin kendilerine, toplum değerlerine uymayan eylemler için imtiyaz verdiğine inanmalarının  vs. etkisi de olmalı.  
Yoksa durup dururken, “Barış”, “Süreç” vs. derken birden niye rüzgar değişsin?  Birden askerin suratı asıldı, Uludere’de katırlar telef edildi; polise olağanüstü yetki veren İç Güvenlik Kanunu mecliste kafa göz yararak geçirildi, sonu ölümlü “operasyon”ları yeniden görmeye başladık.  
Aslında bu yasayla verilen keyfi arama, gözaltı, ateş etme vs. yetkiler polislere değil, siyasi iktidara verilmiş olarak algılanmalı. Zira normalde hukuk çerçevesinde görev yapan polisin inisiyatif kullanmasının topluma zararı olmaz… Vatandaş başı dik olarak, sahici bir soruşturmaya açık olmak durumunda. Ancak işlerin böyle yürümediğini, emir kulu durumundaki memurların pek çok şeyi istemeye istemeye yapmak zorunda kalmalarını da izliyoruz.
Hani Gaziantep’te polis şefleri bir memura, hiç istemediği halde, ite kaka zorla esnafa gaz sıktırmışlardı. Videosunu izlemeyen kalmamıştır sanırım.    
Peki bu meydan okumalar, sert rüzgar,  nefret söylemi iktidara seçim kazandırır mı?
Buna yanıt vermek o kadar kolay değil.
Geleneksel Türkiye siyasetinde, -ki, maalesef- nefret söylemi işe yarıyor. Demirel-Ecevit döneminden itibaren bizim kuşak buna yeterince tanık olmuştur.
Çünkü siyasetin yerleşik bir dizaynı var ve nefret söylemi, siyasilere her dönmede oy kazandırdı!.. Örneğin, kalkar Alevilere hakaret ederseniz, anında Sünni kesim “bunlar bizdenmiş” algısına kapılır, oyunu size verir.  Sünni halk için tek bir çaba göstermeden onlardan oy almanın bilinen en başarılı yolu bu…
Kürtlere, Ermenilere söverseniz Türk ve “milliyetçi” kesimden oyunuz garantidir…  Türkler için kılını kıpırdatmanıza gerek yoktur!
Örnekleri uzatabiliriz.
Önemli noktası şu: İktidarlar bu gerginlik siyasetine her şeyin tıkırında olduğu dönemlerde ihtiyaç duymaz…  AKP hükümetlerinin 2002-2008 dönemini böyleydi…
Gerginlik siyaseti ekonomi teklemeye başlayıp, işsizlik, belirsizlik,  piyasada kara bulutlar dolaşmaya başladığında açılan bir defterdir…
İnsanların  “Nereye varacak bu işin sonu?” diye düşünmeye başladığı dönemler…
İktidar zaten gidişatı rayına koyamamaktadır.
Muhalefetin ise toplumu ikna edecek bir alternatif hazırlaması istenmez!
Çünkü muhalefet, toplumu ikna edecek bir alternatif hazırlamayı başarırsa, iktidardakiler koltuğu ve pek çok şeyi kaybedeceklerdir.
Bu yüzden ortalığa bir sis bombası atılır! Gerginlik siyasetinin işlevi budur…
Böylece gerçek sorunlar ve çözüm arayışları gözle görünmez hale gelir.
Gerginlik körüklenir…
Herkes mevcut bilinciyle, yerleşik algılarıyla, alıştığı kompartımana koşmaya başlar.
İktidar toplumu kamplaştırmaya özen göstererek buna destek verir. Ya mevcut olaylar bu tazyike uygun yorumlanır, ya da bir şey olmuyorsa olay üretilir!  Her olay bir propaganda ve kışkırtma aletine dönüşür.  Hani ne demişti bir devlet büyüğümüz, “İki füze sallar savaş gerekçesi üretiriz”…
Ne demek şimdi bunlar?
Valla komplo teorisi yazmak gibi bir becerim olsa, yazıp zengin olurdum. Malum müşterisi çok…
Ama vatandaş olarak olanları sorgulamaya da hakkım olduğunu düşünüyorum.
Sorgulama deyince, aklıma savcılar geldi.  
Örneğin, İstanbul adliyesinde rehine alınıp odadan ölüsü çıkarılan savcı Mehmet Kiraz’ın cesedine otopsi yapıp, savcının üzerindeki kurşunların hangi silahtan çıktığı mutlaka tespit edilmelidir.  Bu yapılmadıkça soru işaretleri hep kalacak, bu “operasyon” tartışmalı olacaktır. Hükümet, savcının cenaze töreninde gazetecilere ilk kez “akreditasyon” uyguladı.
Yani bir cenaze törenini kimin izleyeceğini hükümet belirledi…
Efendim, olay hakkında hoşlarına gitmeyen haberler yaparlar mış!…
Ee iktidarın görevi o iddialar için yargıyı çalıştırmaktır. Savcı var, hakim var, laboratuarlar var, Adli Tıp var…
Bunu yapmayıp basını susturmayı tercih ediyorsanız,  tercihi gerginlik siyasetinden yana yapmış olursunuz…
Peki bu iktidara seçim kazandırır mı?
Bekleyip 8 Haziran’da göreceğiz…