İlkbaharın gelişi bir uyanıştır; buzlar erir, dereler çoşar,
dere kenarlarından başlayarak çayırlar yeşerir, ağaçlar çiçek açar, kediler birbirine“mırro” yapar, gençler kızlı erkekli
parkta gezmeye başlarlar… Velhasıl kara bulutların dağılıp güneşin açtığına
tanık oluruz. Şükür tabiat bu baharda da yüzümüzü kara çıkarmadı. Ama
memleketin sosyal havası hiç buna uygun gitmiyor… Hani ekonomide olanların bir
açıklaması var. Ama siyaset geriliyor, yeniden
silah ve şiddet endişesi günbegün artıyor. . .
Ekonomi gazetecisi olarak, işin ekonomi cephesindeki sorunların gerçekten kartopu gibi
büyüdüğünü görebiliyorum. Kendi içsel dengeleri değil, dış kaynak akışı ve
borçlanma, ithalat üzerine kurulan bir ekonomimiz var. Bir yandan dış piyasada
dolar faizlerinin cazibesi, öte yandan özelleştirme, yer altı ekonomisi ve de
tabi formel-resmi dış ticaretteki sorunlar (Mart’ta ihracat geriledi, ilk
çeyrekte geçen yıla göre artış sıfır) nedeniyle dolar aldı başını gidiyor. Dolardaki yükselişi sadece Erdoğan-TCMB yönetimi arasındaki
açıklamalara bağlamak bence gerçekçi değil. Zira ekonomideki duraksamaya –ki,
2014 yılı büyüme oranının yüzde 2,9 olarak açıklanması durgunluğun belgesidir-
dayalı olarak ithalatın azalması ve böylece cari açıktaki azalmaya, hatta petrol fiyatlarındaki düşüşe rağmen
döviz dengesinin gittikçe bozulduğu bir vaka.
Yani “Bak ne güzel,
piyasada yaprak kıpırdamasa da cari açık düzeliyor” diye bile sevinemiyoruz,
maalesef.
Yurtdışına görünürde dolar, gerçekte reel kaynak aktarımının
(bunu memleketin insan emeği, doğal zenginlikleri diye de okuyabilirsiniz) mevcut politikalarla varacağı yerin
sınırlarına gelindiği anlaşılıyor. Aslında söylemden
çok reel ekonomideki hareketlere bakmak gerekiyor. Ama bu analizlere burada
girişmek için ne yer ne de platform uygun.
Faizler düşsün derken dolar fırladı; şimdi ne dolar aşağı
iniyor, ne de faizleri yerinde saydırmak mümkün görünüyor.
Sonuçta Türkiye
ekonomide yeni bir eşiğe geliyor gibi. Hani 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş’in yönettiği türden yeni
bir eşik… Hükümetin bunların farkında
olmadığını sanmam. Ancak iktidarı yeni
ihtiyaçlara uygun şekilde anında dizayn etmek ve “yola devam” etmek anlaşılan o kadar kolay olmuyor.
Hükümet ile “Saray”
arasındaki son atışma ve çatışmanın kodlarının burada olduğunu tahmin
ediyorum. Ve tabi parti içinden gelen “çatlak” sesler bir işaret… Özel sektör
yıllarca dövizle borçlandı… Eskiden dış borç devletindi. Dolar zamlanınca hükümetler
tutuşurdu. Şimdi ateşin büyüğü özel sektöre düşüyor. Adam hükümetin has adamı
da olsa canı yanıyor. Saygı, korku duvarları aşılıveriyor. Pasta küçülünce sofrada kavga çıkabiliyor.
İktidar açısından “yola
devam”ın en önemli bariyeri 7
Haziran seçimleri. AKP kendini
seçimi kazanmaya mahkûm hissediyor. Üstelik sadece hükümeti yeniden kurma
değil, yaşamı çepeçevre saran bir
merkezileşmeye; yasama, yürütme, yargı ayrılığı gibi ağır aksak da olsa giden
geleneksel demokratik parlamenter sistem yerine, tek bir merkezden kumanda etme
gücünü elde etmeye ihtiyaç duyduklarını seziyorum.
Tabi meydan okuma
retoriğinde, 13 yıldır her seçimde oyunu artırarak gelen ve rekorlar kıran bir
ekibin şişkin egosu, meydan okuması; oy desteğinin kendilerine, toplum
değerlerine uymayan eylemler için imtiyaz verdiğine inanmalarının vs. etkisi de olmalı.
Yoksa durup dururken, “Barış”,
“Süreç” vs. derken birden niye rüzgar değişsin? Birden askerin suratı asıldı, Uludere’de
katırlar telef edildi; polise olağanüstü yetki veren İç Güvenlik Kanunu mecliste
kafa göz yararak geçirildi, sonu ölümlü “operasyon”ları
yeniden görmeye başladık.
Aslında bu yasayla verilen keyfi arama, gözaltı, ateş etme
vs. yetkiler polislere değil, siyasi iktidara verilmiş olarak algılanmalı. Zira
normalde hukuk çerçevesinde görev yapan polisin inisiyatif kullanmasının topluma
zararı olmaz… Vatandaş başı dik olarak, sahici bir soruşturmaya açık olmak
durumunda. Ancak işlerin böyle yürümediğini, emir kulu durumundaki memurların
pek çok şeyi istemeye istemeye yapmak zorunda kalmalarını da izliyoruz.
Hani Gaziantep’te
polis şefleri bir memura, hiç istemediği halde, ite kaka zorla esnafa gaz
sıktırmışlardı. Videosunu izlemeyen kalmamıştır sanırım.
Peki bu meydan okumalar, sert rüzgar, nefret söylemi iktidara seçim kazandırır mı?
Buna yanıt vermek o kadar kolay değil.
Geleneksel Türkiye siyasetinde, -ki, maalesef- nefret
söylemi işe yarıyor. Demirel-Ecevit
döneminden itibaren bizim kuşak buna yeterince tanık olmuştur.
Çünkü siyasetin yerleşik bir dizaynı var ve nefret söylemi,
siyasilere her dönmede oy kazandırdı!.. Örneğin, kalkar Alevilere hakaret ederseniz,
anında Sünni kesim “bunlar bizdenmiş”
algısına kapılır, oyunu size verir. Sünni halk için tek bir çaba göstermeden
onlardan oy almanın bilinen en başarılı yolu bu…
Kürtlere, Ermenilere söverseniz Türk ve “milliyetçi”
kesimden oyunuz garantidir… Türkler için
kılını kıpırdatmanıza gerek yoktur!
Örnekleri uzatabiliriz.
Önemli noktası şu: İktidarlar bu gerginlik siyasetine her
şeyin tıkırında olduğu dönemlerde ihtiyaç duymaz… AKP hükümetlerinin 2002-2008 dönemini
böyleydi…
Gerginlik siyaseti ekonomi teklemeye başlayıp, işsizlik,
belirsizlik, piyasada kara bulutlar
dolaşmaya başladığında açılan bir defterdir…
İnsanların “Nereye varacak bu işin sonu?” diye
düşünmeye başladığı dönemler…
İktidar zaten gidişatı rayına koyamamaktadır.
Muhalefetin ise toplumu ikna edecek bir alternatif
hazırlaması istenmez!
Çünkü muhalefet, toplumu ikna edecek bir alternatif
hazırlamayı başarırsa, iktidardakiler koltuğu ve pek çok şeyi kaybedeceklerdir.
Bu yüzden ortalığa bir
sis bombası atılır! Gerginlik
siyasetinin işlevi budur…
Böylece gerçek sorunlar ve çözüm arayışları gözle görünmez
hale gelir.
Gerginlik körüklenir…
Herkes mevcut bilinciyle, yerleşik algılarıyla, alıştığı
kompartımana koşmaya başlar.
İktidar toplumu kamplaştırmaya özen göstererek buna destek
verir. Ya mevcut olaylar bu tazyike uygun yorumlanır, ya da bir şey olmuyorsa
olay üretilir! Her olay bir propaganda
ve kışkırtma aletine dönüşür. Hani ne
demişti bir devlet büyüğümüz, “İki füze
sallar savaş gerekçesi üretiriz”…
Ne demek şimdi bunlar?
Valla komplo teorisi yazmak gibi bir becerim olsa, yazıp
zengin olurdum. Malum müşterisi çok…
Ama vatandaş olarak olanları sorgulamaya da hakkım olduğunu
düşünüyorum.
Sorgulama deyince, aklıma savcılar geldi.
Örneğin, İstanbul adliyesinde rehine alınıp odadan ölüsü
çıkarılan savcı Mehmet Kiraz’ın cesedine otopsi yapıp, savcının üzerindeki kurşunların
hangi silahtan çıktığı mutlaka tespit edilmelidir. Bu yapılmadıkça soru işaretleri hep kalacak,
bu “operasyon” tartışmalı olacaktır.
Hükümet, savcının cenaze töreninde gazetecilere ilk kez “akreditasyon” uyguladı.
Yani bir cenaze törenini kimin izleyeceğini hükümet
belirledi…
Efendim, olay hakkında
hoşlarına gitmeyen haberler yaparlar mış!…
Ee iktidarın görevi o iddialar için yargıyı çalıştırmaktır. Savcı
var, hakim var, laboratuarlar var, Adli Tıp var…
Bunu yapmayıp basını susturmayı tercih ediyorsanız, tercihi gerginlik siyasetinden yana yapmış
olursunuz…
Peki bu iktidara seçim kazandırır mı?
Bekleyip 8 Haziran’da göreceğiz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder