Tokat Reşadiye'de yoksul bir çoban olarak uyanan Hüseyin Özer, İngiltere'nin en ünlü restoran zincirlerinden "Sofra Restaurants" markasını yarattı. Hüseyin Özer artık krallar gibi... İngiltere Kraliçesine yakın oturuyor, ata biniyor. Kapısında ünlüler kuyruk...
Sofra Restaurants her halde İngiltere'nin en ünlü lokantalarından birisidir. Londra'nın en ünlü restoran zincirini yaratan, bunu da tamamen Türk yemekleri yaparak başaran kişinin adı, Hüseyin Özer. Tokat Reşadiye'nin bir köyünde ilkokulu bile okuyamayan bir çobanın, olağanüstü öyküsü var burada. Özer, şimdi zengin, İngiltere'nin önemli işadamları arasında, üniversitelerden doktora ünvanı almış. Kendi adına ve Reşadiye adına kurduğu vakıflarla Türk öğrencilerin eğitimine katkıda bulunuyor, adı "Erasmus Hüseyin"e bile çıkıyor.Hüseyin Özer anlattı:
.
KOYUN AĞILINDAN LONDRA'YA.... .
"Köyde sadece okumak istiyordum. Ama benden çoban olmam isteniyordu. Kaçınca, dövüp geri gönderiyorlardı. Açlığa alışıyor insan da, okumamak çok kötü birşey. Okursan birisine birşey yazarsın, 'sevgilim' dersin, bir kızın eline iki satır yazar verirsin. Yasak olduğu yerde, 'seni seviyorum' demek için öyle yapılıyordu. Onu yapamıyorsun. Ama okula gitmediğim halde arkadaşların mektuplarını ben yazıyordum. Allah vergisi.. Keçi güderken kara, toza yazı yazıyordum deynekle. Çoban bir öğretmeniniz varmış, Celal Emmi.. O okula gitmişti, biliyordu. A, B, C.. hiç birşeyi boşa harcamıyordu. Öldürsen de unutmam. Okula gitmediğim için çok dikkatliydim. Köpeğim vardı, koyunların yemini verince ağılda taşın üzerine yazardım birşeyler. Yıllar sonra bu yazdığım taşların fotoğrafını çekmeye gittim, zerre kadar iz kalmamış. Köyüme gittim, bulsam fotoğrafını size getirecektim. Uçmuş gitmiş. Ankara'ya geldim. Dua ediyordum ölmeyeyim diye. Ama köşeyi döndüm: Hergele Meydan'ında kendime müstamel (ikinci el) bir ceket aldım. Bir ceketle kışı geçirdim, nasıl mutluyum... Sonra döşek de aldım kendime.
İngilizce öğrenmeye niye karar verdim? Diyorum ki, 'Bunlar müslüman değil, cehennemde cayır cayır yanacaklar. Yazık. Bunların dilini öğreneyim de yardım edeyim adamlara...' Acıyorum... Sonra İstanbul'a gittim. Lokantaya girdim, çalıştım. İnşaatta da çalışıyorum. İlk maaşımla kendime İngilizce hoca tuttum. Limasollu Naci'ye gittim. Evlenme fırsatı çıktı, olmayınca evdeki eşyaları satıp o parayla Londraya gittim. Talebe diye. Talebeye benzemiyorsun dediler. Yolda hiç yemek yemedim, sadece otobüste verileni yedim. Nasıl yiyeceksin, cebimde iki tane 20lik var. Nasıl bozacağım. Aslında talebe değil bulaşıkçıyım. Nerde öğrendin İngilizceyi dediler, 'At the school' dedim! Okula gitmediğim anlaşılmasın diye çok çalışmıştım. Çok zibidiydim... Yokluk adamı zibidi yapıyor. Sonra Londra'da bir lokantada iş bul dum. Bulaşık yıkadım. Alafranga tuvalette banyo yaptım, oralarda kaldım.
Bir sandalyenin üzerinde yatıyorum. Elbiseleri yorgan gibi kullandım. Kimse de yardımcı olmadı. Merkezi bir yerdi. Bir mahalleye geldik, Seni garson yapalım dediler. Benim İngilizcem yok dedim. Hayır seninki bunlardan daha güzel dediler. Sonra kebapçının babasına maaş deyince, Okula gideyim yeter dedim. Aslında para lazımdı. Derken kendi işimi kurmak istedim. İçimde kendi işim kurmak, para kazanmak var aslında. İngizce kursuna gidiyorum falan.. İçimde var. Para kazanıpda kat yat almak değil, çocuk okutmak, okumak var aklımda. İyi adam, düzgün adam olacağım diyordum. Sonuçta kendi dükkanımı açtım.
'Çocukken marka oldum'
Ben çocukken marka olmuştum. Bir sürü insan bana gelip seninle iş kuralım diyordu. Çünkü işimi çok iyi yapıyordum. Onlara 'Hayır bende para yok' dedim. Ama meslek var, lisan var, dürüstlük son derece iyi. Tecrübeli sayılmazdım, ama çok becerikliydim. Dürstlük ve becerikli olmak aynı yerde olmaz derler ama oldu. Çalıştığım yerde bir insan yetiştirip öyle ayrılıyorum. Ayrıldığım hafta, başka biryerde başladım, iş çok tuttu, kuyruk oluştu, eski çalıştığım dükkan iflas etti. Gidip orayı satın aldım. Hala da kapısında kuyruk vardır. Ücretli çalışmamı da sayarsan 41 yıllık işyerim orası.
Yanımızda bir yer açılıyor, orayı ekledim. O zaman ASALA vardı. Kurşun geçirmez camlarla kapattım. Elçilerimiz, bakanlarımız orada yemek yediler. Hala da elçiler, bakan, başbakanlar bizim müşterimizdir.
Buckingham Palace'a yakınız. Dünyadaki tek Türk lokantası olarak kayda girmiş.
'Yıldızı aldık...'
Dünyadaki tek favorimiz senin yemeğin dediler. Nasıl oluyor dedim, Lezzetli, sağlıklı, uygun fiyatta dediler. Doktorların toplanıp, En iyi doktor sensin, demesi gibi oldu. Bana Türkiye'yi versen, bu çift sözden daha değerli olmazdı. Türk yemeğinin sadece bir kebap, bir tencere yemeği ve sadece bir balıktan ibaret olmadığı orada anlaşıldı. Zeytinyağlılar, etliler, balıklar hepsi... hem lezzetli, hem sağlıklı hem de fiyatı uygun...
Aşklar sofrada başlar...
Gezi olayları olduğu zaman Türkiye'nin kredisi düştü, tabi benim kredim de pat diye düştü. Çünkü orda önde gelen bir işadamıyım ben. İyi hoş bir lokanta ama Türkiye'yi temsil ediyor... Bir de bizi yurtdışında paracı olanlar bizi rezil ediyorlar. Var, görüyorum. Rezil etmek ve para yapmak diye bir sistem var orada. O tipler çok iyi bir hayat da yaşamıyor. Evini arabasını gelip Türkiyede alıyor. Ben de kral hayatı yaşıyorum. Ata biniyorum, kraliçe ile komşuyum, kuğuların yanındayım. Çok şükür. Para ile olmuyor bunlar. Bir parkta yürüyorsun, yanında sevgilin var. İstanbulda bunları bulamıyorum. İstanbulu Shakira'ya benzetiyorum, kız kardeşim, o bana düşmez, sizin olsun. Londra bana yeter. Milletvekili, bakanlar hepsi bize gelip yemek yiyor. Kahvesi, simidi, Türk tatlıları olur. Ama ayran ve rakı içmiyorlar. TV'de Ben Türkiye'yi anam gibi seviyorum dedim. Gerçekten de öyle. Gelip kırışık yüzlerini öpüyorum. Öyle seviyorum. Türk işadamı orda kendi kültürünü sunar. Türkler kendi sahasında oynar. Türk işadamı oraya gidince diğer işadamlarını oraya götürür. Türkler bizden gurur duyuyor, bizim de içimiz açılıyor. Sofrada aşklar, sevgiler yaşanır. Aşklar sofrada başlar. Sevgiler orada paylaşılır. İşadamı orada kendi sahasında oynar.
'Türkün markası kendi kültürü..'
Size tavsiyem, benim gibi işyerine restoran, yazmayın, kendi adınızı koyun... yazın adınızı işyerinin kapısına.. işi öğretmek de bana düşsün... Size öğretmek, anlatmak için buralardayım. Para yapmak için değil. Kızıma para değil güzel bir marka bırakacağım. Marka marka diyoruz ya. Türkün markası kültürüdür. Kimse de onu elimizden alamaz. Hiç kimseye de benzemez, rakip çıkmaz. İngilizler rakip çıkmıyor, çünkü kendi kültürü var. Bir gün Avrupalılarla konuşuyoruz masada, milletvekileri, bakanlar var. Hüseyinciğim Türkiyenin ABye girmesinin şerefine dediler.. Bırak kadeh olduğu yerde kalsın dedim. Avrupa küçücük bir yer, Türkiye kocaman, biz sizi alalım, onun şerefine içelim dedim.
Hem İngiliz, hem Türk...
Yemin ederim bir daha dünyaya gelsem yine bu hayatı alırım. Çok şerefli yaşadım bu hayatı. Şerefsiz yaşamayın, nasıl yaşarsanız yaşayın.
Hani dışarıda Türkler kabadır, yozdur falan diye düşünülür ya... Türk kültürünü sunuyorum ben onlara. 41 yıldır oradayım ya... Oradaki benim adım blody Turk, Blody foreiner. İngiliz pasaportumu alalı 20 sene geçmişti. Hani yemin ettirirler ya bana yemin ettirmediler. Avukatıma vermişler dosyayı, bana Gel pasaportunu al dediler. Ben sadece bir kağıda imza attım o kadar. Kısmete var. Geçenlerde İngiliz lordlarından birisi benim için bir toplantıda yüzde 100 ingilizdir, yüzde 100 de Türktür demişti. Ben İngiltereyi oranın damadı gibi seviyorum. Londrayı sevgilime benzetiyorum. Akıllı kız gibi.. Londra Müzesine adımı koydular. Müzelik oldum ben orada şimdiden..."
'Onur doktorası...'
Türkiye'de hepiniz benim kadar ancak dayak yemişsinizdir...
Çok dayak yedim, çok aşağılandım küçükken. Demiri ateşe atar döversin, suya sokar döversin, şekil verirsin ya...
Ama fena olmuyor.
Psikologlar, dayak yiyenler dayak atarmış kötülük yaparmış derler, o da olmadı. Bir gün annem Namusunu temizle oğlum, sen de onları döv dedi, ama ben yapamadım. Geçenlere bana Westminster üniversitesi'nden doktora ünvanı verdiler. İlkokula bile gitmiş değilim... Kocaman bir konser salonunda, törenle, 'Honorary Doctora't alıyorum namus, töre cinayeti yapmadım, ama İngiltere bana onur doktorası veriyor dedim onlara. Kalktı alkışladılar. Londra güzellik. Canım ne istiyorsa icad ediyorum. Para para denince marka olunmuyor. İddialı olmak lazım. Ben başka da birşey yapamam. Marka olmaz, itimat edilmezsen iş yapamazsın. Siftah etmeden kapatıp gidersin. Adamlar gelip torununu getiriyor. En iyisini yapmak... Karmen şarapları, Özdilek havlusu kullanırım. Üç dükkanda, bütün ingilteredeki kadar şarap satıyorsun... Lokanta içinde ne varsa ünlü yapıyor, tanıtıyor. Türk Kahvesi şekerli yapılıyordu. Değiştirdim. Az, orta, şekerli vs. deniyor. Yakamızda yazılıyor. Size en iyi hizmeti vereceğim, iki dakikada içkinizi getireceğim. Mezeleri softanızdakiyle paylaşın diyor. Ana yemeğinizden sevdiğinize bir lokma verin diyor. Bir balık yapıyoruz, kafa, kılçık yok. Sevgilinizin gözünün içine baka baka balık yiyorsunuz. Tertemiz, ayıklanmış... O yemek romantik olmaz mı? İş yemeği var, aşk yemeği var. Bu yemekten hoşlanmadıysanız, onu alıp yapana yedireceğiz diye yazdık.
Altında imzam var. Bana bütün dünyadan, İngiliz para babalarından teklif geliyor. Büyütelim, satalım diyorlar. 300-500 milyon Pound'a. Çünkü yemekler tutmuş. Gittiğimiz her mahallede hemen kuyruk oluyor. Yeni bir şey başlattık. Ama satılık değil. Hayatımı ona verdim, Sofra markasına devam edecek. Allah sattırmasın."
Not: Bu yazı Ekohaber Haziran 2016 yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder