Minteks Yönetim Kurulu Başkanı Özkan İrman, kâh bir tarihi iş hanında yaşananları not düşerek, kâh karşılaştığı iş ve insan öykülerini aktararak, dile kolay tam 9 kitap yayımladı. Karikatür çizen, Pirinç Han'ın hikâyesini Mezeci Çırağı ile beyaz perdeye de aktaran İrman, şimdilerde 10'uncu kitabı SER üzerinde çalışıyor.
İş dünyasında, Spor Kulübü başkanlığı yapan, ya da hobileriyle adından söz ettiren işadamlarına az da olsa rastlayabiliyoruz. Ancak genel geçer işadamı, patron, sanayici profilimizde kültür sanatla uğraşmak, bir müzik aleti çalmak, sahneye çıkmak, resim, heykel yapıp sergi açmak, şiir yazmak gibi görüntüler yok. Halbuki bir parçası olmak istediğimiz batıda burjuva kültürü olarak özetlenen; güzel sanattan felsefeye, eğlence dünyasından bilime, müzikten giyim kuşama, dans etmekten sofrada oturma düzenine, çatal bıçak kullanma, yeme içme adabına kadar uzanan değerlere damgasını vuranlar, toplumun bu elit, zengin, burjuva kesimi olmuş.
1994 yılında kurulan Minteks'in Yönetim Kurulu Başkanı Özkan İrman, sessiz sedasız bu profili değiştirmeye başladı galiba ve Bursa'nın artık bir işadamı yazarı oldu! Özkan İrman, kâh bir tarihi iş hanında yaşananları not düşerek, kâh karşılaştığı iş ve insan öykülerini aktararak, dile kolay, tam 9 kitap yayımladı. Bir kitabının karikatürlerini de kendisi çizdi. Eserlerinden birinin sinemaya uyarlanmasını bizzat kendisi çektiği Mezeci Çırağı filminin sinemalarda gösterimini bekleyen İrman ile görüşmemize, kitapların editörlüğünü yapan meslektaşım Sibel Bağcı Uzun da katıldı. İşte Özkan İmran ile yaptığımız şöyleş.
İşadamları işi başından aşkın, hep meşgul insanlar. Kitap yazma nereden çıktı?
Aslında ben zaten yazagelen bir insandım; meslek dergilerine ve gazetelerine yıllardır yazardım. Denemelerim vardı. Şirketteki iç yazışmaları mutlaka elle yazar verirdim partnerlerime, diğer bölümlerdeki arkadaşlarıma. Galiba bunu sosyal medya daha da kışkırttı. Bir derdimiz, derdimizi anlatma hali varmış demek ki... Bir gün, küçük küçük notlar alayım, babamın hayatını ve o eski Pirinç Hanı günlerini yazayım dedim. O günden bugüne editörlüğümü yapan Sibel Bağcı Uzun'a okuttum. Böyle bir düşüncem var, eşe dosta veririz şeklinde. Bazen evren bir şey olacaksa işbirliği yaparmış. Ben 100 tane basıp bir kenara koyacaktım. Sibel Hanım beğenince ve mutlaka bu hikâye geniş kitlelere ulaşmalı deyince hem heyecanlandım hem duygulandım. Üzerinde titiz bir çalışma yürüttükten sonra Uçurtma Yayıncılık'la okuyucularla buluşturduk.
Yazmak için çok okumak da şart derler?
Ben de yazmak istiyorum, nasıl yazabilirim diye soranlar var. Sanıyorlar ki bunun bir reçetesi, yöntemi var. Okuyor musun? diye sorunca, Yok, ben okumayı hiç sevmiyorum diyor. Okumayı sevmeyen bir insan yazabileceğini sanıyor. Ne acı. İronik esasında. Hayatım, kendimi bildim bileli okumakla geçti. Yazarak da aslında öğrenciliğime devam ediyorum. Bilgelik yapmıyorum aslında. Yazmak işi öyle sanılıyor maalesef
Aynı zamanda yazmakla ilgili yine dikkatinizi çekmek isterim; bir çocuğa sadece Okumayı öğrendin mi diye sormayız, Okuma yazma öğrendin mi deriz. Ama artık işin okuma kısmı biraz kaldı, yazma kısmı çöpe gitti! Günlükle de olsa ucundan kenarından yazar da olmalıyız... Yazmak hayata bir çentik atmaktır. İlla best seller olmasına gerek var mı? Çok büyük kitlelere ulaşması mı gerekiyor? Çocuğuna kalsa yazdıkların yetmez mi? Ben dedemin hayatını bilmiyorum mesela. Kulaktan dolma bilgiler var hep... Halbuki benim dedem de okur yazarmış. Kısacık günlerini şöyle bir kenara yazsa, ben dedemin hayatını görseydim, bilseydim, fena mı olurdu?
İşadamları iş dışında pek vakit bulamadığını söyler oysa?
Aslında o kadar çok atıl zamanımız var ki... Bursa her şeye rağmen taşra. İnsanlar gününü geçiriyor ama Bugün kendim için, toplum için ne yaptım? diye sormuyor hiç. O gün maç seyretmiştir, bilardo, tavla oynamıştır, dedikodu yapmıştır veya TV seyretmiştir. Cemiyetçilikte de çok güzel şeyler yapanlar var. Ama bazıları için orası da işten daha önemli oluyor. İş nasıl olsa yürüyor diye düşünülüyor. Evet, her işletmede iyi kötü planlama yapılır, çarklar mutlaka döner ama nasıl? Ya da tam tersi bakıyorsun adam tam işkolik, bir batağa saplanmış. Hiç başka zevki yok. Kendi açımdan 10 kitap yazmak çokmuş gibi görünüyor. Bu sabah yine saat 06'a kalktım. Biraz okudum, biraz yazdım, 08.00'e kadar. Bir saat 15 dakikası yazmakla, kalanı tashihle geçti. Hayatında günde 2 saat. Yılda 730 saat yapar. Bunu on yılla çarparsan 304 gün, kesintisiz, uyumaksızın yazmak demektir. Bana işini gücünü ihmal ediyor, kitap yazıyor diyebilirler. Ama anlıyorum insanları. Nasıl vaktini boşa geçirenleri ya da tamamen işkolik olanları ben anlayamıyorsam, onlar da beni anlayamıyor.
Küçük notlardan kitap yazmaya uzandı sizin de hikâyeniz.
Yaşamınızda çok biriktirdiğiniz hikaye var demek ki?
Aslına bakarsanız, We are going to Finland- Ya patron Duyarsa kitabımla benim algım çok yükseldi. Esas yazarlık hikâyem bu kitapla başladı. Evet benim bir hikayem vardı. Ev tekstili işine başladığım döneme denk gelen, Glasnost sonrası Doğu Bloku altında kalan hayatların trajikomik hikayesini anlattım. Sonrasında denemelerimi bir araya getirdik diğer kitaplarımda.
Ben kitabı yazmadan önce mutlaka önce bir önsöz yazarım. Demişim ki Ya Patron Duyarsa'nın önsözünde, Bir Suudi Arabistan vatandaşı ile tanıştım. Benim müşterimin ağabeyiydi. Elinde notlar aldığı defterlerini görünce Ne yazıyorsunuz dedim, Günlük tutuyorum, hayatımı yazıyorum dedi. Ama bir şey dikkatimi çekti. Neden iki ayrı deftere yazıyorsunuz diye sordum. Dedi ki, Ben 20 yıldır yazarım, bir tek siz sordunuz neden bir ona bir buna yazıyorsun diye... Cevapladı. Birine edeplileri, birisine edepsizleri yazıyorum. Esasında yaşıyordu ve yüzleşemiyordu. Kapalı bir toplumda yaşayan adamın edepsizlikten kastı, kendine ait, özel olan şeylerdi. Ben öldükten sonra kim görürse görsün dedi. Son kitabım SİN'de o ağabeyin kardeşinin hayatını yazdım. Ne ilginçtir ki yazan ama kimseye göstermeyen ağabeyine de yer verdim. Göçle birlikte başka bir coğrafyaya savrulan hayatların kaderlerinin nasıl şekillendiğini ele aldım. Çok enteresan bir hikâyedir.
İşadamlarının özellikle ortaklıklarıyla ilgili konuşmasına, deneyimlerini paylaşmasına pek alışkın değiliz. Ortak Hadi Gel Batalım kitabınızda neler anlatıyorsunuz?
Ortak Hadi Gel Batalım ile genç işadamlarına, öğrencilere tavsiye niteliğinde el kılavuzu hazırlamak istiyordum, derdim kitap yazmak değildi. Öyle başladı. İşletmeciliğe sığ tarafından bakan, en çok tekstilde ortaklar arasında yaşanan sorunları ele alan bir çalışmaydı. İş dünyasında ilgi uyandırdı. Meğer yaraya parmak basmamış, elimizi içine sokmuşuz. Almanya'da Heimtextile'de gezerken bir tekstilci, Özkan kitabını okudum. Sanki bizim şirketi yazmışsın nerden biliyorsun? diye sordu. Demek ki dert ortakmış. Derdimiz dedikodu yapmak, insanları rencide etmek değil. Kitapta yazdığım firma ve kişi adlarını bu nedenle değiştirdim. Türkiye'nin her yerinden İsmimizi yazmamak kaydıyla, hadi bizi de yazsana.. deyip hikayesini anlatan çok oldu böylece. Hepsi yaşanmış şeyler. Yeni baskısında ilaveler yaptık.
Nedir öne çıkan ortak sıkıntılar, örnek verebilir misiniz?
Şirketler kurulurlar, büyürler, işveren bir maaş almaz çünkü maaşın adı konmaz. İşletmelerin en büyük sorunu da budur. İhtiyacım kadar alıyorum kuralı şirketin finansman yapısını, dengesini bozar. Esasında o bölüm bu kitabın, iş hayatının kara kutusudur.
Ne demek ihtiyacım kadar alıyorum? İşletme Fakültesinin birinci dersidir; insanın ihtiyaçları sınırsızdır.
İhtiyacım kadar alıyorum demek, Ben istediğim kadar para alırım, onun da sınırı olmaz, demektir ki o da şirketi batırır
Sorunlar ortak. Sanayi toplumu olmayı yeni yeni başarmış bir toplumuz. Emekliyoruz, daha çok işimiz var. Ortaklıkların süresi 10 yılmış. 20 yılı görmek zor. Neden şirketler 100 yıllık olmuyor? Sebebi, belli bir seviyeye gelen ortaklar yanılsamaya giriyor ve hep böyle gidecek sanıyorlar ve en büyük düşmanları ortakları oluyor. Zaten hiçbir firma ortaklıktan kaçamaz bir süre sonra miras hukukundan dolayı evlatları ve eşi firmanın ortakları olacaklardır. Ben de ne hatalar yapmışımdır, yapmadım dersem beylik laf etmiş olurum.
Aile şirketi de bir tür ortaklık değil mi?
Ben aile şirketi lafını hiç sevmem. Ya şirkettir ya da değildir. Aile şirketi organik bağların olduğu, hayır diyemeyeceğin şeylerin olduğu bir yapıdır. Oysa şirkette duyguya yer yoktur. İnsanız tabii ki robot da olmayacağız. Ama kurallar mutlaka vardır. Ailede oğlun sabah erken kalkmazsa sorun çıkmayabilir. Ya da aile bu ay şu kadar harcar, öteki ay yoktur, kuru ekmek yer. Ama işletmede kimse kuru ekmek yemez. Maaşı, vergiyi ödemek zorundasınız. Ne oluyor, biliyor musunuz? Dikkat etmeyince yığılan kıdem tazminatı borçları, SGK ve vergi borçları, omuzlarında büyüyor işletmenin veya işletmecinin.
Kurumsallaşmak da şirketle ilgilenmemek, Gideyim bir daha şirkete gelmeyeyim demek değildir ayrıca. Bu bir bahane, sığınaktır bence. Dünyanın sayılı şirketlerinin kurucuları hala işin içinde mutlaka yer alırlar.
Sizce neden işadamlarından çok fazla müzisyen, sanatçı vs. çıkmıyor?
Ayıp sayılıyor. İşadamı sanki fanusta özel bir yerde olmalıdır. Bakın son fuarda çok kadim dostlarım geldi. Zincir mağazaların sahipleriydi. Sohbet muhabbetten sonra, Özkan seni yıllardır görmeyen bir abimiz var, onu da getireceğim dedi. Kapıda uzaktan görünce, 23 yaşında pazarlamacılığa başladığımda onun dükkânına kayarak girdiğim gibi, Abi dur, ben geleceğim, deyip yanına kayarak gittim. Ya Özkan sen hiç değişmemişsin, ama bak bunu yapma, sen artık kocaman işadamı oldun dedi. Abiciğim içimdeki çocuğu öldürmemi sen bari isteme dedim. İşadamı dediğin adam kelli felli oturur, espri yapmaz algısı var herhalde... Ama yine de sosyal faaliyeti olanlar vardır, denizcilikle, Türk Sanat Musikisiyle uğraşan tanıdıklarım var. Yeter ki insanları hobilerinden dolayı yaftalamayı bırakalım. Bu bizim az gelişmişliğimizi gösteriyor... Bırakalım insanları ne yaparlarsa yapsınlar, işte geldik işte gidiyoruz.
Hobileri olanlar işte başarısız olur, işine odaklanamaz diye mi düşünülüyor?
Tersine daha başarılı olur. Hobileriniz olursa, ruhunuz zenginleşir. Ruhunuz zenginleşince işinize yansır. Daha az sinirli olursunuz. Ben sadece yazmıyorum, futbol oynarım. Turna Koyu balıkçıyım. Egedeki Turna Koyu'nda bir yazlığımızda bildiğin ağ atarım, zıpkınla balık avlarım.
Mutlaka 2-3 ay orada kalıyorum.
Yazar olarak tanınmak size ayrıca neler kattı?
İTÜden Erzincan Üniversitesine kadar özellikle işletme fakültelerinden öğrenci kulüplerinden çağrılıyorum. Çok büyük bir manevi haz benim için. En son Adana'ya ve Erzincan'a gittim. 2 bin 700 kilometre yol yaptım, giderken çocuklara hediye götürdüm. Kitaplarımı dağıttım. Sadece iki buçuk gün... İnsanlar 20 gün gemi gezilerine çıkıyor. Çok mu yapıyorum? Her şeyi bu ülkeden aldık. Kredi Yurtlar Kurumu'nun kredileriyle okuduk. Yollarından geçtiğimiz, suyunu içtiğimiz memleketimize borcumuz var.
Gelelim en son Mezeci Çırağı filminize
Sinema sektörüne de adım atmış oldunuz.
Pirinç Hanı-Mezeci Çırağı kitabımdan yine aynı isimle senaryolaştırılarak beyazperdeye uyarlanan filmin çekimlerini Kayseri Vezirhanda gerçekleştirdik. Kitabımızı Battal Karslıoğlu senaryo haline getirip aynı zamanda yönetmenlik koltuğuna otururken ben de yapımcı ve filmin sanat yönetmeni olarak sinema dünyasına merhaba dedim. Çekimlerimiz yaklaşık bir ay kadar sürdü. Mekânları özellikle Pirinç Hanı'ndaki yönleri de göz önüne alarak belirledim. Sonra mekân içleri, dış mekânlar, dekorlar derken benim için çok zevkli bir tecrübe oldu. Çocuk gözüyle hafızamın bir köşesine attığım ve o handa birlikte zaman geçirdiğim insanlarla olan anıların filmimiz sayesinde daha geniş kitleler tarafından bilinecek olmasından dolayı da son derece mutluyum. Filmde küçüklüğü oğlum Tuna İrman canlandırdığı için de ayrıca onurluyum. Kitabımın beyaz perdeye uyarlanması rahmetli babam Mezeci İsmail Hakkı İrmanın ölümsüzleşmesi açısından da benim için çok önemli. Bir evlat olarak görevimi yapmış oldum. Herkes gibi biz de vizyona girmesini sabırsızlıkla bekliyoruz.
Ancak öncelikle ulusal ve uluslararası olmak üzere çeşitli festivallerde filmimizi göstermek için girişimlerde bulunuyoruz.
Kesinleşen bir tarih olmamakla birlikte 2016 yılı sonunda seyircisiyle buluşacağını söyleyebilirim.
Ben şimdiden filmimizi izleyip Mezeci Çırağı'nın yürek sızısını hissedecek ve onun yolculuğuna tanıklık edecek sinemaseverlere teşekkürlerimi sunuyorum.

Not: Bu yazı Ekohaber gazetesi Haziran 2016 sayısında yayımlandı.
Tokat Reşadiye'de yoksul bir çoban olarak uyanan Hüseyin Özer, İngiltere'nin en ünlü restoran zincirlerinden "Sofra Restaurants" markasını yarattı. Hüseyin Özer artık krallar gibi... İngiltere Kraliçesine yakın oturuyor, ata biniyor. Kapısında ünlüler kuyruk...
Sofra Restaurants her halde İngiltere'nin en ünlü lokantalarından birisidir. Londra'nın en ünlü restoran zincirini yaratan, bunu da tamamen Türk yemekleri yaparak başaran kişinin adı, Hüseyin Özer. Tokat Reşadiye'nin bir köyünde ilkokulu bile okuyamayan bir çobanın, olağanüstü öyküsü var burada. Özer, şimdi zengin, İngiltere'nin önemli işadamları arasında, üniversitelerden doktora ünvanı almış. Kendi adına ve Reşadiye adına kurduğu vakıflarla Türk öğrencilerin eğitimine katkıda bulunuyor, adı "Erasmus Hüseyin"e bile çıkıyor.
Hüseyin Özer anlattı:
.
KOYUN AĞILINDAN LONDRA'YA.... .
"Köyde sadece okumak istiyordum. Ama benden çoban olmam isteniyordu. Kaçınca, dövüp geri gönderiyorlardı. Açlığa alışıyor insan da, okumamak çok kötü birşey. Okursan birisine birşey yazarsın, 'sevgilim' dersin, bir kızın eline iki satır yazar verirsin. Yasak olduğu yerde, 'seni seviyorum' demek için öyle yapılıyordu. Onu yapamıyorsun. Ama okula gitmediğim halde arkadaşların mektuplarını ben yazıyordum. Allah vergisi.. Keçi güderken kara, toza yazı yazıyordum deynekle. Çoban bir öğretmeniniz varmış, Celal Emmi.. O okula gitmişti, biliyordu. A, B, C.. hiç birşeyi boşa harcamıyordu. Öldürsen de unutmam. Okula gitmediğim için çok dikkatliydim. Köpeğim vardı, koyunların yemini verince ağılda taşın üzerine yazardım birşeyler. Yıllar sonra bu yazdığım taşların fotoğrafını çekmeye gittim, zerre kadar iz kalmamış. Köyüme gittim, bulsam fotoğrafını size getirecektim. Uçmuş gitmiş. Ankara'ya geldim. Dua ediyordum ölmeyeyim diye. Ama köşeyi döndüm: Hergele Meydan'ında kendime müstamel (ikinci el) bir ceket aldım. Bir ceketle kışı geçirdim, nasıl mutluyum... Sonra döşek de aldım kendime.
İngilizce öğrenmeye niye karar verdim? Diyorum ki, 'Bunlar müslüman değil, cehennemde cayır cayır yanacaklar. Yazık. Bunların dilini öğreneyim de yardım edeyim adamlara...' Acıyorum... Sonra İstanbul'a gittim. Lokantaya girdim, çalıştım. İnşaatta da çalışıyorum. İlk maaşımla kendime İngilizce hoca tuttum. Limasollu Naci'ye gittim. Evlenme fırsatı çıktı, olmayınca evdeki eşyaları satıp o parayla Londraya gittim. Talebe diye. Talebeye benzemiyorsun dediler. Yolda hiç yemek yemedim, sadece otobüste verileni yedim. Nasıl yiyeceksin, cebimde iki tane 20lik var. Nasıl bozacağım. Aslında talebe değil bulaşıkçıyım. Nerde öğrendin İngilizceyi dediler, 'At the school' dedim! Okula gitmediğim anlaşılmasın diye çok çalışmıştım. Çok zibidiydim... Yokluk adamı zibidi yapıyor. Sonra Londra'da bir lokantada iş bul dum. Bulaşık yıkadım. Alafranga tuvalette banyo yaptım, oralarda kaldım.
Bir sandalyenin üzerinde yatıyorum. Elbiseleri yorgan gibi kullandım. Kimse de yardımcı olmadı. Merkezi bir yerdi. Bir mahalleye geldik, Seni garson yapalım dediler. Benim İngilizcem yok dedim. Hayır seninki bunlardan daha güzel dediler. Sonra kebapçının babasına maaş deyince, Okula gideyim yeter dedim. Aslında para lazımdı. Derken kendi işimi kurmak istedim. İçimde kendi işim kurmak, para kazanmak var aslında. İngizce kursuna gidiyorum falan.. İçimde var. Para kazanıpda kat yat almak değil, çocuk okutmak, okumak var aklımda. İyi adam, düzgün adam olacağım diyordum. Sonuçta kendi dükkanımı açtım.
'Çocukken marka oldum'
Ben çocukken marka olmuştum. Bir sürü insan bana gelip seninle iş kuralım diyordu. Çünkü işimi çok iyi yapıyordum. Onlara 'Hayır bende para yok' dedim. Ama meslek var, lisan var, dürüstlük son derece iyi. Tecrübeli sayılmazdım, ama çok becerikliydim. Dürstlük ve becerikli olmak aynı yerde olmaz derler ama oldu. Çalıştığım yerde bir insan yetiştirip öyle ayrılıyorum. Ayrıldığım hafta, başka biryerde başladım, iş çok tuttu, kuyruk oluştu, eski çalıştığım dükkan iflas etti. Gidip orayı satın aldım. Hala da kapısında kuyruk vardır. Ücretli çalışmamı da sayarsan 41 yıllık işyerim orası.
Yanımızda bir yer açılıyor, orayı ekledim. O zaman ASALA vardı. Kurşun geçirmez camlarla kapattım. Elçilerimiz, bakanlarımız orada yemek yediler. Hala da elçiler, bakan, başbakanlar bizim müşterimizdir.
Buckingham Palace'a yakınız. Dünyadaki tek Türk lokantası olarak kayda girmiş.
'Yıldızı aldık...'
Dünyadaki tek favorimiz senin yemeğin dediler. Nasıl oluyor dedim, Lezzetli, sağlıklı, uygun fiyatta dediler. Doktorların toplanıp, En iyi doktor sensin, demesi gibi oldu. Bana Türkiye'yi versen, bu çift sözden daha değerli olmazdı. Türk yemeğinin sadece bir kebap, bir tencere yemeği ve sadece bir balıktan ibaret olmadığı orada anlaşıldı. Zeytinyağlılar, etliler, balıklar hepsi... hem lezzetli, hem sağlıklı hem de fiyatı uygun...
Aşklar sofrada başlar...
Gezi olayları olduğu zaman Türkiye'nin kredisi düştü, tabi benim kredim de pat diye düştü. Çünkü orda önde gelen bir işadamıyım ben. İyi hoş bir lokanta ama Türkiye'yi temsil ediyor... Bir de bizi yurtdışında paracı olanlar bizi rezil ediyorlar. Var, görüyorum. Rezil etmek ve para yapmak diye bir sistem var orada. O tipler çok iyi bir hayat da yaşamıyor. Evini arabasını gelip Türkiyede alıyor. Ben de kral hayatı yaşıyorum. Ata biniyorum, kraliçe ile komşuyum, kuğuların yanındayım. Çok şükür. Para ile olmuyor bunlar. Bir parkta yürüyorsun, yanında sevgilin var. İstanbulda bunları bulamıyorum. İstanbulu Shakira'ya benzetiyorum, kız kardeşim, o bana düşmez, sizin olsun. Londra bana yeter. Milletvekili, bakanlar hepsi bize gelip yemek yiyor. Kahvesi, simidi, Türk tatlıları olur. Ama ayran ve rakı içmiyorlar. TV'de Ben Türkiye'yi anam gibi seviyorum dedim. Gerçekten de öyle. Gelip kırışık yüzlerini öpüyorum. Öyle seviyorum. Türk işadamı orda kendi kültürünü sunar. Türkler kendi sahasında oynar. Türk işadamı oraya gidince diğer işadamlarını oraya götürür. Türkler bizden gurur duyuyor, bizim de içimiz açılıyor. Sofrada aşklar, sevgiler yaşanır. Aşklar sofrada başlar. Sevgiler orada paylaşılır. İşadamı orada kendi sahasında oynar.
'Türkün markası kendi kültürü..'
Size tavsiyem, benim gibi işyerine restoran, yazmayın, kendi adınızı koyun... yazın adınızı işyerinin kapısına.. işi öğretmek de bana düşsün... Size öğretmek, anlatmak için buralardayım. Para yapmak için değil. Kızıma para değil güzel bir marka bırakacağım. Marka marka diyoruz ya. Türkün markası kültürüdür. Kimse de onu elimizden alamaz. Hiç kimseye de benzemez, rakip çıkmaz. İngilizler rakip çıkmıyor, çünkü kendi kültürü var. Bir gün Avrupalılarla konuşuyoruz masada, milletvekileri, bakanlar var. Hüseyinciğim Türkiyenin ABye girmesinin şerefine dediler.. Bırak kadeh olduğu yerde kalsın dedim. Avrupa küçücük bir yer, Türkiye kocaman, biz sizi alalım, onun şerefine içelim dedim.
Hem İngiliz, hem Türk...
Yemin ederim bir daha dünyaya gelsem yine bu hayatı alırım. Çok şerefli yaşadım bu hayatı. Şerefsiz yaşamayın, nasıl yaşarsanız yaşayın.
Hani dışarıda Türkler kabadır, yozdur falan diye düşünülür ya... Türk kültürünü sunuyorum ben onlara. 41 yıldır oradayım ya... Oradaki benim adım blody Turk, Blody foreiner. İngiliz pasaportumu alalı 20 sene geçmişti. Hani yemin ettirirler ya bana yemin ettirmediler. Avukatıma vermişler dosyayı, bana Gel pasaportunu al dediler. Ben sadece bir kağıda imza attım o kadar. Kısmete var. Geçenlerde İngiliz lordlarından birisi benim için bir toplantıda yüzde 100 ingilizdir, yüzde 100 de Türktür demişti. Ben İngiltereyi oranın damadı gibi seviyorum. Londrayı sevgilime benzetiyorum. Akıllı kız gibi.. Londra Müzesine adımı koydular. Müzelik oldum ben orada şimdiden..."
'Onur doktorası...'
Türkiye'de hepiniz benim kadar ancak dayak yemişsinizdir...
Çok dayak yedim, çok aşağılandım küçükken. Demiri ateşe atar döversin, suya sokar döversin, şekil verirsin ya...
Ama fena olmuyor.
Psikologlar, dayak yiyenler dayak atarmış kötülük yaparmış derler, o da olmadı. Bir gün annem Namusunu temizle oğlum, sen de onları döv dedi, ama ben yapamadım. Geçenlere bana Westminster üniversitesi'nden doktora ünvanı verdiler. İlkokula bile gitmiş değilim... Kocaman bir konser salonunda, törenle, 'Honorary Doctora't alıyorum namus, töre cinayeti yapmadım, ama İngiltere bana onur doktorası veriyor dedim onlara. Kalktı alkışladılar. Londra güzellik. Canım ne istiyorsa icad ediyorum. Para para denince marka olunmuyor. İddialı olmak lazım. Ben başka da birşey yapamam. Marka olmaz, itimat edilmezsen iş yapamazsın. Siftah etmeden kapatıp gidersin. Adamlar gelip torununu getiriyor. En iyisini yapmak... Karmen şarapları, Özdilek havlusu kullanırım. Üç dükkanda, bütün ingilteredeki kadar şarap satıyorsun... Lokanta içinde ne varsa ünlü yapıyor, tanıtıyor. Türk Kahvesi şekerli yapılıyordu. Değiştirdim. Az, orta, şekerli vs. deniyor. Yakamızda yazılıyor. Size en iyi hizmeti vereceğim, iki dakikada içkinizi getireceğim. Mezeleri softanızdakiyle paylaşın diyor. Ana yemeğinizden sevdiğinize bir lokma verin diyor. Bir balık yapıyoruz, kafa, kılçık yok. Sevgilinizin gözünün içine baka baka balık yiyorsunuz. Tertemiz, ayıklanmış... O yemek romantik olmaz mı? İş yemeği var, aşk yemeği var. Bu yemekten hoşlanmadıysanız, onu alıp yapana yedireceğiz diye yazdık.
Altında imzam var. Bana bütün dünyadan, İngiliz para babalarından teklif geliyor. Büyütelim, satalım diyorlar. 300-500 milyon Pound'a. Çünkü yemekler tutmuş. Gittiğimiz her mahallede hemen kuyruk oluyor. Yeni bir şey başlattık. Ama satılık değil. Hayatımı ona verdim, Sofra markasına devam edecek. Allah sattırmasın."
Not: Bu yazı Ekohaber Haziran 2016 yayımlandı.
Bursa iş dünyası Türkiye ekonomisinde yılın ilk çeyreğinde kaydedilen yüzde 4,8 büyümenin kendilerine "moral verdiğini" belirttiler. Otomotiv gibi sektörler büyümeyi hissettiklerini söylerken, turizmci, tekstilci ve daha çok iç piyasaya çalışanlar büyümenin "sürpriz" olduğunu, "işlerin hiç de iyi gitmediğini" dile getirdiler. Büyümenin özellikle savunma vs. kamu tarafından olması, piyasada pek bir olumlu "hissedilmeme" durumu ortaya çıkarmış.
İşadamlarına, yılın ilk çeyreğinde kaydedildiği açıklanan yüzde 4,8 büyümeyi sorduk. Özellikle de "Büyümeyi firmanızda, yakın çevrenizde hissediyor musunuz" diye sorduk. Yeni model ve artan üretimler nedeniyle otomotivciler, karlılıklarda azalmaya karşılık işlerin açıldığını söyledi. Ama başta turizm olmak üzere pek çok sektörde işleri hiç de o kadar parlak değil. İşte işadamlarının söyledikleri:
BTSO Başkanı İbrahim Burkay : "Büyüme oranımızı yüzde 7lere taşımak zorundayız"
"Jeopolitik gerginliklere ve küresel ekonomideki zayıf seyre rağmen Türkiye 2016 yılının ilk çeyreğinde yüzde 4,8!lik bir büyüme performansı yakaladı. Bu süreçte 28 üyeli Avrupa Birliği ve 19 üyeli Euro Bölgesi ülkeleri ortalamasından neredeyse 3 kat fazla büyüdük. Üst üste 26 çeyrektir gelişen Türkiye, bölgesinde ve dünyada hala güvenli bir liman olduğunu bir kez daha gösterdi. Böylesine zor bir dönemde bile yüzde 4,8'lik bir büyümeyi yakalayan ülkemizin ideallerine ulaşması amacıyla büyüme oranımızı yüzde 7'lere taşımak zorundayız. Yatırımın ve ihracatın ekonomik büyümeye daha fazla katkı sağlayacağı kaliteli bir büyümeye ihtiyacımız var."
BUSİAD Başkanı Günay Baylan: "Demek ki Türk sanayisi her zaman dinamik"
"Büyümede tabi bizim için esas olan sanayideki büyümeydi. Yüzde 5,9 gibi bir büyüme açıklandı. Tabi ki bunu biz burada da hissettik. Değişik sektörlerde, kendileri de buna şaştı ama hoşlarına gitti, bu hareketten memnun kaldılar. Dolayısıyla sanayideki bu büyümeyle, sanayideki gelişme toplamda büyüme rakamını da yukarı çekti. Bu son zamanlarda gördüğümüz, hemen hemen sanayinin etkisiyle gelişen en önemli büyüme. Çok memnunuz.
Demek ki Türkiye sanayisi her zaman dinamik. Her zaman gerek global anlamda olsun, gerek ülke bazında olsun, iç piyasada da olsun, olumlu bulduğu her durumu değerlendiriliyor. Rakamlar onu gösteriyor.
Yeni otomobil modelleri, Ar-Gede yapılan çalışmaların karşılığını almaları, Bursa sanayisinde ve de Türkiye sanayisinde büyümeye destek oluyor. İhracata da destek olacak. Bu gidişle, sene sonu beklentilerimizi açısından da yine önde giden sektör otomotiv olacak. Diğer sektörler de mevsimsel, bulundukları piyasaların durumlarına göre bazen daha iyi bazen daha kötü olabiliyorlar."
MÜSİAD Bursa Başkanı Mustafa Gürses: "Yine de yüzde 4,8 yeterli görülmemeli"
"Genel olarak büyüme memnuniyet verici. Bununla birlikte 2015 yılı genelinde GSYH içindeki payı yüzde 9,1 olan tarım sektörünün 2016 yılının ilk çeyreği itibariyle yüzde 4,6'ya gerilemesi ise olumsuz bir tablo oluşturmuştur. Kamu yatırımlarındaki 1,2 puanlık artışa karşın özel sektör yatırımlarının yüzde 0,3 azalması erken gelen bir uyarı olarak değerlendirilmelidir. Hem kamu hem de özel sektörde inşaat yatırımlarının artış kaydetmesi memnuniyet verici. Ancak her iki sektörün de makine ve teçhizat yatırımlarının azalması üzerine dikkatle eğilmemiz gereken bir meseledir. 2015 yılı genelinde büyümenin itici gücü olan hane halkı tüketiminin yılın ilk çeyreğinde yüzde 6,9 artmasının yanı sıra devletin nihai tüketim harcamalarının yüzde 10,9 artış kaydetmesi, iç talepteki canlılığın sürdüğüne işaret etmektedir. Bu tablo bize iç talebin 2016 yılında büyümenin lokomotifi olacağını gösteriyor. Bununla beraber hatırlanacağı üzere, yılın ilk 3 ayında ihracat yüzde 6,2 oranında azalmıştı. Böylece net dış talebin 2016 yılının ilk çeyreğinde büyümeye negatif etki ettiğini görüyoruz. Yine de yüzde 4,8'lik bu oranı yeterli görmemeliyiz."
Atilla Parlamış (Parlamış Tekstil): "Nazar değmesin ama hakikatte..."
"Önce nazar değmesin diyeceğim. Daha da alası, daha daha iyisi olsun istiyeceğim. İstiyoruz, gönülden istiyoruz. Şimdi o rakamlara tabi ki inanacağız, güveneceğiz, şüphesiz... Ama açıkçası hakikatte öyle de biz hissedemiyoruz. Bazı sektörler, mesela şu anda bir turizmciye sorarsanız, belki hayatını en kötü zamanlarını yaşıyor olabilir. Tekstilde, çok kötü diyemem. İhracatta da bir aksama olmuyor. Tabi benim bilgilerim ancak benim kendi işletmemle ilgili olabilir. Şöyle diyebiliriz: Büyüme, kalkınma, kümülatif olarak bakıldığında, rakamlar doğru olabilir. Ama sektörel bazda, bunları ayrı ayrı düşündüğümüz takdirde, burada bazı itirazlar olabilir. Yani büyümeye itiraz etmiyorum, ama yarım ağızla kabul ediyorum. Ramazan falan işleri hayli yavaşlatıyor zaten. Bunu da kabul etmek lazım. Yılın ikinci yarısında, daha da iyi şeyler olacağını söyleyebilirim. Bugünkü havadis çok güzeldi, Ruslarla yeniden ittifak haline girilirse, iyi olacaktır diyebilirim."
Prof. Dr. Ali Ceylan: "Yüzde 4.8 büyümeye şaşırdım"
"Ben büyümenin bu kadar yüksek çıkmasına şaşırdım. Ama Türkiye ekonomisi açısından olumlu bir gelişme. Çünkü dünyada da büyüme oranları oldukça küçük. Bizimki bu büyüme oranları içinde oldukça da iyi. Ama tabi bunun uzun vadeli olması lazım. Kriz hala devam ediyor. Yatırım ikliminin iyileştirilmesi lazım. Onu da büyük ölçüde hükumetin alacağı kararlar etkileyecek. Bursa açısından durum şu ki, bence piyasa burada böyle bir büyümeyi hissetmiyor. Tabi ki bilimsel değil bu. Ama kiminle konuşsam herkes sürpriz olarak konuşuyor. Tabi ki sektörlere göre farklı bir durum olabilir. Otomotivde, inşaatta örneğin. Burada asgari ücretin yükseltilmesinin, dolayısıyla harcamaların artmasının önemli bir payı var. 3 milyon Suriyelinin yaptığı harcamaların da bir katkısı olabilir."
Prof. Dr. Tuğrul Tüfekçioğlu: "Topluma yansıyan bir büyümeden bahsedemeyiz"
"Büyüme rakamları maalesef piyasada bu şekilde olumlu hissedilmiyor. Ancak bu büyüme rakamı, yüzde 4,8 büyüme, moral faktörü olarak çok güzel kullanılıyor. Gerçekte bunun olduğu tartışılabilir.
Yıl başından bu yana iş dünyasına, çevreye bakıyoruz. Çok belirli bir büyüme, işlerin açılması gibi bir durum, görüntü sözkonusu değil. Yani topluma yansıyan bir büyümeden pek bahsedemeyeceğimizi düşünüyorum.
Genel düşünce de daha sonraki çeyreklerde daha olumsuz gelişmeler olacağından bahsediliyor. Gerçekten Türkiyede değer yaratan üretimde sınırlama var. Buralarda bir kanal açarsak gerçek büyümelere ulaşabiliriz."
Ayhan Korgavuş (Ünver Grup YKB): "Bunun da üzerinde bir büyüme hissediyoruz"
"Tabi ben içinde bulunduğum sektör itibariyle şunu söyleyebilirim ki, evet bu yüzde 4,8 büyümeyi gayet net hissediyoruz. Otomotivde son alınan projelere bakınca yüzde 4,8 değil, hatta çok daha üzerinde bir büyüme bile hissediyoruz. Ama Türkiye konjonktürüne genelde bakmak lazım. Genelde hissediliyor mu bu büyüme, o konuda samimi olmak gerekirse pek bir fikrim yok. Ama bizim çalıştığımız otomotiv sektöründe büyümeyi bizzat yaşıyoruz."
Nurullah Altınsoy (Altınsoy Madencilik): "Mermerde biz o kadar büyüyemedik"
"Aslında biz de mermerci olarak yazık ki o kadar büyümedik. Büyüme daha çok, mermerin kullanılmadığı altyapı yatırımlarından geliyor. 3. Havaalanı, otoyollar, 3. Boğaz Köprüsü, Körfez geçiş gibi işler. İhracata dayalı ekonomiler zaten şu anda zayıf. İhracat bu sene geçen senenin bile altında. Biz ihracat ağırlıklı çalışıyoruz. Bu sene Çinde Yuan'ın değer kaybetmesi, Çinin devalüasyon yapması, Çinli müşterilerin ayağını çekti. Hindistan da kotayı kaldırmadı. Hindistanda bir mermer kotası var. İhracat yapacak firmalara yıllık belli tonajda kotalar veriyorlar. Kotalar her sene Ocakta açıklanırdı, bu sene hala açıklanmadı. Ton başına 70 dolar gümrük cezası var. Müşteri bunu kırışalım, malı alalım diyor. Sonuçta bizim fiyatlar aşağı geliyor. Mecburen veriyorsun. Kar düşüyor, kar düşünce de yeni yatırım yapamıyoruz. Hükumetten tedbir bekliyoruz. 3 sene önceki fiyata bile satamıyoruz. Ama mecburen çalışıyorsun."
Yalçın Aras (Gökçelik): "İç ticaretin getirdiği bir dinamizm... "
"İç ticaretin ve dış ticaretin getirdiği dinamiz var. iç ticaretimiz hareketli. İnşaatı yapıp kendi kendimize satıyoruz. Ama dış ticarette domatesi, patatesi, üretip dışarıya satıyor, ülkene döviz kazandırıyorsun. Tabi şu anda dış ticarette iyi hissedemiyoruz. Dış ticarette durum iyi değil. Dış ticarette geriye gidiyoruz. İç ticarette ise iyi gidiyor, sonuçta demek ki bunların ortalaması 4,8. Evet hissediyoruz, fena değil. Tabi bu iç dinamizden bizler de faydalanıyoruz. Bir üretici olarak bize de faydası var. Ama gönül ister ki bu büyüme dış ticaretten, sanayiden, üretimden gelsin, iç ticaret de homojen olsun. Büyüme hızı da yüzde 7 olsun, 5 olsun.. 4,8 de iyidir. Mesela savunma ön plana çıkmış. Her halde devletin yatırımları, desteği var. İhtiyacımız da var. Evet savunmaya ihtiyacımız var, ama ithalat olarak böyle bir şeyin içindeyiz. Türkiye olarak ihtiyacımız var. Herşey yenileniyor, ordu modernleşiyor. Her şey modernize ediliyor, bütün müştemilatı hepsinin değişme ihtiyacı duyuluyor diye okumuştum. Tabi devletin yaptığı yatırımlar, harcamalar da demek ki büyümeye ciddi bir olumlu destek vermiş."
BALKANTÜRKSİAD Başkanı Levent Bilek: "Rakamlar iyi gösterebilir, ama işlerde yavaşlama var"
"Piyasada bir daralma var biliyorsuz ama dünya çapında bir daralma var. bu konjonktürde biz kendimizi kurtarsak iyidir. Buna da şükür dememiz lazım. Çünkü benim aldığım duyumlara göre, 6-7 ay sonra dünyada bir resesyon olabilir. Bundan etkilenmememiz, hazırlıklı olmamız lazım. Tabi bu olumsuz beklenti, bizimle, Türkiye ile ilgili değil. Dış ülkelerde olabilecek bir takım şeyler var. mutlaka aynı dünyanın içindeyiz, bizi de etkileyecektir. Mutlaka, ucundan kenarından, teğet de olsa etkileneceğiz. Büyüme rakamı Bursada reel anlamda hissediliyor. Ben üç farklı iş kolu içindeyim. İşte yavaşlama var. Yüzde olarak rakamlar iyi büyüme gösterebilir, ama işlerde yavaşlama var. çok dikkatli olmak lazım. Siyasi konjonktür de bunun içinde."
BUSİAD Başkan Yard. Şükrü Erdem: "Pek çok arkadaşım büyümenin farkında değil"
"Benim iş yaptğım sektörde, iş daha çok ihracat. İhracatımızda da çok büyük bir sıkıntı yok. Ama iç piyasadaki arkadaşlardan edindiğim izlenime göre hiç kimse bu büyümenin bu kadar olduğunun farkında değil. Birincisi, ödeme sıkıntısı herkeste, her kesimde var. İkincisi, insanlar işsizlikten, iş yapamamaktan şikayet ediyor. Özellikle, turizm sektöründe olsun, Bursa'nın ihracatında olsun, bir sıkıntı var. Tekstilci arkadaşlarla konuşuyoruz, onlar da pek mutlu değiller. Yurt için otomotiv sektörü iyi gidiyor. Orada olumlu bir durum var. Özellikle turizm sektöründe ve tekstil ihracatında, özellikle de Rusya ile iş yapanlarda sıkıntı olduğu olduğu aşikar. Onun domino etkisi ile yansımaları da olabilir piyasada. Laleli piyasası zorda. Dükkanlar kapanıyor sırasıyla... Gelen giden yok. Bavul ticareti yok artık."
Kemal Efe (Turizmci): "İnşallah Rusya ilişkileri düzelir"
"Büyüme rakamları açıklandı Ankaradan. Bana soruyorsan ben de sadece dinliyor, okuyorum bunları. Ama bizim turizm sektörü açısından bakarsak ne büyümesi, oteller kapanıyor artık. Büyümeden, ayakta durmaktan falan geçtik, oteller kapanıyor tek tek... Güneyde binden fazla otel var şu an satılığa çıkarılmış. Turizm nedir? Ziyarettir, gezme tozmadır. Bu barış havası, güvenlik ortamı ister. Ama bizim durumumuza bakın... Ruslar gelmiyor, Araplar da artık görünmüyor. Avrupalılar o keza... Dövüş kavga ortamında turizmin büyüme şansı olamaz zaten. Bir an önce mesela barış olsun son havadis güzeldi, inşallah Rusya ile ilişkiler düzelir. Sonra en önemlisi tabi bizim iç huzurumuz. Bursada oteller boş, iş yapılmıyor."
A.İhsan Yeşilova Yeşilova Grubu YKB: "Büyüme rakamı moralimizi yüksellti"
"Büyüme rakamının 4,8 gibi seviyelerde açıklanması gerçekten bizler için büyük bir moral oldu. Dünyanın içinde bulunduğu bu zor dönemde içerden ve dışarıdan gelen olumsuz haberlerle ister istemez olumsuz etkileniyorduk. Bence büyüme rakamlarının en güzel ve önemli etkisi moral oldu bizim için. Büyüme oranı gerçekten Türk işadamına, sanayicisine moral verdi. Geleceğe dönük olarak da daha umutlu olmamızı sağladı.
Tabi ki olumsuzluklar da yaşıyoruz. Ama en önemlisi moral. Umuyoruz ki, yılın ikinci çeyreğinde bu rakamlar daha da iyiye gider ve bu sıkıntılı dönemi hep beraber atlatır, beklentilerin de üzerinde bir başarıyı yakalarız. İçinde bulunduğumuz otomotiv sektöründe şu an işler gayet iyi. Tabi otomotiv sadece taşıt araçları değil, bunu arkasında 300 sektör var ve buna paralel olarak onlar da olumlu etkilenecektir. Bizim her şeyden önce ülke olarak morale ihtiyacımız var, her alanda güzel haberlere ihtiyacımız var. Büyüme rakamları moralimizi yükseltti."
Not: Bu yazı Ekohaber gazetesinde Haziran 2016 yayımlandı.
Ekonominin lokomotifi olarak değerlendirilen inşaat sektörünü, Bursa'da sektörün önde gelen firmalarından Alpiş Group'un Yönetim Kurulu Başkanı Sertaç Karaalp ile konuştuk. Karaalp, inşaatçıların öncelikli konusu haline gelen Kentsel Dönüşüm sorununa müteahhit gözüyle yaklaşırken, Makul, mantıklı emsal artışı verilmeden, kentsel dönüşüm olmaz dedi, çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.
Ekohaber'in sorularını yanıtlayan Sertaç Karaalp, belediyelerin, mevcut konut alanlarında depreme dayanıklı, kaliteli konut yapımı için planladığı kentsel dönüşüm projelerinin iyi niyetli olmakla birlikte işlerinin çok zor olduğunu söyleyip; uyarılar yaptı, önerilerde bulundu.
Karaalp'in sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
Bursa dahil bütün büyük şehirlerde Kentsel Dönüşüm başlatıldı. Konut stoku depreme dayanıklı değil. Deprem kapıda, ancak işler çok yavaş ilerliyor. Ne düşünüyorsunuz?
Türkiye'de kentsel dönüşüme iyi niyetle başlanılmış da olsa yanlış oldu. Öyle bir algı yaratıldı ki, insanlar şöyle düşündü Evime ev verecekler, 100 metrekare ise 150 metrekareye çıkacak, birer tane de dükkan verecekler, çok lüks bir site olacak.. Böyle bir beklenti oluşturuldu. Sonra dönüldü, 150 metreden de, ilave dükkandan da, sosyal tesisten de vazgeçildi. Beklentiler 100 metreye düşmeye başladı. Durum bu. Sonra yasa çıktı ve pratiğe de baktılar ki, böyle bir şey yok. İstanbul'da çok güzel kentsel dönüşüm projeleri yapılıyor. Esenlerde dört buçuk yılda dönüştürülen konut sayısı 26 bin. Sadece bir ilçede. Peki Bursa'da ne oldu? Hepsi bin tane yok. Bursa'da kentsel dönüşüm maalesef yok. Bursa kat artışında çok geride. Niye? İstanbul'da ortalama emsal 2,3. İzmir'de 2. Ankara'da 2,1. Bursa, inanmayacaksınız, 0,90. Ve burada ne belediyelerimiz, ne akademik odalar, ne de bizim gibi meslek odaları, örneğin İMSİAD, bunu gündem yapamıyoruz.
Ne yapılması lazım sizce?
Yeşil alanlarının acilen, tekraren tespit edilmesi lazım. Sosyal donatı alanlarının tekrardan hesaplanması lazım. Bunu kimse yapmıyor, işin kolaycılığına kaçılıyor. Efendim ben emsale karşıyım. Tamam. Peki çözüm? Yok.
Emsal artışlarını yeterli olmadığı durumlar için ev sahiplerine kredi verilen Anahtar Teslimi Kentsel Dönüşüm diye bir formül açıklandı. Onun bizim gibi yap-satçılarla hiç bir ilgisi yok. 10 daire yıkacaksın, 150 biner liradan 1,5 milyon lirayı banka verecek, ben geleceğim onu yapacağım, yüzde 5-10 neyse... Ben taahhütçü değilim ki zaten...
Bankanın kredi vermesi talebi artırmaz mı?
Türkiye'nin bir gerçeği var. Bizim bu dönüştürülmesi gereken konutların yüzde 90'ı emeklilere ait. Bir dairenin maliyeti ortalama 150 bin lira. 150 bin lira, 120 ay adama kredi kullandırdığında aylık ortalama 2 bin 3-400 lira taksit ödemeye denk gelir. 2 bin küsur lira taksit istiyorsun, adamın aldığı emekli maaşı bin 200-bin 500 lira. Nasıl verecek, böyle dönüşüm olabilir mi? Banka kredi veriyor, ama faizi düşürüyor mu? Hayır. Ha, nasıl olur? Örneğin Eğitimciler Caddesi'nde eski bir bina, 6 aile oturanı var. Adamların durumu iyi, basıyor parayı, yaptırıyor. 150 bin lira harcıyor, evinin fiyatı 400 bin lira oluyor. Yakınında bunu yapanlar var, satıyor adam o paraya, görüyor. Şimdi bunu Ataevler'de yap bakalım... Hadi, yapana madalya takacağım. Kentsel dönüşümde öncelikle, Büyükşehir Belediye Başkanımızın önderliğinde yeni bir sosyal donatı, yeşil alan hesaplamasının yapılması lazım. Mahkemelerin önünü kesmek için. İkincisi emsal artışı olmadan kesinlikle bu memlekette kentsel dönüşüm olmaz. İstanbul'a belediye 2,5 emsale 5 veriyor, 4 veriyor. Fikirtepe'de ortalama 3,7. Orası başka bir cumhuriyet mi?
40-50 katlı apartmanlar...
Şu algıyı atmamız lazım. Yüksek kat! Olsun, Doğanbey'i niye eleştiriyoruz? Tarihi adada olduğu için. Yoksa Nilüfer'in göbeğinde, Yıldırım'da Osmangazi'de... İstanbul yolunda proje yapıyoruz. Yükseklik serbest
Bunun olduğu tek yer İstanbul yolu. Serbest orada. Çoğu bunu bilmez. Orada ister 50 kat yap, 100 kat yap. Yeter ki alanın yeterli olsun. Hilton yapıldı, ne zararı var.
Kentsel dönüşümde, sosyal dokuya zarar vermeden bunu
yapabilecek miyiz?
Belediyelerin açıkladığı projeler var. Yıldırım Belediyesi çabalıyor, henüz somut bir adım yok. Gidemez de.Belediyelerin çok acil şu emsal hesaplamasını yapıp vatandaşın önünü açması lazım. Çekirge'de bir yer var. Yeri mükemmel. Araplarla ilgili bir trend de yakaladık. Başlasam, kısa sürede daire kalmaz. 80-90 daireli. Ama sürece güvenemiyorum. Büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasında dönüp dolaşıp emsal hesaplarına takılacağız. Şimdi bu vatandaşlar kötü evlerde oturuyor, yarın tepesine yıkılacak. Yoğunluk hesabı yaparken mesela Işıktepe diye bir yer var. Başkan Bozbey'den destek istedik. Işıktepe sanayinin dibi... Sanayide bir sürü donatı alanı var. Emsal hesaplamasında Bursa'nın en yapılabilir yeri. Bırak mahkemelere itirazı, Herkes arayıp Bozbey'e teşekkür edecek, ama güçlü bir irade lazım. Bazı sitelerde müteahhit para kazanamayacak. Maksimum 0,5. gerekirse 1,5 ver. Kimse inisiyatif almıyor. Ama Ankara'da yaptığımız görüşmeler var. İmar Kanunu'nda değişiklikler bekliyoruz.
Hükümet ne yapmalı?
Türkiye ya herkese sıfır faizle kredi verecek, vatandaşa Sen evini yık, paranın yarısını da ben vereyim diyecek. Ya da emsal artışı ile belediyelerin önünü açacak. Ya da merkezi yönetim, alan hesaplamaları yapıp, devletin elindeki hazine arazilerini çıkarıp, galiba arazilerin yarısı devletin elindeymiş, kentsel dönüşüme açacak. Hazine arazilerini yeşil alanlara, sosyal donatı alanlarına bedelsiz bir şekilde tahsis edecek. Ondan sonra da kentsel dönüşüm olacak. İstanbul'da niye oluyor? Rant var. Yani fiyatlar yüksek olduğu için. Ama Türkiye sadece İstanbul'dan ibaret değil. Bursa deprem bölgesi, işte Balıkesir bölgesi var. Ankara var vs.
Teorik olarak şöyle düşünelim. Kentsel Dönüşümü tamamen emsal artışı ile yapmaya kalktığınızda, manzara şu: Riskli binaların belki tamamı fakir ve dar gelirli insanlara ait. Bunlar nüfusun belki yüzde 70-80ini oluşturuyor. 100 kişiden 80inin evini yenilemek için, evi yıkılanların sayısı kadar, yatırım amaçlı konut alacak insan bulmanız gerekiyor...
Bursa yılda 50 bine yakın göç alıyor. Geçen sene Bursa'da 27 bin yeni konut satılmış. Öyle bir balon yok. Satılmıyorsa başka sorunlar vardır. Makul yapılanlarda sorun yok. Alpiş'in satış kapasitesi diyelim yıllık 300 daire. Kentsel dönüşüm yaptığımda yine 300 daire yapacağım. Satış kapasitem oysa, kentsel dönüşüm diye fazladan bir 300 daha diyemem. Kaç yeni daire satılıyor? 30 bin. Kaç oyuncu var? Diyelim 300. Yine bu 300 müteahhit bu 30 bin daireyi üretecek. Ama ne yapacak? Gidip Hasanağa'da, Kayapa'da, Samanlı'da, ne bileyim, uzak yerlerde yapmayacak. Mevcut yerindeki binalarını yıkıp yerine yapacağız. Burada avantaj ne? Satışımız hem daha kolay olacak. Bugün Akçalar'a Burulaş günde 8 otobüs seferi düzenliyor. 3-4 kişi ile otobüs gidiyor, geliyor. Kayapa, Hasanağa... Korkunç bir maliyet, israf... Düşünsene, Ataevler in merkezinde, adam tramvayla gidecek işe, ne güzel. Hem deprem deyip geçmemeli. Yerinden yapılanmanın her konuda faydası var. Ama merkezi hükumetin de, belediyelerin önünü açması lazım. Bizde çok ilginç şeyler var. Biz süper otoban yapıyoruz, sonra diyoruz ki, 110 kilometre gideceksin. 200 metre ileriye radar koyuyoruz ki, o insanlardan para alalım diye... Niye yaptın madem o yolu? İhtiyacın yok senin o zaman... Kentsel dönüşümde vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamak için bir yerden de fedakarlık yapacaksın. Kar zarar meselesi. Biri zarar ediyorsa, birisi kazanıyordur. Ticarette herkesin kazandığı bir sistem dünyada yok. Altın, borsa, döviz bakın, bir dengedir. Belediyelerin inisiyatif alması, Akademik Odaların ideolojik yaklaşmaması lazım. Biz İMSİAD olarak da bu bir özeleştiri. Açıkçası bu süreci çok iyi götürdük diyemiyoruz.
Örneğin, Altıparmakta diyelim 6-7 katlı bina. Belediye emsal artışı vermiyor. Ama deprem kapıda, çözüm ne?
Çözümü yok. Gerçeği duymak istiyorsan... Deprem olacak, insanlar ölecek içinde... Şu anda Balat'ta daire fiyatları ortalama 750-800 bin lira. Bursalısınız. Çekirge, Kükürtlü'de eskiden ev alınamıyordu. Pahalıydı. O bölgede belediye inisiyatif alıp, acil kamulaştırma vs. bir formülle, 3-5 müteahhit de çıksaydı, şimdi orada daireler için 1 milyon liraya kapışılırdı. Bakınız, makul, mantıklı emsal artışı verilmeden, kentsel dönüşüm olmaz. Kentsel dönüşümden kastımız, 3 milyonluk bir şehirde yıllık toplamda bin daireyi dönüştürüyorsak, başarılıyız. Ama hedefin yıllık 30-40 bin daireyi dönüştürmekse mümkün değil. Örneğin, Dikkaldırım tarafı o kadar sorunlu ki, oraların yenilenmesi lazım. Gitsen deniyor ki, Donatı alanları kurtarmıyor. Ama askeriye arsayı verdi, hastane yapıldı. Hemen stadın çevresinde, Mihraplı'da 500 bin metrekare yeşil alan var. Dikkaldırım aslında oradan kurtarıyor. Kim yapacak bunu? Mihraplı bence Altepe'nin Bursa'ya en büyük eserlerinden birisi.
Tabakhane niye yıllardır bekliyor?
Orada mülkiyet sorunu var. Belediyenin yeri var, vatandaşın yeri var. Herkes ayrı bir havada. Büyükşehir Belediyesi desin ki, Tek yetki bende, oraya 300 milyon dolar yatırım yapacak adamı yarın getiririm. Ama yok, adamı getirsen rezil olacaksın. Daha yerin sahibi kim, belli değil. 200 bin metrekare yer içinde 60-79 metrekare yeri olan adam kalkar senin projeni durdurabilir. Yargıtay, temyiz derken 5 sene uğraşırsın.
Sonuçta kentsel dönüşüm sosyal bir projedir ve devletin TOKİ aracılığıyla elini taşın altına koyması gerekiyor, diyebilir miyiz?
TOKİ bu işi yapamaz, işin içinden çıkamaz. Güçlü sermaye yapısı olan şirket de yok. İstanbul Fikirtepe'de şirket 200 milyon lirayı iki sene unutabiliyor. Yer topluyor, yatırım yapıyor, avans veriyor. Böyle güçlü sermaye yapısı olan Bursa'da kaç müteahhit var?
Küresel rekabet ve Endüstri 4.0 hazırlıkları otomotiv sektöründe köklü değişimlerin habercisi gibi. Dış talepteki durgunluğun da etkisiyle patinaja giren ihracat, rekabetin odağındaki fiyat-maliyette avantajlı olanların öne çıkacağı bir yarışla aşılacak. Fiyat yarışında geri kalanlar, her ekonomik kriz döneminde olduğu gibi elenecekler. Peki Bursa ve Türkiye bundan nasıl etkilenecek?
Otomotiv sektörünün duayen ismi, Orhan Holding Onursal Başkanı İbrahim Orhan ile sektörün içinde bulunduğu durumu ve gelecek vizyonlarını konuştuk. Orhan Holding, bugün 13 ülkede, 7 bin 400 çalışanı ve 30dan fazla fabrikayla global otomotiv sektörünün en önemi tedarikçilerinden birisi. Başarılı yabancı ortaklıkları ile öne çıkan grubun üretim alanları akışkan transfer sistemleri, egzoz, hassas yaylar, paslanmaz boru ve hortum, otomobil koltuğu, esnek kumanda telleri, vites mekanizmaları ve poliüretan sünger.
İşte İbrahim Orhan ile Yenişehird'eki çiftliğinde yaptığımız söyleşi:
Sektördeki gelişmeleri nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Aslını ararsanız artık çiftlikçi oldum... Hergün giderim holdinge, ama işi profesyonel kadrolar yönetiyor. Bizde eskiden de firmalarımızı profesyonel arkadaşlarımız yönetirdi. Biz olsa olsa gözetleyiciydik. Otomotivde çalışırken, Türkiye'de üretimler çok düşüktü. Toplam 100 bin tane araba yapılıyor Türkiy'ede. 3 otomobil fabrikası, sadece iç piyasaya çalışılır... Bir kriz olur, -ki, krizsiz zamanımız hiç geçmedi, her zaman bir kriz olur- bu rakamlar da 30 bine kadar düşerdi. Yani 100 bin üretiyorsunuz, işçinizden makinenize herşey ona göre ayarlı. Pat diye 30 bine düşmek zorunda kalıyorsunuz. Dünyada buna tahammül edecek bir sanayi olabilir mi? İzleyen yıllarda yabancı ortaklıklara gittik. Burada satamadığımız ya da işçi fazlamızı, kapasite fazlamızı bu defa ortaklarımıza mal satarak sıkıntılarımızı aşmaya çalıştık. Ama otomotiv fevkalade global hale geldi. Yani, diyelim, burada Renault Clio üretirken, aynı Clio'yu Çinde de Hindistan'da da üretiyor. Güney Amerika'da da üretiyor. Dolayısıyla siz yan sanayiciyseniz, oralara da gitmenizi istiyor. Yani sadece Türkiye'deki pazara üretim yapmanızı istemiyor. Dünya pazarına çalışmanızı istiyor. Biz o bakımdan dünyada aşağı yukarı 13 ülkede varız. 30 küsur şirketimiz var. 7 bin 400 civarında da çalışanımız var.
Efendim, bilirsiniz, TOFAŞ ve Renault 1990'larda Avrupa'ya ihracata başladı. Kalite, ISO 9000, CE vs. derken, yan sanayideki pek çok şirket buna uyum sağlayamadı, iflas etti.
Bazı şirketler de Avrupalı yan sanayi markaları ile 'şirket evliliği' yaptı. Tamamen küresel piyasaya çalışılan yeni bir dönem başladı. Öyle anlaşılıyor ki, 2013de bu dönemin sınırlarına gelindi, sanki bir tıkanma var. Bu sefer Endüstri 4.0, akıllı üretim, birbiriyle iletişimde makineler vs. konuşuluyor. Son birkaç yıldır, yabancı yan sanayi kuruluşları Türkiye'deki yatırımlarını büyütmüyor. Hatta fabrikaları başka ülkelere taşıma planlarının konuşulduğu duyuyoruz. Bursa'da yan sanayi rekabet gücünü yitiriyor mu?
Oldukça doğru bir tespit. Yani bizim ülkemizde, özellikle Bursa'da... Mesela bizim Nilüfer OSB'de, bir firmamız var. Geçenlerde dolaşırken çocuklar, işçi bulamıyoruz dediler. Çünkü bize gelip çalışmaya başlayanlar 3-5 sene geçirirlerse kalıyorlar. Yeni gelenler hemen gidiyorlar. Dolayısıyla üretimi yetiştirmekte zorluk çekiyoruz. Bunlar Bursa'da oluyor. Ülkemizde işsizlik var deniyor, ama Bursa'daki durum da böyle. Siz fabrikanıza eleman bulmakta zorlanıyorsunuz.
Sorun ücret mi?
Sendikaları var. Ücretini veriyorsunuz. En önemlisi yetiştiriyorsunuz... Eğitimden geçirmek demek, önemli bir masraf firma için. Ama o çocuklar yetiştikten sonra etrafı aramaya başlıyor. İşte bir kuruş, iki kuruş... Herkes sıkıntıda şimdi. Hani çok uğraştık, adam bulamadık. Ne yapacaksınız, bir takım değişik yollara başvuracaksınız. İhtiyaç var. O bakımdan söylediğiniz gibi, biz de dahil olmak üzere, acaba bu üretimleri Romanya'da yapabilir miyiz, diye düşünüyoruz. Romanya Avrupa Birliği ülkesi. Ama ücret seviyesi bizden düşük. Ya da Slovakya'da yapabilir miyiz bu üretimi, gibi düşünceler, yan sanayide olabiliyor. Ana sanayi bunları düşünmeyebilir. Çünkü onun zaten İtalya'da da fabrikası var. Ne bileyim, bilmem nerede de fabrikası var, orada üretir. Bizim de o kolaylığımız var. Bizim holding olarak Romanya'da, Slovakya'da da fabrikamız var. İspanya'da, Fransa'da, Macaristan'da var.
Dolayısıyla biz de üretimleri oralara kaydırabiliriz, ama kaydırmıyoruz. Burada üretmek, buradaki insanlara iş sağlamak için bir nevi çaba harcıyoruz. Biz eğer dünyanın 13 ayrı ülkesine gidebildiysek, buradaki insanların bilgi birikim, buradaki insanların gayretleri yüzünden oralara gidebildik... Bu gayretler tepilemez.
Bizim oradaki fabrikalarımız, oradaki fabrikalara hizmet veriyorlar. Otomobil fabrikaları nerede ise yan sanayiini de orada istiyor. Türkiye'deki bir otomobil fabrikası çok sıkışırsa belki Romanya'dan malzeme ister, getirtebilir; ama sonra kapısının dibinde olmasını arzu edecektir. O malzeme otomobil fabrikasına bir saat geç gelirse, fabrika durur. O da hiç arzu edilen bir konu değildir.
Ana sanayi firmaları yeni model arabalarla yoluna devam ediyor. En son TOFAŞ 1,5 milyar dolarlık yatırım kapsamında Egea Hatcback'ı çıkardı. Yan sanayi, özellikle Bursa yan sanayiii, biz de dahil, Bursa ya da Adapazarı'ndaki otomobil fabrikalarının ihtiyacından daha fazla üretim yapıyoruz. Yan sanayi firmaları üretimlerinin yüzde 60'dan fazlasını ihraç ediyor. Dolayısıyla, buradaki otomobil fabrikalarına yettikten sonra daha bir yüzde 60 var. Bizi yetiştiren, bizi buralara yöneltenler onlar.
Yan sanayide yabancı ortakların buradaki yatırımları durdurma eğilimi var mı?
Ortaklık, daha çok, benim zamanımda başladı. Sonra bu Avrupalı ortakların çoğu Türkiye'de o üretimlerin yüzde yüzüne sahip olmaya çalıştılar. Ve öyle duruma gelenler de oldu. Dolayısıyla o adamlar, yani yüzde 100 sahip olanlar yine Türkiye'de yatırım yapmaya devam ediyorlar. Mesela Robert Bosch... Bence dünyadaki en büyük fabrikalarından birisi Türkiyedeki fabrika. İhtiyaç olduğu sürece de büyütüyorlar fabrikayı. Valeo... Dünyanın önemli yan sanayici firmalarından bir tanesi. O da Türkiyede. İhtiyaç oldukça genişletiyor üretimi. Aynı Valeo, İran'da da var mesela. Bizim ortaklarımızın çoğu İranda da var. Eskiden bizim ortaklarımızın çoğu Türkiye'den İran'a mal satarken, ya da Türkiye'den Hindistan'a mal satarken, şimdi oralarda firmalar kurdular. Türkiye'den oralara mal gitmiyor artık. Bu da çok önemli bir durum.
Buradaki firmaların büyümesini engelleyici...
Tabi. Yani tek başlarına Türkiye'de kaldıkları zaman yatırımını yapıyor, büyümeye devam ediyor, ortaklı oldukları zaman ortaklar arasında bir takım problemler çıkabiliyor. Ki, iki yerli ortak arasında da problemler çıkabilir. Yani o çok önemli değil.
BIÇAK KEMİĞE DAYANDI
Endüstri 4.0 ile yüzde 10 maliyet düşüşü hesaplanıyor. Sanki önümüzdeki dönemde yeni bir ithalat dalgası başlayacak gibi. Çünkü robotlar, akıllı sistemler, bir sürü yeni cihaz, hep dışarıdan getirilecek. Yan sanayi buna ne kadar hazır?
Ana otomotiv firmaları ile yan sanayi firmaları için, sadece Türkiye'de değil bütün dünyada, bütün dünyada olduğumuz için biliyoruz, fiyatlandırma önemli bir problem. Bir nevi fiyat kavgasıdır. Bu da normaldir.
Siz de bir gömlek, kravat alırken, fiyatına bakarsınız, ucuzunu almaya çalışırsınız. Ama bizim sektörümüzde, bizden mal alan ana sanayi, biz yan sanayi firmalarının en büyüklerine göre bile çok büyükler... Yani onlardan birisi sizden mal almayacağım, dediği zaman sizin yok olmanız çok kolay. Onun için yan sanayi de bugün ana sanayiden çok daha fazla, kendi içinde organizasyon ve iyileştirme çalışmaları yapmaktadır.
Dolayısıyla fiyatları, maliyetleri sürekli düşürebilmekte. Her girdi fiyatı yükselirken bile... Ama herşeyin bir sınırı var. Yani siz aldığınız miktar 50, katma değeriniz 5 ise, her halde 54'e satamazsınız, zarar edersiniz. Ama herhalde ana sanayi yan sanayiden Türkiye'de değil bütün dünyada bunu talep ediyor artık... Sınıra geldi. Herşey sınıra geldi... Yani yan sanayi bu bakımdan ana sanayiden daha fazla, çok daha fazla bu ekonomileşme çalışması yapmıştır. Ana otomotiv sanayi firmasının ucuzlatmak için daha yapacağı bir sürü çalışmaları olabilir. Ama yan sanayide artık bıçak kemiğe dayanmıştır, yapacağı birşey yoktur artık. Onlar çok zorladıkları takdirde zarar edecek, yok olacaktır yan sanayi.
Batılı hükümetlerin Endüstri 4.0 ile gelişmekte olan ülkelere kaydırdıkları üretimi geri alma hesabı yaptığı düşüncesi, Ömer Koç tarafından da dile getiriliyor. Avrupalı ortaklarınızın tutumunda bir değişim hissediyor musunuz?
Ben öyle bir şey yapılabileceğini düşünmüyorum. Özellikle Avrupa'da otomotiv ana sanayi ülkeleri Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya. Buralarda bizim de fabrikalarımız var. Ama ucuzlatma var rekabetin mantığında...
Oraya geldiği zaman üretim, hiç bir zaman ucuzlamayacak. Türkiye'deki ürettikleri malın maliyeti 10 ise Avrupa'ya gidince 14-15 olacak. Dolayısıyla bütün maliyeti artacak. Siyasi krizin ötesinde özellikle Fransa ve İspanya'da işçiler, sendikalar çok kuvvetli. O işin oradan götürülebilmesi, onlar istemediği sürece mümkün değil.
Onu biz yaşıyoruz...
Rekabet ve maliyet deyince iş dönüp dolaşıp işçi ücretlerine geliyor. Oysa ciroda ücretin payı belli. Örneğin arsa maliyeti. Almanya'da 25 dolara alınan bir metrekare sanayi arsası DOSAB'da 400 doları da aşıyor. Keza enerji fiyatları, pahalı lojistik... Ayrıca çalışan işçi açısından yüksek ev kiraları, eğitim, sağlık ve mutfak giderleri... Rekabetçilik için bir devlet
politikası olması gerekmiyor mu?
Çok doğru bir noktaya parmak bastınız. Bursa'ya üçüncü bir otomobil fabrikası gelmeye çalıştığı günlerde, Erdem Bey (Saker) belediye başkanı olarak, 'Bursa iki otomombil fabrikasını taşıyamıyor, üçüncü fabrika nerden gelecek' dedi. Erdem Beyi yüzüne karşı da tenkit ettim. Ama bugün Erdem Beye hak veriyorum. Bir, biraz önce söylediğimiz yetişmiş insan gücünün çok önemli şekilde firmalar arasında oynaması... İki, söylediğiniz şey... Bursa'daki sanayi arsası fiyatları, neredeyse Monchengladbach kadar pahalı. Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar pahalı sanayi arsası yok. İşte Çin'de de var fabrikalarımız, 3 yerde. Hindistan'da var, 3 yerde, yeni fabrikalar da kuruyoruz. Almanya'da... Bursa'da arsalar en az on misli... Ve de ayıca inşaat fiyatları şuyu buyu.. Bilecik'de, Yenişehir'de Bursa'dan çok ucuz. Bu fiyatlarla hiç bir sanayici yaşayamaz. Onun için yerli olarak kalacaksak, Türkiye'de üretim yapmaya devam edeceksek, Bursa'nın dışına çıkmamız lazım artık. Otomobil fabrikaları o kadar kuvvetliler ki, hani biz Bursa'dayız, adam bize İstanbul'a gel demiyor, adam bize Hindistan'a gel, Kore'ye gel diyor. Gitmek mecburiyetindeyiz ve de giriyoruz zaten.
Önümüzdeki döneme ilişki yatırım planları hakkında bilgi verir misiniz?
Otomobil fabrikaları bizden ne isterlerse biz onların peşine takılmış durumdayız. Sadece Türkiye'de değil dünyanın her tarafında bunları yapmak mecburiyetindeyiz ve yapıyoruz da. Bu sene gerek Avrupa gerek Türkiye piyasası kötü geçmedi aslında. 2015 ve 2016 bütçe hedeflerinin biraz biraz üstünde gidiyor, böyle de gider inşallah. Yatırımlarımız bu sene Türkiye'de değil, yurt dışında devam edecek. Ana sanayi firmaları bizden ne istiyorlarsa orada yatırım yapıyoruz. Bu Çin olabilir, Hindistan, Kore olabilir. Ne bilelim? Ambargo konulmadan önce neredeyse İrana da gidiyorduk. Ambargo konulunca gitmedik. Ama bugünlerde ambargo kalktı. Bakarsınız olur, orası otomotiv bakımından bakir bir ülke. Oraya niye gidilmesin? Rusya'da varız mesela. Bayağı da büyük bir fabrikamız var. Nobel Otomotiv firmamızda Ar-Ge merkezimiz var. Dünyada bu işi yapanlara rakibiz ve onlardan da büyüğüz. Akışkanlar mekaniği, yakıt donanımlarından borusal donanımlardan parçalarını komple biz veriyoruz. Onlar var. Yoksa zaten ortak olduğunuz firmalar Çin'e gitmenizi istemezler. Onlar gidiyor zaten. Otomotiv ana sanayi çok önemli. Bizim onlara ihtiyacımız olduğu kadar onların da bize ihtiyaçları var. Hangi sistem derse desinler, Endüstri 4.0 mı derler, ne derler, onlar kendi iyilikleri açısından bizi bu konuda desteklerler. Eğitim yoksa eğittirirler. Kaizen vs. pek çok şeyi biz onlardan öğrendik. Bursa'da firmalar ihracata bile başlamadan pek çok şey biliyorlardı. Otomotiv hep önden gider...
Kütahya yatırımızdan söz eder misiniz?
Kütahya için bir parantez açalım. Geçmiş belediye başkanı, iyi bir insandı. Türkiye'de fabrika yeri aradığımızı kuşlar fısıldamış... Bir gün, belediye başkanı arıyor dediler. Bizim devlet ricali ile hiçbir işimiz olmaz. Bursa'daki belediye başkanlarını ziyaret etmemişimdir. Valiye gitmemişimdir, ilgimiz yok çünkü. Kütahya Belediye Başkanı Sayın Mustafa İça aramış, buyursun gelsin, çayımızı içsin, mühendismiş de. Önemli mevkilerde bulunmuş. Geldi. Efendim Kütahyayı yan sanayi merkezi yapmak istiyoruz, ucuz arsa vereceğiz.. Konuştuk, bir iş imkanı da vardı. Kütahya'ya çok büyük bir fabrika kurduk. DOSAB'daki otomobil kılıf işini Kütahya'ya taşıdık. Çok ucuz arsa tahsis ettiler, neredeyse bedava. İşçilerin vergisi algısı, sigortası uzun süre bedavaydı. Ama işçi bulamıyorsunuz. Bulduğunuz işçiyi yetiştiriyorsunuz, ziraat mevsimi gelince tarlasına gitmek istiyor...
Köylü adamlar. Biz dayanamadık, kapattık, fabrikayı tekrar buraya getirdik. Ve o fabrikayı da maliyetinin yarı fiyatına sattık. Çok güzel bir binaydı, çok üzülürüm hala. Yüzde 100 ihracata çalışıyorsunuz.
Ama gümrük için Bursa'ya getirmek zorundasınız. Eskişehir'de bile gümrük yok. Bir sürü ek masraflar biniyor. Orada belediye başkanı, milletvekilleri uğraştılar ama olmadı. Eskişehir, Kütahya, Afyon, Bilecik'i teşvik etmek, teşvik var zaten. Bursa'daki fabrikaları oralara götürmek Bursa için de oralar için de iyi olacak.
Bursa Büyükşehir Belediyesi Karacabey Boğazı civarında bir liman projesi açıkladı. Biliyorsunuz lojistik en önemli maliyet kalemlerinden ve Bursa'da en pahalı taşıma olarak karayolu hakim. Sanayi bölgelerini limana bağlayan bir demiryolu sizce nasıl olur? İş dünyası bunu talep etmiyor mu?
Bir anı anlatayım, bir bakıma cevap olacaktır. Yabancı ortaklıklar yaptığımız senelerde, bizim en önemli yabancı ortaklığımız, bana göre, GM'in GM olduğu senelerde, onlarla yaptığımız ortaklıktır. General Motorsun o zamanki cirosu 110 milyar dolar. Türkiye'nin milli geliri 100 milyar doların altında. Böyle bir şirket. Biz onlarla bir ortaklığa başladık. Herhalde adamlarla iyi geçindik, hoşlarına gittik. Bizi Amerikaya davet etiler. Amerikada da beraber yatırım yapar mıyız? Tabi, niye olmasın dedik. Biz Murat Bey (Orhan) ile beraber gittik Amerikaya. Kanadaya gitmemiz gerekti. Ama giderken böyle plan olmadığı için Kanada vizemiz yok. Çok etkilendiğim bir olaydır bu. Detroitt'e, Kanadanın başkonsolosluğu varmış. Gittik, benim lisanım da pek iyi değil, Murat vizeyle uğraşırken ben de bir kenara iliştim, duvarlarda bir sürü afişler, mecmualar, ülke hakkında bilgilere bakıyorum. İçeridekilerin dikkatini çekmiş. Hemen bir adam geldi, sizi içeriden davet ediyorlar, dedi. Şaşırdım. Çekiniyorum, çünkü GM ile ortak olacağımızı kimseye söylemememiz lazım. Tabi girdim, ne iş yapıyorsunuz diyorlar. Kanadaya gideceğiz falan diyoruz. Kanadada fabrika arazisi falan bakmaya gideceğiz, onun için vize arıyoruz. Ama söyleyemiyoruz. Neyse kartvizit sordu, o zaman Teknik Malzeme var, şirket kartı değil de TAYSAD Başkanvekili kartımı verdim. Ayrıldık, Kanada'ya geçtik. Kanada'da sanayi arsası ya da bina arıyoruz. Bizi orada gezdirenler belediyelere götürüyorlar. Buradaki belediye başkanları burnundan kıl aldırmaz... Bize belediye başkanları arsaları anlatıyor. Şöyle arazimiz var, böyle arazimiz var... Şöyle ucuz, böyle ucuz.. Bir başka kasabaya girerken, belediye girişinde, 'İçinizde İbrahim Orhan varmış. Hanginizsiniz, hoş geldiniz' dediler... Allah Allah yani! Kanada nere, Türkiye nere... Öyle şaşırdım ki, korttum da, ne oluyor... Neyse, korka çekine benim dedim. Siz arazi bakmaya mı geldiniz? İşte bakacağız, hani... Amerikalılar da var yanımda. Belediye başkanı ne diyor biliyor musun? 'Siz bize gelmeden önce falanca belediyeye gittiniz. Ordaki başkan arsa ya da bina için size ne verdiyse, ben size yüzde 20 ucuzunu bulacağım, vereceğim...' Ve bu gezdiğimiz yerler gelişmişlik derecesi dünyanın en yüksek seviyesi... Ben gelsem ne olur, gelmesem ne olur onlar için. Ama düşünebiliyor musunuz, mantalite... Allaha şükür işte yatırımlarımız şuyumuz buyumuz var, belediye reislerinden veya kaymakamlardan randevu istesek kolay alabilirmiyiz acaba? Yani bizimle ilgilenilmiyor. Sadece köstek olunuyor. Kütahya'nın Hüseyin başkanı Kanadalı gibiydi. Başka birşey daha... İnsan bazen içerliyor da. Bir takım açılışlar olur, şu bu olur. Otomatik olarak herkese davetiye gönderilir, hatta bazılarına telefon da edilir, Gel diye. Özellikle bizim bu yatırım açılışlarımıza kimse gelmemiştir. Biz de küsmüşüzdür. Yine Hindistan'da geçenlerde bir fabrika açılış töreni vardı. Onların kendilerine göre günleri var, onun dışında temel olmaz. Çağırmışlar, gittim, baktım. Kentin en büyük adamları orada. Çin'de, Kore'de aynı. Burada da vazgeçtik, beklemiyoruz.
NOT: Bu röportaj EKOHABER Gazetesi'nin 1049. sayısından alındı.