Bugünlerde heyecan ve tatlı telaşın
adı; Ramazan.
Çocukluk günlerimden Ramazan'ı,
sahurları yuvarlak yer sofrasının çevresine ailece toplanıp
uykulu gözlerle yediğimiz çöreklerden hatırlıyorum. Çörek,
bir tür pişmiş yufkaydı. Kat kat, yuvarlak tavada, aralarına
çökelek konularak veya öylece tereyağı ile kızartılırdı.
Sahurların en gözdesi çörekti, “tok tutar” denirdi.
Akşamları, iftarda darı çorbasına
(çekilmiş mısırdan yapılır, ayranlısını çok severdim,
hafiftir) rağmen üzerimde oluşan ağırlıkla camide, giriş
kapısı ayrı, asmakat gibi, kadınların gittiği yere gider, imamı
dinlerdim. Alt kata, büyüklerin yanına çocuklar alınmazdı.
Bizim imam, Çörtükçünün Ali lakabıyla, köyden, son
derece mazlum, herkesin dürüstlüğüne inandığı, güvendiği
bir insandı. Hutbede islam dininin güzeliklerini anlatır, köyülere
“Allahım kimseyi muhtaç, aç açık bırakma. Allahım bize
kul hakkı nasip etme” der; yanlış yapanlara, mağdur ettiği
kişiden özür dileyip barışmasını tavsiye eder; islâmın güzel
ahlakı hakkında uzun uzun konuştuktan sonra da, lafı “Cümlemizi
(hepimizi) iyi kullarından eyle yarabbi” diye bitirdi. Herkes,
iyi insan ve müslüman olmayı düşünür, kimse, “Biz
oruç turmirik, tutturirik” minvalinde,
başkasının üzerinde otorite kurma derdinde olmazdı.
Tabi aradan 40-50 sene geçti. Artık
imamlar birer devlet memuru. Din hizmeti de profesyonel kişilerin
çalıştığı, “müşteri memnuyeti” laflarının
konuşulmaya başlandığı yerlere geldi; inançlar kutuplaşma
kaynağı olmaya başladı.
Gazeteci sıfatıyla iftarlara davet
ediliyoruz. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, BUSİAD iftarında çok
güzel bir konuşma yaptı, adeta ders verdi. Diyanet İşler
Başkanlığı yapmış bir kişiden böyle analizler dinlemek
sahiden umut verici.
Çünkü, inanç konusu toplumda
hoşgörü ve karşılıklı hak hukuka saygıyı güçlendireceğine;
kutuplaştıran, insanları öfkeyle birbirini boğazlamaya sevk
eden bir unsur haline getiriliyor.
Din, inanç, insanların ana meşruiyet
kaynaklarından birisi.
Ve maalesef müstevliler bunu
hepimizden önce keşfetmiş; toplumları, devletleri, inanç
üzerinden kendi çıkarlarına alet etmiş, ediyor. 'Şekil-1-A'
isterseniz, Osmanlı'nın son dönemine, şeriatçı
kalkışmalara, soğuk savaş sonrası politikaların getirdiği
Fetö'ye bakın derim.
Atatürk'lü yılları
kastettiğimiz Cumhuriyet döneminde taşları yerine oturtma
çabalarının en önemli unsuru Laiklikti. Ama pek
içselleştiremediğiz, beceremediğimiz aşikar.
Prof. Dr. Bardakoğlu'nun da
vurguladığı gibi, bugün insanlar dini etkilerle, kendi zihninde kurduğu
meşruiyet sistemi ile yaşayıp gittiği maddi dünyanın
kuralları, kanunlarının oluşturduğu meşruiyet sistemi
arasında ikilem yaşıyor. Yeri geliyor, kanunları, Anayasa'yı,
toplumun geleneklerini, hukuku meşru sayıyor; yeri geliyor kendi
inandığı mezhebin, tarikat şefinin söylediklerini tek meşru
kabul ediyor.
Düşünün ki, üniversite okumuş
birisi, eşinin de bir işyerinde çalışıyor olması nedeniyle,
“her gün günah işlediği” hissi taşıyor; “Karımı,
saçlarını başka erkekler görüyor, göz zinası ediyor”
diye kahrolabiliyor!
İçtiği rakı da onun acılarını
hafifletmiyor!
Ve sonuçta, ifade edildiği gibi, “Ne
zaman ne yapacağı belli olmayan bir insan tipi” çıkıyor
karşımıza...
DAEŞ gibi örgütlere verimli tarla
hazırlıyoruz.
Bu yüzden, bir olay karşısında,
“İslama göre...” diye başlayan açıklamaları iç
doğru bulmam. Zira, Türkiye'de toplumun ana meşruiyet kaynaklarını
Anayasa ve kanunlar oluşturur. Suçluyu suçsuzu ayıracak kişi de
hakimdir.
Ayrıca, “İslam” diye
sadece “Sünni” kesimi kastediyoruz.
Camilerde imam sünniyi tarif ediyor.
Meşruiyet kaynağımız, sadece
sünnilik olunca da, diğer bütün inanç gruplarını, herkesin inanç özgürlüğüne inanan laik insanları, ateist vatandaşları “öteki”leştirmiş oluyoruz.
Sonuçta da “İslam”ı, toplumu birleştiren değil,
bölen, birbirine düşman eden bir noktaya taşımış oluyoruz.
Sözün özü dostlar, Türkiye
Cumhuriyeti büyük acılar, bedeller ödenerek bugüne gelmiş.
İşadamlarımız bugün toplumun; sadece maddi varlık değil,
yaşamına geçirdiği pek çok değerler açısından da toplumun en
medeni, en ileri kesimini oluşturuyor. Pek çok işadamı iftarlara
eşiyle, ailesiyle katılıyor. Hiç birisinin ağzından, gelenlere
“Oruçlu musun, değilmisin” gibi soru duymadım.
Hatta,
kendilerine, “dünyevileşmiş, seküler olmuş, insanlıktan
çıkmış” gibi tanımlarla seslenen “Prof. Doç. Dr.”a
bile kürsüde konuşma izni verecek hoşgörüye sahip
olduklarına tanığım.
İnsanların kendi “nefislerine
hükmetme”, fakir-zengin demeden ortak bir adalet ruhu
yakalamaya çalıştıkları Ramazanların sürmesi için,
cumhuriyetimizin birleştirici değerlerine sahip çıkma
noktasıydayız. “Eski Ramazanlar” anılarda kalmasın...
İyi haftalar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder