24 Haziran 2017 Cumartesi

'Vur-kaç' değil üretken dış sermaye'



TÜRMOB Başkanı Yontan: 'Bizim ülke olarak doğru yatırımlara, üretim yapacak, ihracat yapacak yatırımlara ihtiyacımız var. Devamlılığı olan, kalkınmaya
katkı verecek bir yabancı sermayeye ihtiyaç var' 


Muhasebeci ve mali müşavirler bir bakıma şirketlerin 'kara kutusu'. Sanırım şirketlerin durumunu patronlardan sonra en iyi bilenler bu hesap kitap adamları. Şirketlerin gelirini, giderini, kârını zararını; bankadaki parasını, satın aldığı hanı-hamamı, yazlığı; kimi zaman iftar gideri faturasını, kimi zaman ağırlama, eğlence faturalarını aylık takip eden meslek profesyonelleri hiç kuşkusuz, ekonomiyi de en yakın izleyen insanlar. 
İşte bu hesap adamlarının çatı kuruluşu Türkiye Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği'nin (TÜRMOB) Genel Başkanı A. Masis Yontan'a piyasayı, ekonomiyi, şirketlerin 'muhasebesi'ni sorduk. Yontan, iş dünyasına yakından dokunan sıkıntılara, geleceğe ilişkin belirsizliklere ve sorunları ve kendi kuralları ile yürüyen 'adaletsiz' gidişe dikkat çekti. 
Yontan, piyasanın canlanmasının en önemli kriterini 'yabancı sermaye girişi' olarak görüyor. İşte sorularımız ve Yontan'ın açıklamaları: 
'Siz şirketlerin muhasebesini bilen, izleyen bir mesleği temsil ediyorsunuz. Piyasada şirketlerin işi nasıl, vergi ödemerinde neler yaşıyorlar?

Biz TÜRMOB olarak her ay bir rapor düzenliyoruz. Mesela geçen ay, yabancı yatırımların Türkiye'de ne duruma geldiğini, nasıl azaldığını gösteren bir rapor yayınladık. Daha önce de işsizlik, istihdam vs. konularında raporlar yayımladık. Rakamlarla, araştırmalarla konuşuyoruz. Ama ben size özetle şunu söyleyeyim; ekonmimiz iyi değil. Bu gidişlede önümüz çok aydınlık değildir. Neden değil? Cari açık, şu son üç ayda, yani yılın ilk çeyreğinde, 12 milyar dolar oldu. Cari dengemiz 12 milyar dolar açık verdi. Baktığımız zaman, bizim bu açığı kapatmaya, yabancı sermayeye ihtiyacımız var. Yabancı sermaye ise gelmiyor, eskisi gibi. Gelen sermaye de yatırıma gelmiyor... Adam yatırıma gelmediği için de, ne oluyor, sanki bir vur-kaç sermayesi gibi geliyor. Borsa'ya vs. kısa dönemde yüksek para kazanmaya, vurguna dönük geliyor. Halbuki bizim ülke olarak doğru yatırımlara, üretim yapacak, ihracat yapacak yatırımlara ihtiyacımız var. Devamlılığı olan, kalkınmaya katkı verecek bir sermayeye ihtiyaç var. 
Bu makro ekonomik tespitlerden şirketlerin gelirlerinin, dolayısıyla da devletin vergi tahsilatının azaldığını mı çıkarmamız gerekiyor?

Bakınız, devletin vergi gelirlerinde çok büyük bir düşüş yok, geçen senenin rakamlarına baktığımızda. 
Piyasa iyi değil, ama vergi gelirlerinde düşüş yok! Neden yok, biliyor musunuz? Bu, vergi borcu yapılandırmalarıyla eski vergilerin affa girmesi ve sonuçta tahsilatın artmasından kaynaklanıyor... Tahsilat bu nedenle, vergi alacaklarının yeniden yapılandırılması ile arttı. Yoksa bu sene 2017... Yılın ilk üç ayında biraz düzelme olduğu gibi görünüyor, ama devam eder mi bilemiyoruz. İş dönüp dolaşıp yabancı sermayeye geliyor. 
Yabancı sermaye girişinde belli bir artış var...

Borsa'ya vs. gelenleri saymıyorum. Yabancı, düzgün sermaye gelir mi? Yabancı, düzgün sermaye güven ortamına gelir. Güven ortamı bulursa gelir. Güven ortamımız var mı? Bölgemizin durumunu biliyorsunuz. En son, işte Katar'daki olaylar. 
Bölgemizin de böyle hassas bir özelliği var. Bölgemizin bu özelliği nedeniyle de biraz sıkıntı çekeceğiz gibi. 
Devletin, tahsil edilemeyen vergi ve sigorta primi alacağına yönelik düzenlediği yeniden borç yapılandırmasını başarılı buluyor musunuz? Biliyorsunuz, ikinci bir yapılandırma başlıyor.

Bakınız, açık konuşalım, siz ne kadar yapılandırma yaparsanız yapın... Eğer vergi borcu olan esnafın, tüccarın, sanayicinin elinde bir para varsa, ödeme gücü varsa vergsini ödeyecektir. Elinde para yoksa, satamamışsa, parasını tahsil edemiyorsa, zaten ödeyecek gücü yoktur. Söz konusu değil... Olmayan parayı nasıl ödeyecekler? Ödeyebilmesi için kredi kullanması lazım. Kredi nedir? O da bir borçlanmadır. Ayrıca tabi şu anda, 9,5 milyon gibi bir işsizimiz var. Kayıtdışı istihdam sorunumuz var. Kayıtdışı ekonomimiz en iyi tahminle yüzde 35'lerde. Evet dünyada kayıtdışılığı sıfır ülke var mı? Yok. Kayıtdışı ekonomi, en gelişmiş ülke olan Amerika'da bile yüzde 10 civarlarında. Ama bizde kayıtdışı miktarı çok yüksek, aşırı. Bu kayıtdışılık da Hazineye girmesi gereken verginin toplanmasını, Hazineye girmesini engelliyor. Dolayısıyla, ekonomimiz iyiye gider mi? Bu biraz da konjonktüre bağlı. Dünyada biliyorsunuz, serseri para diye bilinen bir para var. Yaklaşık 12-14 milyar dolarlık bir serseri para giriş-çıkışı var Türkiye'ye. Bu para ülkemize zaman zaman geliyor, giriyor, çıkıyor. Bütün dünya genelinde de yaklaşık 500 milyar dolar civarında bu serseri para. Yani bizdeki ekonomi bu 12-15 milyar dolar serseri paraya bağımlı olmuş, suni bir ekonomi. 

Bunun şirketler düzeyindeki yansıması neler oluyor?

Şu anda esnafın durumu zor. Esnaf zor durumda. Küçük işletmeler zor durumda. Ancak ülkemizde toplam katmadeğerin yüzde 80'ini sadece 2 bin firma elde ediyor. Bunlar büyük firmalar. Başka bir şey söyleyeyim, uluslararası 8 firma dünya gelirinin neredeyse yarısını elde ediyor. Ülkemizde baktığımızda, bu sayı 41. Yani 41 tane büyük şirket, bir kısmı uluslararası şirketler, bunlar neredeyse Türkiye'nin gelirinin yarısına yakın gelir elde ediyor. Dolayısıyla devlet de, hani Hazine de, vergisini alırken en çok bu şirketlerden alması lazım. Bizde diyelim 3 milyona yakın esnaf vs. işyeri var. Bunların 2 bin tanesi katmadeğerin yüzde 80'ini alıyorsa, demek ki 3 milyona yakın mükellefe sadece yüzde 20 kalıyor. Bu da esnafın durumunun iyi olmadığını gösteriyor. 
- Hükümet KGF ve KOSGEB kredileri ile küçük firmaların finansmana ulaşımını kolaylaştıracak uygulamalar devreye sokuyor. Şimdi bu krediler dönüp dolaşıp şirketlerin piyasaya ve devlete olan borçlarını ödemeye mi gidiyor? 

Bakınız, makro düzeyde borçlara gelince iki çeşit borç var. Birisi devlet garantili dış borçlar. Devletin aldığı borçlar var, özel sektörün ve bir de belediyelerin aldığı borçlar var. Hepsini toplayınca, global olarak baktığımızda Türkiye olarak 500 milyar dolar gibi bir borcumuz var. Cari açık dediğimiz kronik bir durum var. İhracatınız, ithalatınızdan yüksekse, cari açığınız falan olmaz. Cari denge açık vermez. Ama bizim ihracatımız da ithalata dayalı olduğu için, ithalatımız her zaman ihracatımızın önünde. Böyle olunca da giren nakit her zaman çıkan nakitten daha az. Bu yüzden döviz açığımız bitmiyor. 
Bizim en büyük döviz gelirimiz turizmdi. 
Biliyorsunuz geçen sene beklediklerimiz olmadı. Bu sene turizmde beklediğimiz olur mu? 
İşte umudumuz Rusya. Rusya'dan turistler gelirse, özellikle Antalya'daki oteller çalışır. Biz de turizmden biraz döviz bekliyoruz. 
Ama ekonomi iyiye gider mi dersen, ben çok da iyimser değilim. 
Evet pek çok sorun var, ama yılın ilk çeyreğinde yüzde 5 gibi sürpriz bir büyüme açıklandı. Otomotiv gibi bazı sektölerde ihracat bazlı bir yükseliş var. Nasıl değerlendirmek lazım?
Orta tabaka yok. Yok oluyor. Gidişat bu. Bu modelde ya küçülürsünüz, ya da büyürsünüz. Bu sistemde büyüyenler az olur. Az bir miktar şirket yukarıya çıkıyor, ama şirketlerin büyük çoğunluğu aşağıya iniyor. 
Örneğin 2016'da kapanan firma sayısı açılan firma sayısından daha fazla. Bu da ne demek, ekonomi iyiye gitmiyor. Bunların hepsinin rakamları var. 

Sizce daha adil bir büyüme için neler olmalı?

Ekonomi bir tek nedene bağlanmıyor. Bakınız şu anda üretimle ilgili bizim makinelerimiz çağın gerektirdiği düzeyde değil. Dijital denilen modern üretim sadece yüzde 3-4 civarında. Modern üretim aletlerine, yatırım araçlarına yatırım yapmamız lazım. Makinelerimizi yenilememiz, en ileri teknoloji ile daha çok üretmemiz, daha çok ihracat yapmamız, daha çok satmamız lazım. 
Dış ticarete önem vermemiz lazım. Bu ticaretin dengeli olabilmesi lazım. Şimdi bunu yapmak için bir finansmana gerek var. Bizim özkaynaklarımız yeterli olmadığı için ister istemez hep borçlanıyoruz. Sadece devlet için değil, şirketler için de aynı şey geçerli. Şirketler şimdi borcunu döndürebiliyor mu? Eğer bunu yapabiliyorsa başarılıdır. Döndüremiyorsa, borcunu ödeyemiyorsa, sıkıntıdır. Maalesef bu konuda da sıkıntılar olduğunu biliyoruz. 

Önümüzdeki dönemde devetin vergi gelirlerinde düşüş bekleniyor mu? Böyle bir risk var mı? 

Bu tamamen ülkenin genel siyasi konjonktürüyle ilgili bir durum. Eğer siyasi ortam elverirse, dış yatırımcılara güven verilebilirse, yabancı sermaye gelebilir. Bu gelen yabancı sermaye de üretime, ihracata dönük yatırımlar yaparsa, evet vergi gelirlerinde düşme olmaz, tersine vergi gelirlerimiz artar. Çünkü istimdam da üretim de artar. İstihdam yaratılırsa, insanların gelirleri artacak, insanların geliri artınca tüketimi artacak, tüketim ve satışlar artınca da vergiler artacak... 
Ama güven ortamı oluşmazsa, olmaz. 
Bölgedeki durumun ne olacağını bilemiyoruz. En son Katar olayı çıktı. Katar meselesi karışırsa o zaman Allah korusun işimiz daha kötüye gider. Devletin vergi gelirleri de işte o zaman düşer. 

Geleceğe ilişkin öngörüleriniz nedir?

En önemli konusu şu. Önümüzü göremiyoruz. Şirketler de göremiyor. 3 ay sonra ne olacak, 6 ay sonra ne olacak? Kim tahmin edebilir ki? Bölgemiz kaynıyor. Avrupa'da, Almanya dışındaki ülkelerin durumu parlak değil. 
Hatta Amerika ekonomisi de çok iyi değil. Amerika ekonomisi silaha, silah sanayiine dayalı. 
Ve... Şu anda 300 milyonluk Amerika neredeyse dünya gelirinin yarısını elde ediyor. Zaten dünya adaletsiz bir dünya. Bu tabi bize de yansıyor.'

21 Haziran 2017 Çarşamba

Sürpriiizz... Yüzde 5 büyümüşüz!

Belirsizliklerin, acı, tatlı sürprizlerin çoğaldığı günler yaşıyoruz. Sahiden herşey böylesine spontane, hesapsız, apansız, pat diye mi oluyor; yoksa kendi içinde, aslında bizim farketmediğimiz, göremediğimiz bir istikrarlı mekanizması mı var, doğrusu anlamak hiç kolay değil. 


İlk ve ortaokul çağında, yazları yaylada çobanlık yapardık. Obamızda bütün çobanlar toplanır, sığırları beraber güderdik. Başımızdaki Recep Hoca babamız yaşındaydı, liderimizdi. Sürekli bize birşeyler öğretmek isterdi. Düşünün, akşama kadar sığır peşinde koşturan çocukların eline, baltayla gürgen ağacından yaptığı birer karış tahtaları, üzerine kızgın telle Arapça harfler yazıp, 'Elif Be Tahtası'na çevirir, bize 'eski yazı' öğretmeye çalışırdı. Recep Hoca, 'Nasılsın' veya 'İşler nasıl' diye soranlara, hep 'İyiler iyi...' derdi. 
Ne bilge bir insanmış... 
TÜİK, 2017'nin ilk çeyreğinde Türkiye Gayri Safi Yurt İçi Hasılası'nın (GSYH) yüzde 5 büyüdüğünü açıklayınca, şak diye Recep Hoca'nın sözünü hatırladım. 
Kabul edelim ki, hükümet ve ekonomi yönetimi dahil hiç kimse yüzde 5 büyüme beklemiyordu. Ve herkes bu sonuca şaşırdı, çok da sevindik. 
Peki bu sürpriz büyüme nasıl oldu? 
Bunun bir tarafı 'teknik', hesaplama yöntemi ile ilgili. 
Şöyle ki: TUİK, sanayi üretiminin, 2017 yılının ilk üç ayında, geçen yıla göre yüzde 1,8 arttığını açıklamıştı. Tahminler, büyümenin de o civarda olmasıydı. Ardından 'GSYH kapsamındaki sanayi üretimi büyümesi yüzde 5,3 oldu' şeklinde açıklama yapıldı ve yüzde 5 ilân edildi.
Peki bu fark nereden çıktı? Ankara'daki gedikli meslektaşlarımız bu farkı TÜİK yetkililerine sormuş. 
Verilen yanıtın özeti şu: Eskiden sanayi üretimi hesabı tahminle yapılıyordu, şimdi artık Gelir İdaresi'nin geçici KDV beyannamelerine vs. bakarak yapılıyor; yani daha gerçekçi. 
Ayrıca, önceki GSYH hesabı serisi 2010 yılı bazlıymış, sonra 2009 baz alınmış (2009'un kriz yılı olduğunu hatırlayalım, karşılaştırmada oranın yüksek çıkmasına katkısı olabilir). 
Ayrıca kurum, hesapları 2015 bazlı hale getirmek üzere bir çalışma başlatmış, yeni GSYH hesabı 2018'de tamamlanacakmış vs. 
Şimdi işin tekniğini bir yana bırakıp, yaşananlara bakalım. 
Zor bir konjonktürdeyiz, şirketlerin en büyük sınavı döviz borçları, düşen satışlar ve tahsilat... Hükümet tehlikenin farkında olduğu için para ve maliye politikası araçlarıyla şirketleri korumak için her yola başvuruyor. 
Özel sektöre, Cumhuriyet tarihinin en yüksek teşvikleri veriliyor. 
Hükümet, yerli, özellikle de yabancı sermayenin önünü açmak için, vatandaşın tepkisini çekme pahasına (zeytinliklere, ovalara, sahillere yapılaşma vs.) her türlü yasayı çıkarmaktan çekinmiyor.
Ha, buna rağmen sanayide istenen hareketlilik oluyor mu? Ciddi soru işareti. 
Bunun yapısal pek çok nedeni var, ama bugünkü konumuz değil. 
Ve iyiler sahiden iyi... Örneğin otomotiv, hem ana hem yan sanayi olarak, üretim ve ihracatta rekor üstüne rekor kırıyor. Yüzde 5 büyümenin ana motoru bu sektör. Fabrikalar 3 vardiya, çoğu tam kapasite çalışıyor. Bursa'nın en büyük şansı da otomotiv.
Devletin nihai tüketim harcamaları yılın ilk çeyreğinde yüzde 9,4 artmış. Bunun rolünü yabana atmamak lazım. 'Mega Projeler' de bir şekilde devam ediyor. 
Ama madalyonun öteki yüzünde, bakanımızı 'yüzde 5 büyüme hormonlu değil' açıklamasına zorlayan bir vakıa var... Zira toplumun büyük kesimi büyümeyi kendi işinde, bütçesinde, yaşamında, ailesinde vs. 'hissetmiyor'. 
Başta turizm olmak üzere pek çok sektörde ciddi sıkıntılar var. Suriye'de, Irak'ta olanlar yüzünden satışları yarıya düşen bir bebek çocuk konfeksiyoncusuna 'Yüzde 5 büyüdük' deyince şöyle bir bakıyor suratınıza... 
Ve bu zorlu yılların en belirgin özelliği şu: 'Vahşi rekabet'... Ve binbir yüze bürünen adaletsizlik. 
Bakmayın 'KOBİ' güzellemelerine... 
Fi tarihinde iş dünyasının duayenlerinden Sakıp Sabancı'ya 'Ekonomik kriz'i sorduğumda, iki elini uzatıp çevirerek, 'Elektir gardaşım, elek, elek...' demişti. Sahiden, o 1994 krizinde Bursa'da yüzlerce şirket elendi, iflas etti. Yeterli sermayesi olmayanlar, banka borçlular, döviz geliri olmayanlar, düşük kapasite ve teknolojiyle verimsiz çalışanlar sapır sapır döküldü eleğin altına... Nispeten dayanıklı olanlar çıkışı 'yabancı evlilikler'de buldu. Evet, işler büyüdü, küreselleşti; ama yan sanayici artık işyerinin sahibi değil, ancak ortağı olabildi. 
İçimde aynı filmi yeniden izleyeceğiz gibi bir his var. 
Hocanın dediği gibi, 'İyiler iyi'... 
İyi haftalar...

10 Haziran 2017 Cumartesi

'Eski Ramazanlar' ve değişenler...


Bugünlerde heyecan ve tatlı telaşın adı; Ramazan.
Çocukluk günlerimden Ramazan'ı, sahurları yuvarlak yer sofrasının çevresine ailece toplanıp uykulu gözlerle yediğimiz çöreklerden hatırlıyorum. Çörek, bir tür pişmiş yufkaydı. Kat kat, yuvarlak tavada, aralarına çökelek konularak veya öylece tereyağı ile kızartılırdı. Sahurların en gözdesi çörekti, “tok tutar” denirdi.
Akşamları, iftarda darı çorbasına (çekilmiş mısırdan yapılır, ayranlısını çok severdim, hafiftir) rağmen üzerimde oluşan ağırlıkla camide, giriş kapısı ayrı, asmakat gibi, kadınların gittiği yere gider, imamı dinlerdim. Alt kata, büyüklerin yanına çocuklar alınmazdı. Bizim imam, Çörtükçünün Ali lakabıyla, köyden, son derece mazlum, herkesin dürüstlüğüne inandığı, güvendiği bir insandı. Hutbede islam dininin güzeliklerini anlatır, köyülere “Allahım kimseyi muhtaç, aç açık bırakma. Allahım bize kul hakkı nasip etme” der; yanlış yapanlara, mağdur ettiği kişiden özür dileyip barışmasını tavsiye eder; islâmın güzel ahlakı hakkında uzun uzun konuştuktan sonra da, lafı “Cümlemizi (hepimizi) iyi kullarından eyle yarabbi” diye bitirdi. Herkes, iyi insan ve müslüman olmayı düşünür, kimse, “Biz oruç turmirik, tutturirik minvalinde, başkasının üzerinde otorite kurma derdinde olmazdı.
Tabi aradan 40-50 sene geçti. Artık imamlar birer devlet memuru. Din hizmeti de profesyonel kişilerin çalıştığı, “müşteri memnuyeti” laflarının konuşulmaya başlandığı yerlere geldi; inançlar kutuplaşma kaynağı olmaya başladı.
Gazeteci sıfatıyla iftarlara davet ediliyoruz. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, BUSİAD iftarında çok güzel bir konuşma yaptı, adeta ders verdi. Diyanet İşler Başkanlığı yapmış bir kişiden böyle analizler dinlemek sahiden umut verici.
Çünkü, inanç konusu toplumda hoşgörü ve karşılıklı hak hukuka saygıyı güçlendireceğine; kutuplaştıran, insanları öfkeyle birbirini boğazlamaya sevk eden bir unsur haline getiriliyor.
Din, inanç, insanların ana meşruiyet kaynaklarından birisi.
Ve maalesef müstevliler bunu hepimizden önce keşfetmiş; toplumları, devletleri, inanç üzerinden kendi çıkarlarına alet etmiş, ediyor. 'Şekil-1-A' isterseniz, Osmanlı'nın son dönemine, şeriatçı kalkışmalara, soğuk savaş sonrası politikaların getirdiği Fetö'ye bakın derim.
Atatürk'lü yılları kastettiğimiz Cumhuriyet döneminde taşları yerine oturtma çabalarının en önemli unsuru Laiklikti. Ama pek içselleştiremediğiz, beceremediğimiz aşikar.
Prof. Dr. Bardakoğlu'nun da vurguladığı gibi, bugün insanlar dini etkilerle, kendi zihninde kurduğu meşruiyet sistemi ile yaşayıp gittiği maddi dünyanın kuralları, kanunlarının oluşturduğu meşruiyet sistemi arasında ikilem yaşıyor. Yeri geliyor, kanunları, Anayasa'yı, toplumun geleneklerini, hukuku meşru sayıyor; yeri geliyor kendi inandığı mezhebin, tarikat şefinin söylediklerini tek meşru kabul ediyor.
Düşünün ki, üniversite okumuş birisi, eşinin de bir işyerinde çalışıyor olması nedeniyle, “her gün günah işlediği” hissi taşıyor; “Karımı, saçlarını başka erkekler görüyor, göz zinası ediyor” diye kahrolabiliyor!
İçtiği rakı da onun acılarını hafifletmiyor!
Ve sonuçta, ifade edildiği gibi, “Ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir insan tipi” çıkıyor karşımıza...
DAEŞ gibi örgütlere verimli tarla hazırlıyoruz.
Bu yüzden, bir olay karşısında, “İslama göre...” diye başlayan açıklamaları iç doğru bulmam. Zira, Türkiye'de toplumun ana meşruiyet kaynaklarını Anayasa ve kanunlar oluşturur. Suçluyu suçsuzu ayıracak kişi de hakimdir.
Ayrıca, “İslam” diye sadece “Sünni” kesimi kastediyoruz.
Camilerde imam sünniyi tarif ediyor.
Meşruiyet kaynağımız, sadece sünnilik olunca da, diğer bütün inanç gruplarını, herkesin inanç özgürlüğüne inanan laik insanları, ateist vatandaşları “öteki”leştirmiş oluyoruz. 
Sonuçta da “İslam”ı, toplumu birleştiren değil, bölen, birbirine düşman eden bir noktaya taşımış oluyoruz.
Sözün özü dostlar, Türkiye Cumhuriyeti büyük acılar, bedeller ödenerek bugüne gelmiş. İşadamlarımız bugün toplumun; sadece maddi varlık değil, yaşamına geçirdiği pek çok değerler açısından da toplumun en medeni, en ileri kesimini oluşturuyor. Pek çok işadamı iftarlara eşiyle, ailesiyle katılıyor. Hiç birisinin ağzından, gelenlere “Oruçlu musun, değilmisin” gibi soru duymadım. 
Hatta, kendilerine, “dünyevileşmiş, seküler olmuş, insanlıktan çıkmış” gibi tanımlarla seslenen “Prof. Doç. Dr.”a bile kürsüde konuşma izni verecek hoşgörüye sahip olduklarına tanığım.
İnsanların kendi “nefislerine hükmetme”, fakir-zengin demeden ortak bir adalet ruhu yakalamaya çalıştıkları Ramazanların sürmesi için, cumhuriyetimizin birleştirici değerlerine sahip çıkma noktasıydayız. “Eski Ramazanlar” anılarda kalmasın...

İyi haftalar



3 Haziran 2017 Cumartesi

Ekonominin farklı halleri...



Ekohaber Gazetesi, 'İş dünyasının sesi' olma şiarıyla kendini Bursa'ya kabul ettiren bir gazete. 1984'den beri Bursa'da ekonomi muhabirliği yapmaya çalışan bir gazeteci olarak yolumuz kesişiyor ki, buradayım. Heyecanım, gerçeğin farklı yüzlerini sizlerle paylaşmakla ilgili.
'Köşe yazısı' yazmak, galiba her gazeteci için heyecan verici bir şey...
Zira uzun yıllar muhabirlik yapmış, ekonomide olup bitenlere tanıklık etmiş; piyasanın aktörlerini tanımış, kimin nerde ne ürettiğini görmüş, paranın kimlerin cebinden kimlerin cebine gittiğine, çarkların nasıl işlediğine ilişkin hayli gözlem, bilgi biriktirmişsiniz.
Yani artık söyleyecek sözünüz vardır.
'Köşe'yi, yüreğinde aşk büyüten ozanın eline verilmiş 'saz'a benzetirim!
Aşk varsa, saz bunu nasıl olsa hissettirecektir.
'Aşk' deyince...
Son aylarda ekonomi yönetiminde ve de işadamlarında hava, '16 Nisan da geride kaldı, artık hızlı büyüme zamanı' minvalinde. Projeler, paketler, yasalar... Daha çok da moral pompalamalar...
Bu açıdan bakınca, geçmiş krizlerden çok farklı bir durum yaşıyoruz. 
Biz ülke olarak her on yılda bir duvara çarparız, kriz patlar. Sistem böyle kurgulanmış. Tanık olduğum en büyük krizlerden birisi 1994 ve şok etkisi yapan “5 Nisan Kararları”, diğeri de 2001 kriziydi. 
Bütün kriz dönemlerinde iş dünyası kuruluşları, SİAD'lar, odalar, borsalar peş peşe memnuniyetsizlik açıklamaları yapmış, durumdan şikayet etmişler, peş peşe çözüm önerileri sıralanmışlardı.
Arada geçen yıllarda Türkiye'de çok şey değişti. Ekonomi büyüdü, rakamlar yükseldi; buna bağlı olarak, tabii ki, riskler de büyüdü.
Fark ettim ki, iş dünyasında ruh hali de hayli değişmiş. 
İşadamlarına belli aralarla “işler nasıl gidiyor” minvalinde, piyasanın nabzını yansıtmayı hedefleyen sorular yöneltiyoruz. Dikkat ediyorum, çoğunluk “pozitif elektrik verme” çabasında. Sorunların farkında, ama dillendirilmesini uygun bulmuyor.
Tabi biz de, gazete olarak elimizden geldiğince piyasaya moral vermeye çalışıyoruz.
Bardağın dolu tarafını görmek” çabasındayız; iyimser olmanın yararına inanıyoruz.
Ancak “iyimser” olmak ile “boş hayal kurma” arasındaki ince çizgiye de dikkat etmek gerekiyor.
Çünkü, aynı gemideyiz.
Ve bir gemide sanırım hiç kimse, geminin su aldığını bile bile, sırf kaptan kızar diye susan, eli kolu bağlı bekleyen tayfanın konumuna düşmek istemez!
Bazen kaptanın kızma olasılığını da göze alarak, gerçekleri dillendirmek zorundayız.
Ve bu köşeden, yapabildiğim ölçüde, geminin su alan noktalarına fener tutmayı düşlüyorum.
Bakınız TÜİK, Hanehalkı İşgücü Araştırması'nın sonuçlarını açıkladı. Buna göre 2016 yılında Türkiye'de haftalık çalışma süresi ortalama 46,4 saate çıkmış. Haftalık çalışma süresi en yüksek olan sektör inşaat. Bir inşaat işçisi haftada 49,4 saat çalışırken, bunu 48,6 saat ile sanayi sektörü, 47,9 saat ile hizmet sektörü izliyor. 
Durum meslek gruplarına göre şöyle: Profesyonel meslek grupları 39,7 saat, büro hizmetlerinde çalışanlar 44,3 saat, nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanlar 44,4 saat, tekniksen, yardımcı meslek grupları 45,9 saat, sanatkarları ve ilgili işlerde çalışanlar 49,1 saat, tesis ve makine operatörleri, montajcılar 50,8 saat, yöneticiler 51,5 saat, hizmet ve satış elemanları ise 52,7 saat.
Şimdi buna “Ne güzel işte, eskisine göre daha çok çalışıyor, üretiyoruz” diye sevinmek var.
Haftalık çalışmanın en fazla olduğu inşaat sektörünün en kârlı ve “lokomotiv” sektör olduğu düşünürse... Sevinenler de çok.
Ama madalyonun bir de öteki yüzü var: Tükiye'de günde 8 saat, haftada 5 gün ve 40 saat olan çalışma düzeninden hayli uzaklaşmışız... İnsanlar ev ile iş arasına sıkışmış.
Peki çalışma süresi arttı diye çalışanların gelirleri mi artıyor? Hayır. Bir dairenin 500 bin liranın üzerinde satıldığı inşaat sektöründe işçilerin, asgari ücret civarında bir gelirle, taşerona çalıştığını biliyoruz. Pek çok sektör aynı durumda.
Peki Türkiye'de, TUİK'e göre “çalışan” kabul edilen 27,2 milyon kişi evine yorgun argın, cebi boş gelirse, bunca şirket ürettiği mal ve hizmeti kime satacak?
Piyasanın en büyük derdi cebi paralı “müşteri” değil mi?
Şimdi ne dersiniz? Kendi ayağımıza sıkıyor olamaz mıyız?

İyi haftalar!   




NOT: Bu yazı Ekohaber gazetesinin 1099 sayısında yayımlanmıştır.