10 Haziran 2017 Cumartesi

'Eski Ramazanlar' ve değişenler...


Bugünlerde heyecan ve tatlı telaşın adı; Ramazan.
Çocukluk günlerimden Ramazan'ı, sahurları yuvarlak yer sofrasının çevresine ailece toplanıp uykulu gözlerle yediğimiz çöreklerden hatırlıyorum. Çörek, bir tür pişmiş yufkaydı. Kat kat, yuvarlak tavada, aralarına çökelek konularak veya öylece tereyağı ile kızartılırdı. Sahurların en gözdesi çörekti, “tok tutar” denirdi.
Akşamları, iftarda darı çorbasına (çekilmiş mısırdan yapılır, ayranlısını çok severdim, hafiftir) rağmen üzerimde oluşan ağırlıkla camide, giriş kapısı ayrı, asmakat gibi, kadınların gittiği yere gider, imamı dinlerdim. Alt kata, büyüklerin yanına çocuklar alınmazdı. Bizim imam, Çörtükçünün Ali lakabıyla, köyden, son derece mazlum, herkesin dürüstlüğüne inandığı, güvendiği bir insandı. Hutbede islam dininin güzeliklerini anlatır, köyülere “Allahım kimseyi muhtaç, aç açık bırakma. Allahım bize kul hakkı nasip etme” der; yanlış yapanlara, mağdur ettiği kişiden özür dileyip barışmasını tavsiye eder; islâmın güzel ahlakı hakkında uzun uzun konuştuktan sonra da, lafı “Cümlemizi (hepimizi) iyi kullarından eyle yarabbi” diye bitirdi. Herkes, iyi insan ve müslüman olmayı düşünür, kimse, “Biz oruç turmirik, tutturirik minvalinde, başkasının üzerinde otorite kurma derdinde olmazdı.
Tabi aradan 40-50 sene geçti. Artık imamlar birer devlet memuru. Din hizmeti de profesyonel kişilerin çalıştığı, “müşteri memnuyeti” laflarının konuşulmaya başlandığı yerlere geldi; inançlar kutuplaşma kaynağı olmaya başladı.
Gazeteci sıfatıyla iftarlara davet ediliyoruz. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, BUSİAD iftarında çok güzel bir konuşma yaptı, adeta ders verdi. Diyanet İşler Başkanlığı yapmış bir kişiden böyle analizler dinlemek sahiden umut verici.
Çünkü, inanç konusu toplumda hoşgörü ve karşılıklı hak hukuka saygıyı güçlendireceğine; kutuplaştıran, insanları öfkeyle birbirini boğazlamaya sevk eden bir unsur haline getiriliyor.
Din, inanç, insanların ana meşruiyet kaynaklarından birisi.
Ve maalesef müstevliler bunu hepimizden önce keşfetmiş; toplumları, devletleri, inanç üzerinden kendi çıkarlarına alet etmiş, ediyor. 'Şekil-1-A' isterseniz, Osmanlı'nın son dönemine, şeriatçı kalkışmalara, soğuk savaş sonrası politikaların getirdiği Fetö'ye bakın derim.
Atatürk'lü yılları kastettiğimiz Cumhuriyet döneminde taşları yerine oturtma çabalarının en önemli unsuru Laiklikti. Ama pek içselleştiremediğiz, beceremediğimiz aşikar.
Prof. Dr. Bardakoğlu'nun da vurguladığı gibi, bugün insanlar dini etkilerle, kendi zihninde kurduğu meşruiyet sistemi ile yaşayıp gittiği maddi dünyanın kuralları, kanunlarının oluşturduğu meşruiyet sistemi arasında ikilem yaşıyor. Yeri geliyor, kanunları, Anayasa'yı, toplumun geleneklerini, hukuku meşru sayıyor; yeri geliyor kendi inandığı mezhebin, tarikat şefinin söylediklerini tek meşru kabul ediyor.
Düşünün ki, üniversite okumuş birisi, eşinin de bir işyerinde çalışıyor olması nedeniyle, “her gün günah işlediği” hissi taşıyor; “Karımı, saçlarını başka erkekler görüyor, göz zinası ediyor” diye kahrolabiliyor!
İçtiği rakı da onun acılarını hafifletmiyor!
Ve sonuçta, ifade edildiği gibi, “Ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir insan tipi” çıkıyor karşımıza...
DAEŞ gibi örgütlere verimli tarla hazırlıyoruz.
Bu yüzden, bir olay karşısında, “İslama göre...” diye başlayan açıklamaları iç doğru bulmam. Zira, Türkiye'de toplumun ana meşruiyet kaynaklarını Anayasa ve kanunlar oluşturur. Suçluyu suçsuzu ayıracak kişi de hakimdir.
Ayrıca, “İslam” diye sadece “Sünni” kesimi kastediyoruz.
Camilerde imam sünniyi tarif ediyor.
Meşruiyet kaynağımız, sadece sünnilik olunca da, diğer bütün inanç gruplarını, herkesin inanç özgürlüğüne inanan laik insanları, ateist vatandaşları “öteki”leştirmiş oluyoruz. 
Sonuçta da “İslam”ı, toplumu birleştiren değil, bölen, birbirine düşman eden bir noktaya taşımış oluyoruz.
Sözün özü dostlar, Türkiye Cumhuriyeti büyük acılar, bedeller ödenerek bugüne gelmiş. İşadamlarımız bugün toplumun; sadece maddi varlık değil, yaşamına geçirdiği pek çok değerler açısından da toplumun en medeni, en ileri kesimini oluşturuyor. Pek çok işadamı iftarlara eşiyle, ailesiyle katılıyor. Hiç birisinin ağzından, gelenlere “Oruçlu musun, değilmisin” gibi soru duymadım. 
Hatta, kendilerine, “dünyevileşmiş, seküler olmuş, insanlıktan çıkmış” gibi tanımlarla seslenen “Prof. Doç. Dr.”a bile kürsüde konuşma izni verecek hoşgörüye sahip olduklarına tanığım.
İnsanların kendi “nefislerine hükmetme”, fakir-zengin demeden ortak bir adalet ruhu yakalamaya çalıştıkları Ramazanların sürmesi için, cumhuriyetimizin birleştirici değerlerine sahip çıkma noktasıydayız. “Eski Ramazanlar” anılarda kalmasın...

İyi haftalar



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder