28 Aralık 2018 Cuma

İdareyi 'Otomatik Pilot'a vermek!

panelistler 
Ülkede herşeye makinelerin karar verdiğini düşünebiliyor musunuz?
İlk anda bilim kurgu yazarlarının aklına gelecek bir şey gibi geliyor.  Ama BUSİAD'daki Yapay Zeka panelini dinleyince,  aslında bunun bilim kurgu falan değil, kapımıza dayanan bir gerçeklik olduğunu düşünmeye başladım.
 Tuhaflık, otomotivden tarım sektörüne  her alanda makinelerin insanların yerine geçmesinde değil. Bunlar olmaya başladı  bile. Bana esas tuhaf gelen, ne işadamları, ne çalışanlar, ne ülkeyi yönetenler veya yönetime aday olan siyasiler bunun  farkında!
Kimsenin buna ilişkin bir hazırlığı yok!
Tuncer Hatuoğlu 

Bursa Sanayicileri ve İşadamları Derneği (BUSİAD) Endüstri 4.0/Dijital Dönüşüm Platformu tarafından düzenlenen “Yapay Zeka” panelini Platform Sorumlusu Tuncer Hatunoğlu sundu. Hatunoğlu, 1850’lerde ilk kez kas gücüne karşı buhar gücünü keşfeden insanlığın, 1900'lerin başında elektrik, 1960 larda elektronikle devrimsel adımlar atıp yeni bir çağı başlatığını, bunun en son aşamasının "Endüstri 4.0" veya "4. Sanayi Devrimi" olduğunu anlattı.
Ve... Tekerin icadından sonra buharlı motorla devrim yapan insan, elektrik ve elektronik devrimiyle kendi etkinlik alanını, gücünü olağanüstü genişletti, büyüttü.
Ama şimdi "insanın yerini alacak makineler" devri, tamamen yeni bir çağın başlangıcına işaret ediyor: İnsan yerine makineler, robotlar; beyin yerine yapay zeka uygulamaları vs....
Kendisi de uzun yıllardır bilgisayar, yazılım gibi "teknoloji" alanlarında faaliyet gösteren İletişim Yazılım Genel Müdürü Hatunoğlu, belli ki, Türkiye'nin yeni gelişmelere zamanında ayak uyduramamasından rahatsız. 1977'de okuduğu "sibernetik" kitaplarını hatırlatan Hatunoğlu, aslında yaşananların sürpriz olmadığını, geç kalındığını, karar vericilerin özellikle Almanya'nın  Endüstri 4.0 için dev yatırımlar açıklaması ile "kafasına dank ettiğini" ifade etti.
Kemal Kılıç (Foto: Uğur Yılmaz)
Hatunoğlu, üniversite ve araştırma kurumları ile özel sektörde bu alandaki çalışmaları gündeme getirerek, sanayide dijital dönüşümün hızlanması gereğine vurgu yaptı.
BUSİAD Evi'nde oldukça ilgi gören panelde, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kemal Kılıç, “Yapay Zeka Tarihçesi ve Dünyadaki Uygulama Örnekleri” hakkında bir sunum yaptı. Amerika ve Kanada'da araştırmalar yapan Doç Dr. Kılıç, "İnsanlığa ilk tokadı Kopernik vurmuştu. Kopernik’e kadar insanoğlu kendisini evrenin merkezinde sanıyordu. İkinci tokat Darwin’den geldi. Darwin, bizim diğer canlılardan çok da farklı olmadığımızı gösterdi. Bu üçüncü tokat da beyin bilimden, yapay zekadan, davranışsal ekonomiden geliyor" dedi ve beynin çalışma sistemi üzerinde ilginç açıklamalar yaptı.
Kılıç'ı dinlerken, vücuttaki sinir sistemini inceleyen bilim adamlarının, bunları bir makinede yapmaya çalıştığını, hayli de yol katettiklerini fark ettim!
Bakınız, beyin tamamen vücudu saran sinirler aracılığı ile ulaşan "ileti"leri, sinyalleri değerlendiren bir  merkez. İnsanın toplam enerjisinin yüzde 20'sini kullanma gibi bir özelliği olan beyin, sinir sistemi ile gelen uyarıları işliyor. Uyarılar sinir sistemindeki  100 milivolt elektrik akımı ile hızlıca dolaşıyor. Onları algılama, tanımlama ve değerlendirme, tepki verme özel bir proses... Bu süreçte benzer sinyaller bağlantı noktalarında kesişiyor ve beyin buralarda algılama yapıyor. Bunu önceki sinyallerle karşılaştırıp "tanımlama" yapıyor ve sonuçta da beyin, karar veriyor, vucüt tepki gösteriyor.
Kılıç, "İsteseniz de istemeseniz de, birşeyi tekrar tekrar yapıyorsanız, ya da bir şeye tekrar tekrar maruz kalıyorsanız, mutlaka onu öğrenirsiniz" diyor.
Meğer, öğrenme sürecimiz sanıldığı kadar iradi değilmiş.
Az tekrarlanan ya da tekrarlanmayanlar yok olup gider, çok tekrarlananlar güçlenirmiş.
Nörobilim, sinir sisteminin çalışmasını açıklamaya çalışırken, ilginç tanımlar yapılıyor. Örneğin, "görmek" dediğimiz şey, aslında bir tür nöronların fotoğraf çekmesiymiş!
Çocuk 10 yaşına gelene kadar bu fotoğraf, film deryası aslında tam bir karmaşaymış... Netleşme ve tanımlama, yıllar itibariyle, yavaş yavaş oluşan bir gelişme. Çocuk 10 yaşından itibaren çevresindeki olayları, duydukları, kokladıkları, tattıkları, gördüklerini tam olarak "tanımlamaya", ona göre davranış geliştirmeye başlıyormuş.
Meğer, aslında çocuğun temel eğitimi 10 yaşına varınca, aşağı yukarı tamamlanıyormuş! 

Beyin "tekrarlarla" öğreniyormuş. 

Tabi beyin ancak tekrar eden şeyleri hafızaya aldığından, hepimiz yaşadığımız, gördüğümüz herşeyi algılamıyor; sadece sık tekrarlanan "prototip"lerle değerlendirme yapabiliyoruz.
"Kısıtlı beyin", işte böyle prototiplerle değerlendirme yapınca, "zeka" ile "yaratıcılık" arasındaki fark ortaya çıkıyor. Kendisine verilenleri en kolay tekrar etme, işin içinden sıyrılma "zeka" olarak değer kazanıp, toplumda hüsnü kabul görürken; aykırı düşünüp, alakasız şeyler arasında bağ kurma ile gidilen "yaratıcılık" yolu, genellikle "genel kabule", "müesses nizama" aykırı bulunup dışlanabiliyormuş.
Ya merak etmeyin! Korkmayın! Rahatlayın!...
Bu işlerle uğraşanlar sosyolog, siyaset uzmanı falan değil. Dibine kadar ticaretin, paranın peşindeler! En azından, para sahiplerine çalışıyorlar. Projeleri çapulcular finanse etmiyor!
Yapay zeka, bu alanda yeni çığırlar açıyor. Artık eskisi gibi başarı tedarik zincirini ve pazarlamayı iyi yapmakta değil, onun yerine "dijital ekosistem"de...
Yani başarı artık insanların yatak odalarına, banka hesaplarına, adliye kayıtlarına, hangi saatte nerede, kiminle olduklarına, hangi ilacı kullandıklarına kadar bütün bilgilerine bir tıkla ulaşılabilecek bir ortamın sağlanmasında!
"Müşteri merkezli", "Kişiselleştirilmiş hassas güdümler", "Hizmetleştirme"! 
Çok mu karmaşık geldi?
Bir akşam, evde karınızla alışveriş ve parasızlık yüzünden tartışıp bir odaya çekildiğinizde, cep telefonunuzda "Boş ver, hadi Ayşe'yi üzme, sana bir kart çıkartayım, yarın git al" diye yazılı, sözlü bir banka mesajı görürsek artık şaşırmayacağız!
İpuçları başladı bile. Bakın internette bir ürün arıyorsan, anında ekrana onunla ilgili reklamlar geliyor. Hükümeti eleştiren şeyler yazıyorsan sosyal  medyada, anında benzer içerikler çıkıyor karşına...
Fabrikalarda "otomotik karar verme sistemleri" başlıyor. THY uçak almak istediğinde, anında uçak değil de motoru ayrı, kanatları ayrı alma teklifleri alıyormuş!
Foto: Uğur Yılmaz

"Tavsiye etme", şu anda en gözde iş! 

Tavsiyeyi yapan, makine! Çünkü makine sizi tanıyor!
Değerli işadamlarımızdan Coşkun İrfan'ın kızı, yurtdışındaki yapay zeka araştırmalarını anlattı heyecanla... Robotlara yazılım yapıyormuş. Örneğin evinize bir robot aldınız, temizlik yapmak için. Ama yetmiyor, bu robot yıllarca size bağlı olacak. Sizi, ailenizi tek tek tanıması, temizlik, bakım, misafirler ooo. pek çok şeyi de  bilmesi lazım... İşte onları da yapar hale geliyormuş robot... Ah keşke bu parlak gençler hünerlerini kendi memleketlerinde gösterme fırsatı yakalayabilseydi diye geçirdim içimden...
Üretimde otomatikleşmenin artması, robotlar ve satış sonrasında otomatik karar veren sistemler...
"Yeni karar sistemleri"... 
Biz amazon.com'u duymuştuk, ama Çin'in alibaba.com'u tavsiye alanında en ilerisiymiş. Keza Çin'in Yapay Zeka Kalkınma Planı varmış...
Küresel yarışta Çin, ABD ve Rusya en ileride olanıymış.
"Büyük veri", "makinelerin öğrenmesi"..

Makine düşünebilir mi?

O da hayaldi, gerçek oluyor!
AAKE: Algıla, anlamlandır, karar ver, eyleme geç...
"Veri analitiği"... 
Diyelim yapay zeka uygulaması, bir bankanın verilerinde batık kredilerin en çok bekar, erkek, 28 yaşında ve esnaf kişilere ait olduğunu tespit etti..
Makine anında karar veriyor: Bekar, erkek, esnaf ve 28 Yaşındaki müşterilere artık kredi yok!
O kadar..
Barış Sürücü  (Foto: Uğur Yılmaz)
ODTÜ Öğretim Üyesi ve okul kampusundaki TEKNOPARK'ta Qenhencer İstatistik Çözüler firması sahibi  Prof. Dr. Barış Sürücü “Yapay Zeka Uygulamalarına Nasıl Adım Atabiliriz?” başlıklı sunumda, "makine öğrenmesi" üzerinde yoğunlaştı.
Prof. Dr. Sürücü SGK ile Ekonomi, Milli Eğitim ve Adalet Bakanlığı, TUBİTAK gibi kamu kuruluşlarına değişik projeler yaptıklarını anlattı.
Tabi, rüşvet, torpil gibi hastalıkların her daim nüksettiği kurumlarda kararların makinelerce verilmesi çok yeni ve olumlu bir gelişme. Ama kuşkusuz, teknolojinin ahlakı da onu kullanan, programlayanların ahlakı kadar.
Örneğin, SGK'daki "sahte şirket" denetimlerinde "makineler" devreye girmiş. Eskiden rastgele denetimle sahte şirket kovalayan görevliler, artık verilerin çoktan elden geçmiş olması nedeniyle "doğru adreslere", tam isabet baskınlar düzenleyebilmiş. Adres, elektrik, su, gaz faturası, giren çıkan paralar, çalışanlar tek tek elde nasıl olsa.. "Vallahi,  billahi" ye ihtiyaç yok.
Bankalar "Krediyi kime verelim" sorusunu nihayet makinelere sormaya başlamış...
Ekonomi Bakanlığı, ithal edilen malların standartlara uygunluğunu makinelere sormaya başlamış. .
UNİCEF ve Adalet Bakanlığı, kimsesiz çocukların rehabilitasyonunu makineye sormaya başlamış.
Bankaların Call Center'ları, "doğru kişiye kart satmak" için makineleri devreye sokmuş. Yani sizi falanca bankadan arıyoruz, şöyle boylu boslu bir kredi kartımız var dediğinde, aslında görevli sizin aylık gelirinizi, harcamanızı, borcunuzu zamanında ödeyip ödemediğinizi biliyor!
Ancaaak...

Uygulamada en büyük sorun, veri. 

Zira bütün yapay zeka uygulamaları veriyle çalışıyor. Bu işle uğraşanlar en çok veri yetersizliğinden şikayetçi. Prof. Sürücü de, "Veri yok. Olanlarda değerlendirmeye müsait değil" dedikten sonra, "5 yıl içinde verilerini uygun şekilde güncellemeyen şirketler mali sistemden, pek çok yerden silinecek" uyarısında bulunuyor.
"Akıllı" telefonların ABD'den beş yıl sonra bize geldiği hatırlanırsa, bugün Türkiye'nin yapay zeka rekabetinde nal topladığını anlatmaya gerek yok sanırım.
Görünen o ki, bilgisayar, otomasyonda olduğu gibi yapay zekada da Türkiye'nin durumu teknolojiyi batıdan satın alma şeklinde olacak!
 Zira, ne eğitim, ne girişimcilik anlamında yeterli kapasiteler yok.
Örneğin, Almanya 2019'da eğitimin pek çok alanda dijitalleşmesini planlamıştı. Türkiye'de dijitalle ilgili ders, program vs. olduğunu  duymadım.
Tolga Yanaşık (Foto: Uğur Yılmaz)
DİJİTALİS firmasından Tolga Yanaşık piyasada bu yapay zeka konusunda şirketlerin çabalarına değinirken, hali pürmelalimizi izah eden cümleler kurdu: "Bu işin temelinde veri var. Yapay zeka verilerin işlenmesiyle oluyor. Firma işe başlarken size 'Efendim, işletmemizde bütün bilgiler var. Hepsini size sunarız' diyorlar. Ama bakıyorsunuz ki verilerin tamamı uygunsuz. Veriler tanımlanmamış, doğru yazılmamış. Bazen bir nokta ile virgül verinin doğru işlenmesine engeldir.  Yapay zeka ugylamaları ile çalışmak bir tür şirketi otomotik pilota devretmek gibi birşeydir. İş olursa yaparız devri  geride kalır..."
Sahi fabrikaların, kentlerin, okulların,  nihayet memleketin idaresini böyle otomatik pilotlara teslim edeceğimiz günler çok mu uzak?
Bunu bilemeyiz, ama toplumun buna bir hazırlık yapmasının zamanı geliyor  bence.
.

24 Aralık 2018 Pazartesi

Güzel yurdum, yuvam, memleketim... Neden sefanı el sürer, cefanı biz çekeriz...



Günün sürprizi eski meslektaşım Elif ile yürümek oldu.. 


Doğa yüyürüşlerinde dün (23 Aralık 2018 pazar) Orhaneli'ye bağlı Göynükbelen ve Topuk mahallesi civarındaki yayla ve ormanlarda gezdik. Doğrusu çoğumuz dağlarda kar olmasını umuyorduk, ama kar sadece tepelerde çok az miktardaydı. Serin, tertemiz çam ormanlarında, kâh traktör, kâh eski kağnı yollarında, kâh taşınan yollarda yaklaşık 16 kilometrelik hoş bir parkur katettik.
Koza Dağcılık'ın organizasyonunda minibüslerimiz Doğancı Barajı,  Çaybaşı, Seferiışıklar'dan Göynükbelen'e yöneldi ve burada kısa bir mola verdik.
Göynükbelen çevrenin en büyük köylerinden. Tabi şimdi orası "mahalle". Umarım "köy" dememe kızmazlar!...
Orhaneli'ye 12 kilometre uzaklıkta. Rivayete göre,  Seferiışıklar tarafından gelen Yörük Türkmenler tarafından kurulan bir köy. Ta onaltıncı yüzyıla uzanan bir geçmişe sahip. Epeydir "belde" idi, yani belediyesi vardı. Ancak büyükşehir yasasındaki son düzenleme ile bütün belde belediyeleri gibi "mahalle" oldu.

Her yer gibi göç veriyor, nüfus, ancak yine de oldukça canlı bir yer. Çevre köylerden gelen bile varmış buraya.
"Göynükbelen'i çekim merkezi yapan nedir" diye sorduğumuzda, burada arazinin daha çok ve verimli, köyün daha havadar olduğu söylendi. Özellikle civarda en fazla kiraz ve çilek üretilen, bunun için festivaller yapılan bir yer.
Mesela, ilkokul o civarda sadece bu köyde kalmış.
"Göynük" halk dilinde yanık, kül anlamlarında kullanılır. "Belen" ise yüksekçe yer, dağ sırtlarında geçit veren, çıkınca serinlenen yer gibi anlamlara gelir. Anlaşılan burada yaşamın merkezi, tarım, hayvancılık her neyse, köyün alt kotlarında geçmiş ve odun sıkıntısı da çekmemişler...
 Göynükbelen'de camiin de bulunduğu köy meydanındaki bir kahvehanede çayımızı içtikten sonra yola koyulduk.
Çam ormanlarıyla kaplı Kocayaren bölgesinden Orman İşletmesi'ne ait "Yangın Gözetleme Kulesi"ne tırmanınca bölgede çok geniş bir alan ayağınızın altında kalıyor. Çevredeki orman yangınlarını gözetleme yeri olduğu için, tepede üç katlı kule harika bir görüş alanı sağlıyor. Ancak havanın kapalı, üst kotlarda sisli olması yüzünden bu seyir terasının keyfini bir dahaki geziye erteledik...
Krom madeninden emekli bir köylü.

Yüksekliği galiba 1500 metreymiş. Ama bu kulenin bölgenin zirvesi olduğu kesin...
İnişli çıkışlı tepelerde dolaşırken, öğle molasını da bir belin üstünde verdik. (Unutmadan, "bel", "sırt", "kılıç"  aynen vücutta tarif edildiği şekillere benzeyen, dört bir yandan aşağı inilen, yani kendisi  en yüksekte olan yer anlamında... "Kılıç", tabi tepesi daha sivri, keskin olan yerlere deniyor)
Bellerden, yamaçlardan aşağı, indik "Topuk Yaylası"na...
"Topuk", sulu yerlerdeki bir tür toplu saz otudur. Genelde bataklıklarda olur. Uzun ve yuvarlak, kamışı andıran bu otların kökü birbirine yapışıktır ve "topuk" buna denir. Eskiden  köyde bunları söker kuruturduk, soğuk kış günlerinde buz gibi rüzgar gelmesin diye ev, daha çok da ağıl veya ahır duvarlarında açık yerler varsa orayı tıkamakta kullanırdık.
Küçükbaş hayvanlar bu fırsattan mahrum :(

Topuk Yaylası, pek çok yayla gibi "antik" bir yer ismi haline gelmiş! Zira kimsenin yayla yaptığı falan yok.
Dağlarda gezerken, bu mevsimde bile topuğunuzun üstüne çıkan yeşil otların  öksüz kuzular gibi öylece bekleştiğini görüyorsunuz. Kar altında kalan kurumuş otların neredeyse  tırpanla biçilecek halde uzun olduğunu görüyorsunuz...
Dağ taş ot dolu.
Ama köylü hayvancılıktan kopmuş. Sadece tek bir keçi sürüsü olduğunu duydum civarda.
Tabi hayvancılık henüz sıfır değil. Yani gezerken yazdan kalan keçi, koyun, sığır izine rastlıyorsunuz. Ama öylece kurumuş otlar, bu yaylaların öksüz kaldığının kanıtı gibi.
Topuk Yaylası'nda hayli büyücek bir sığır çiftliğinin kapısına çoktan kilit vurulmuş.
Bir zamanlar sığırları, koyunları ile bir canlılık merkezi olan çiftlik binaları; yakınlardaki terk edilmiş bir krom madeni tesisi gibi antik eserlerden birisi olma yolunda!
Maden araması yapılan bir alan. Yukarıda eski bir ocak var. 

Topuk yaylasının orta yerinden tertemiz, kaynak sularından beslenen bir derecik akıyor. Topuklar da zaten o dereciğin kenarında.
Topuk köyünün çevresinde de gayet coşkuyla akan birkaç çeşme gördük.
Derenin bir yakasında yazları kalmak için yapıldığı anlaşılan birkaç kulübe dikkat çekiyor.
Göynükbelen civarında tanınmış su şirketlerinden birisinin tesisi var.  Ama henüz köylülerin kullandığı suların, çeşmelerden akmaya devam ettiğini görmek güzel.

Sevgili okurum, Orhaneli köylerinde gezerken, insanın içini acıtan "doğa katliamı" manzaralarıyla karşılaşıyorsunuz...
Zümrüt yeşili ormanları orta yerlerden moloz yığının çeviren maden alanları...
Orhaneli'de yaygın olan mermer, linyit, krom ocakları tahribatı Topuk köyü civarında şöyle bir farklılık gösteriyor ki, buralardaki maden ocakları kapanmış, artık faal değil.
"Maden daha derinlerden çıkarılmaya başlandığı için, iş zorlaşmış, üretimden vazgeçilmiş"...
Ancak dağları delik deşik eden, devasa uçurumlar oluşturan maden ocakları öylece bırakılmış.
Yürüyüşümüzün son durağı olan Topuk köyü kahvehanesinde bir yaşlı köylüyle sohbet şansı yakalayınca sordum:
Almanların krom  çıkardığı ocaklar öylece terk edilmiş... 

"Çevrenizde pek çok krom maden ocağı gördük. Krom değerli bir maden, herhalde çok zengin olmalısınız. Bunca ocağın, kromun bu köye ne faydası oldu?"
Yanıtı şu oldu:
"Biz bu ocaklarda işçilik yaptık. Topuk köyünde çilek, kiraz falan oluyor. Hayvan yapanımız da var, ama bugün bizim burada asıl gelirimiz emekli maaşıdır... Herkes emekli. Neredeyse hepimiz de bu madenlerde çalışıp emekli olduk. Yıpranma nedeniyle 25 yıl değil 20 yıl üzerinden emekli olduk. Bunun dışında  bize bir faydası,  geliri olmadı. Normal işçi maaşı aldık."
Köyden birkaç kişi de kamyonuyla çalışıp taşımacılık yapmış. Onlar da emekli.
Civarda 10 civarında krom maden ocağı işletilmiş.
Krom ocaklarının işletilmesi 1930'lara uzanıyor. Krom ocaktan çıkarıldığı gibi, ham olarak yurt dışına satıldı. Türkiye'nin en büyük krom müşterisi bir dönem Hitler Almanyasıydı. Hitler'in savaş sanayii, buradan ihraç edilen maden cevheriyle besleniyordu. Hitler'in Türkiye'yi kendi yanında savaşa çekebilmek için kroma hayli yüksek fiyat verdiğini de okumuştuk kitaplardan.
Bu mevsimde yemyeşil otlar... 

Anlaşılan Hitler sonrası Almanlar işi büyütmüş. Artık buradaki madenleri doğrudan  kendi şirketleri ile çıkartmışlar.
Mesela Topuk köyünde öylece kaya uçurumları halinde bırakılan ocakların bir Alman şirketi tarafından çalıştırıldığını öğreniyoruz.
Hani insan, çıplak gözüyle gördükleri karşısında vurgun yemiş gibi oluyor.

Zengin ülkenin, yoksul insanları!...

Ya, normalda bir ülkenin toprağının altında değerli madenler olması büyük şanstır... Tanrının lütfudur... Onu değerlendirirsin, ülkeni daha zengin, müreffeh yaparsın...
Ama şu hale bakın...  Topraklarımızın altındaki değerli madenler, hiç işlenmeden, öylece, çok düşük  bir katmadeğerle ve ucuz fiyattan ve de yabancı şirketler tarafından yurt dışına çıkarılıyor!...
Elin adamı bizim madenimizi alıp götürüyor, işliyor, kaliteli çelikler, makineler yapıyor, biz de devasa rakamlarla onun sadık müşterisi oluyoruz...
Ve de acaip "Milliyetçiyiz", "Vatanseveriz", "Türküz", "Bu topraklar Yörük Türkmenlerinin yurdu"!
Ocaklara baktıkça, Orhaneli'de, mermer ve maden ocaklarının mevcut durumunu överken küçük dili görülen yerel yöneticiler, siyasiler geldi gözümün önüne...
"Orhaleliye yabacı sermaye geliyor"muş! (Bunu kendileri 'kazandırmanın'  gururunu yaşıyorlar!
 Son yıllarda bölgeden blok mermer (İşlenmemiş) alan Çinlilerin artık doğrudan gelip ocak işlettiklerini duymuştum)
Köyün bakkalı. Ama epeydir kapalıymış. 

"Herkese iş, ekmek geliyor"muş! (Adam, kendi madenimizin ucuz işçisi olmaya tav)
Duyan da kazanılan para yöre halkının-ya da Türkiye'nin cebine girecek sanır...
Kendi topraklarındaki krom gibi değerli bir madenin ucuz işçisi olmakla övünen, bununla yetinen insanları gördükçe, Afrika ülkeleri geçiyor gözümün önünden...
Dünyanın en değerli madenleri Altının, Gümüşün,Elmasın çıkarıldığı; ama dünyanın en yoksul insanlarını yaşadığı Afrika...
Sefasını elin sürdüğü, cefasını bizim çektiğimiz güzel yurdum...
Pazar günleri, evde, AVM köşelerinde pineklemek yerine yollara düşen onlarca insanla birlikte çevremizdeki doğal güzellikleri, çıplak gözlerimizle görebileceğimiz yalın haliyle izlemek harika bir duygu ve herkese tavsiye ederim. Yürümek, tabi yöreyi bilen insanların rehberliğinde ilerlemek...
Kerestelik çam ormanları.
Dünkü manzaraları Orhaneli'de değerli eğitimci, doğasever dostumuz Oktay Tüfekçi ile kadim rehberimiz Harun (Bayram) hocamızın sayesinde görebildik.
Binlerce teşekkür..
Doğayı, insanı ve memleketimizi tanımaya, yürümeye devam...

22 Aralık 2018 Cumartesi

Hayatımızı kim dizayn ediyor?


BUSİAD'da "En Az İstediğimiz Yaşamı Yaşamak" konferansını dinleyince, kendi kendime işte bu soruyu sordum...
Fark ettim ki, yaşadığımız şeyler gerçekten de bizim en çok arzu ettiğimiz şeyler değil. Pek çoğu bizim belirlemediğimiz, tercih etmediğimiz, sadece önümüzde bulduğumuz şeyler.
İşin garibi, tamamen bizim dışımızda belirlenmiş değerler ve yanlışlarla dolu bir yaşama itiraz da etmiyor, gayet onlarla kardeş kardeş  yaşayıp gidiyoruz!
Bursa Sanayicileri ve İşadamları Derneği'nde (BUSİAD) "Açık Kapı Toplantıları" kapsamındaki "Felsefe Söyleşileri"inde önceki akşam Ankara Üniversitesi DTCF Öğretim  üyelerinden Prof. Dr. Ertuğrul Turan'ı dinlerken, kırk yıl öncesine, öğrencilik yıllarıma gittim. Başımızdaki yöneticiler sakıncalı bulsa da, okullarda felsefe kitaplarının, muhalif düşüncelerin yaygın olarak okunduğu, tartışıldığı yıllardı. Ders kitaplarını yanında herkes mutlaka, "aykırı" bir yayın bulundururdu ve bu kitaplar hayatı sorgular, alışılmışın dışında pencereler açardı zihinlerimizde.
Prof. Turan, işadamlarına hitaben yaptığı konuşmanın başında, BUSİAD yönetimine özel bir teşekkür etti. İşadamlarının toplumda "sadece para kazanan, paradan anlayan", kişiler olduğuna ilişkin algının yanlış olduğunu kanıtladıklarını ifade etti.
Hatırlatayım, Ertuğrul hoca, "Çağın Ruhunu Anlamak, Çağın Getirdiklerinin Aptalı Olmak", "Maviş Beyin", "Bilim ve Yazgımız", "Küskün Tanrılar, Uykusuz Ozanlar", "Bir Yaşantı Estetiği Olarak Hüzün" gibi kitapları ile yaşadıklarımızın sorgulanması üzerine hayli kafa yoran bir isim.
Ertuğrul hocaya göre, biz aslında tamamen kuralları, sınırları, değerleri bizim dışımızda  belirlenmiş, bir hayatı yaşıyoruz ve onunla da gayet barışık bir haldeyiz.
Şöyle diyor, özetle:
"Olmasını en az istediğimiz; istediklerimizi, arzularımızı tuhaf bir biçimde engelleyen...  istemediğimiz; ama istiyormuş gibi  yaptığımız... engellemeye çalışmak yerine gönüllü katıldığımız, başka arzularla yer değiştirmiş bir hayatı yaşıyoruz. Bu haliyle de kendi isteklerimizin öznesi olmaktan çıkıp, onların isteklerinin öznesi haline gelmişiz...Bu aslında kendi varoluşumuzun da hafife alınmasıdır..." 

"Hijyenik zihin" diye tanımlıyor hoca, düşünce yapımızı: "Kontrol edilebilen, yaşadığımız  dünyaya, kendi gerçekliğimize uzak, ona bulaşmayan bir bakış geliştiren... dışımızda olanları 'güvenli bilgi'ye dönüştüren... nesneleri, her şeyi niteliksel, niceliksel, ölçülebilir şeylere dönüştüren... nesneleşmiş  dünyada her şeye sanki içinde değilmişiz gibi soyutlama ile bakan..." 
"Önceden tanımlanmış ilişkiler... Anne, baba, arkadaş, öğretmen, patron, çalışan, kapıcı, şoför... Kime nasıl davranacağınız zaten belli. Kotlar hazır. Yaşayarak öğrenmeye birşey kalmamış..."
Kime nasıl davranacağınız belli... Bunlara uyarsanız sizi üzecek bir şey yok!
"Nesneleşmiş dünyada, 'kullanım değeri', 'değişim değeri'ne dönüşmüş. Her şeyin bir fiyatı var. Kaça alırım, kaça satarım. Tüketim, değişim sürecinde ele alınıyor."
Mutluluk; sahip olma, elde etme, alt etme, ele geçirme, devirme, yok etme, mahvetme üzerine!
Oysa "Bize göründüğü gibi olan bir  dünya yok"  diyor hoca.
Peki bu cendereden çıkmak istersen?
"Paket programlar" sizi bekliyor!
"Bu hastalıklı hayatı değiştirmek istiyorum dediğinizde, arzular, yaşam, herşey paket program olarak önünüzde. Çocuğumu özel okula göndereyim diyorsun. Yüzme kursuna göndereyim diyorsun... Ve herkes zaten orada...Güvenli sitelerde, fildişi kulelerde oturayım, uzak durayım diyorsun..."
Buyurun, residense konutlarımız hazır!
Peki siz böyle halktan, toplumdan uzak bir yaşam mı arzu ediyordunuz?
???
...
Karl  Marks, "yabancılaşma" diye bir durum tanımlamış, kapitalist üretim ilişkilerinin özellikle çalışan çoğunluk için "kuralları kendi dışında  belirlenmiş bir yaşam"ı ortaya çıkardığını, bunların kapitalizmi sistem olarak yeniden ürettiğini, beslediğini yazmıştı.
Tabi Marks işi ete kemiğe büründürmüş, bu "yabancılaşma"nın işçinin ürettiği şeye sahip olmamasıyla cisimleştiğini vurgulamış, işçinin yarattığı "artıdeğer"e patronun el koymasının insanları kendine yabancılaştırdığını savunmuştu.
Elbette Marks'a göre bunun çaresi belliydi: İşçiler birleşip bir "sınıf" olarak üretim araçlarına sahip olmalı, kapitalizme, patronlara son vermeli, "başkaları için" değil "kendisi için" çalışmalı üretmeliydi...
Yabancılaşma ancak böyle ortadan kalkacak, insanlar da başkalarının belirlediği kurallarla yaşamaktan kurtulacaklardı.

Ama Ertuğrul hoca, başka  bir pencere açıyor.
Antik Roma düşünürlerinden destekler alarak diyor ki, "Mücadeleyi, rakibini ortadan kaldırmadan da yapabilirsin!" 
Peki bu nasıl olacak?
Şöyle:
"Her bireyin yaratıcılığı komünal bir içerik taşır. Yani insanlar birbirinin yaptığını, yarattığını görür. Paylaşılır. Paylaşılmalıdır da.. Batıda böyledir. O yaptığına göre sen de yapabilirsin... Onu aşağı çekerek, onu yıpratarak değil... Tersine onu kaynak alarak, ondan güç alarak... 'Vay be, adam neler yapmış, ben göremiyormuşum' deyice, sen yeni bir durum fark etmiş, bundan güç almışsındır..."

Ertuğrul hocayı dinlerken yaşadığımız bu tanımlanmış durumun vahameti şekillendi gözümün önüne. Baksanıza çevremizdeki her şey, ilişkiler tanımlanmış.
Hiç tanımadığın birisiyle karşılaşıyorsun, iletişim şu:
- Adın?
- Nerelisin? 
- Mesleğin? 
Bu üç soruya yanıt almışsak, tamamdır. Artık onun cebindeki paradan, altındaki arabanın markasına, eğitim durumuna, dini inancına, siyasi görüşüne, hatta cinsel hayatına... hakkında herşeyi biliyoruzdur!
- Memnun oldum. (Tamam, artık konuşulacak ne kaldı ki, iç çamaşırına kadar her şeyini biliyorum!)
Ve... arzu ettiklerimizden önce "sorumluluklar" gelir. Sadaka vermek, vergi vermek, askere gitmek, piyango bileti alıp bununla vatana hizmet ettiğini  düşünmek...

Bir de işin acımasız tarafları var...
"Yaşlı insanlar için düşündüğümüz tek şey, onları bir yerlere tıkmak... Kahvehaneye, yaşlı bakım evlerine... 'Dedeciğim  hadi, kahvehaneye git, arkadaşlarınla otur...' Onları  tıkacak bir yer arıyoruz... Halbuki karşımızda kocaman bir hayat, deneyimler var ve mesela neden sohbet etmeyi, onlardan öğrenmeyi denemiyoruz."

Herkese, "arzularına" yakın bir yaşam dileğiyle, iyi haftalar...

18 Aralık 2018 Salı

2019 Bütçesi parayı kimden alıp kime verecek?



Türkiye'nin 2019 yılı bütçesi  "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" diye adlandırılan yeni dönemin ilk bütçesi.
Pek çok "ilk"leri barındırıyor.  Bütçede sadece Cumhurbaşkanlığı bütçesindeki olağandışı artış değil değişen. 16 maddeli "2019 Yılı Merkezi Yönetim Butçe Kanunu"nun son maddesinde "Bu kanunu Cumhurbaşkanı yürütür" yazıyor.
Sadece bu da değil, hem gelir hem de gider bütçesinde pek çok kalemi azaltma, artırma tamamen Cumhurbaşkanının yetkisine verilmiş.
TBMM'deki bütçe görüşmelerinde, bütçe, rakamlar, paranın hangi kesimlerden alınıp hangi kesimlere verileceği ile hiç ilgilenmeyip kayıkçı kavgası yapan siyasi partiler artık, tamamen rahatlayacaklar. Zira bu gidişle bütçenin mecliste görüşülmesi de artık gereksiz bulunabilir!
Bir bakıma, siyasi partiler ve milletvekilleri, orada olmalarının asıl nedeni olan bütçe tartışmalarını değersizleştirerek, bütçenin tamamen meclis dışına kaymasının zeminini hazırlıyorlar gibime geliyor.

Sevgili okurum, her yıl Aralık ayı, TBMM'de bütçe görüşmelerinin yapıldığı aydır.
Siyasetin  asıl meselesi devletin bütçesidir...
Siyasetin esası, pastanın nasıl bölüşüleceği ile ilgilidir.
Devletin geliri hangi kesimlerden elde edeceği, vergi olarak toplanan paraları hangi kesimlere pompalayacağı bütçe ile belirlenir...
Bütçe bir tür pompadır!...
Siyasetin özü, işte bu pompayı nasıl kullandığınızla ilgilidir.
Teoride, "Az kazanandan az, çok kazanandan çok" vergi almak, dağıtırken de toplumun en çok ihtiyaçlı kesimlerini gözetmek, eğitime, sağlığa, teknolojiye, güvenliğe, adalete vs. kaynak ayırmak esastır.
Demokrasiyle yönetilen ülkelerde temel ilke, adaleti sağlayacak politikanın temel ayağı budur.
Konu bu kadar önemli ve kritik olunca, elbette bütçe için söylenecek dünya kadar şey var. Sadede bütçe tasarı kitapçığının 300 sayfaya yakın olduğu, her bir satırında paralar söz konusu olduğu düşünülürse, mecliste bütçe görüşmeleri için ayrılan sürenin uzunluğu da anlaşılır.
Ben burada sizlere, sadece  paranın hangi kesimlerden alınıp hangi kesimlere verileceğini anlamaya yarayan rakamları sıralamak ve birkaç noktaya dikkat çekmekle yetineceğim.

. Türkiye'nin önümüzdeki yıl için bütçesinde Gelirler 880 milyar, harcamalar 961 milyar lira. Aradaki yuvarlak 80 milyar lira açık, "net borçlanma" ile kapatılacakmış.
. Gelir artışı yüzde 19,8,  harcama artış oranı yüzde 21,6!
Gelir artışından daha yüksek bir harcama artışı...
. Faiz ödemesi 117 milyar lira.
. "Genel bütçe" kapsamındaki kamu idarelerine 949.025.615.000 Türk lirası, "özel bütçeli" idarelere 73.771.848.000 Türk lirası, "düzenleyici ve denetleyici" kurumlara 6.536.982.000 Türk lirası, ödenek verilmiş.

BÜTÇEDEN KİM NE ALIYOR?

Toplam 960 milyar 975 milyon 683 bin lira olması öngörülen 2019 yılı merkezi yönetim bütçesinden kurumların alacağı pay (milyon TL ) olarak şöyle:

Kuruluş Ödenek (Mİlyon TL)

Hazine ve Maliye Bakanlığı 419.857
Milli Eğitim Bakanlığı 113.818
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler B.  103. 091
Sağlık Bakanlığı 48. 487
Milli Savunma Bakanlığı                      46.622
Tarım ve Orman Bakanlığı 33. 743
Emniyet Genel Müdürlüğü 33. 676
Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı            27.770
Jandarma Genel Komutanlığı 19. 604
Adalet Bakanlığı                                18 035
Gençlik ve Spor Bakakanlığı 16 474
Diyanet İşleri Başkanlığı 10 445
İçişleri Bakanlığı                                8.572
Sanayi ve Teknoloji  Bakanlığı            7.784
Ticaret Bakanlığı                               5. 693
Kültür ve Turizm Bakanlığı                5. 664
Bilgi teknolojileri ve iletişim Kurumu    4.635
Dışişleri Bakanlığı                              4. 625
Gelir İdaresi Başkanlığı                     3.770
Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı    2. 863
Cumhurbaşkanlığı                           2.818
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı               2. 573
Göç İdaresi Gene Müdürlüğü               2 307
MİT                                                  2.157
Afet Yönetimi Başkanlığı  1.404

Hazine ve Maliye Bakalığı rakamının yüksekliği dikkat çekiyor. Tabi bu rakam "joker" olarak nitelendirebileceğimiz bir rakam. Yani yürütme (artık Cumhurbaşkanı)  yıl içinde gerekli gördüğü yerlere rahatça aktarma yapabilmesi için para burada hazır tutuluyor. Bu para eskiden Hazine Müsteşarlığı'na ayrılırdı. Yürütmenin bütçe üzerindeki yetkisini artırdığı, meclisin denetiminden uzaklaştırdığı için buradaki rakamın büyüklüğünü hep eleştirmişimdir. Ama bu sefer rakam gerçekten devasa bir hale gelmiş ve devletin bütçesinin neredeyse yarısı, doğrudan idarenin tasarrufuna bırakılmış durumda. Maliye ve Hazine Bakanı artık "kasaya" her zamankinden daha hakim diyebiliriz.
2019 bütçesinde de askeri harcamalardaki artış dikkat çekiyor. Ekonomik kriz ortamında kamu yatırımlarından, eğitimden, sağlıktan pek çok şeyden "tasarruf" edilirken, askeri ve güvenlik kesimine yönelik harcamalardaki eli açıklık pek hayra alamet gelmiyor.
"Laik ve demokratik" bir ülkede sadece belli bir mezhebe çalışan Diyanet İşler Başkanlığı bütçesinin koskoca bakanlıkları geride bırakması da yine kayda değer bir durum.
Yine büyük ölçüde Suriye'den gelenlere dağıtılacak Göç İdaresi bütçesi de dikkat çekici.
Uludağ üniversitesi bütçesi bu yıl 608 milyon lira olacak. Bu paranın eğitimin kalitesine bir katkısı olup olmayacağı yönünde tahminde bulunamıyorum.


PARALAR KİMDEN ALINACAK?

Gelecek yıl devletin öngördüğü vergi gelirleri yüzde 20 artışla  853 milyar 843 milyon lira. (Dikkatizi çekerim, kriz ortamında, enflasyon kadar vergi hedefi var)

Kalemler şöyle:
Beyana Dayalı Gelir Vergisi (İşyeri sahipleri)  yüzde 3,9 düşüşle 7,6 milyar lira.
Basit Usülde Gelir Vergisi yüzde 0,8 düşüşle 0,2 milyar lira.
Gelir Vergisi Tevkifatı (ücretliler)  yüzde 26 artışla 165 miyar lira..
Geçici Gelir Vergisi yüzde 27 artışla 3,5 milyar lira
Kurumlar Vergisi (şirketler) yüzde 11 artışla 81 milyar lira.
Beyana dayalı Kurumlar Vergisi  yüzde 8,7 düşüşe 5,2 milyar lira.
Kurumlar  Vergisi tevkifatı yüzde 20 artışla 0,4 milyar lira.
Kurumlar Geçici Vergisi yüzde 13,7 artışla 75 milyar lira
Dahilde alınan KDV yüzde 19,2 artışla 152 milyar lira.
ÖTV yüzde 15,6 artışla 164 milyar lira
Petrol ve doğalgaz  ürünleri vergisi yüzde 20,2 artışla 68,7 milyar lira.
Motorlu Taşıtlar Vergisi yüze 15,4 artışla 24 milyar  lira.
Alkollü içiler yüzde 23,9 artışla 15,3 milyar lira.
Tütün mamülleri  yüzde 2,8  artışla 45,6 milyar  lira.
Kolalı gazozlardan yüzde 19,9 ile 0,9 milyar lira.
Beyaz aşyadan yüzde 47,6 artış ile 9,3 milyar lira.
Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi yüzde 11,7 artışla  19 milyar lira.
Şans oyunlarından yüzde  16,3 artışla 1,3 miyar lira
Özel iletişim Vergisi yüzde 16,3 artışla 3,7  miyar 
Gümrük vergileri yüzde 21,2 artışla 21,2 miyar lira
İthalden alınan KDV yüzde 24,7 artışla 185,8 milyar lira.
Damga Vergisi yüzde 18,1 artışla 21,4 milyar lira
Harçlar yüzde 27,6 artışla 28,3 milyar lira.
Teşebbüs ve mülkiyet gelirler yüzde 34 artışla 34,1 milyar lira.
Mal satış gelirleri yüzde 22,9 artışla 3,6 milyar lira.
Hazine portföyü ve iştirak geliri yüzde 48,2 artışla 22,9 milyar.
KİT ve İDT'lerden yüzde 9,2 artışla 1,4 milyar lira.
Döner sermaye geliri yüzde 6 artışla 1,9 milyar lira.
Kira geliri yüzde 19,4 artışla 2,6 milyar lira.
Faiz gelirleri yüzde 59,6 artışla 7 milyar lira.
Para cezaları yüzde 3,9 artışla 12,1 milyar lira.
Kişi ve kurum payları yüzde 17,6 artışla 24,7 milyar lira.
Sermaye gelirleri yüzde 34,2 artarak 13,5 milyar lira.
Taşınmaz satış gelirleri yüzde 70,1 artışla 3,5 milyar lira.
Sermaye satış gelirleri üzde 25 artışla 10 milyar lira.

Yani...
Yani, devlet parayı yine büyük şirketlerden, zenginlerden, süper karlar açıklayan bankalardan, "çok kazandan" almayacak!
Baksanıza, ücretli kesimin ödediği, "kaynaktan kesilen",  "Gelir Vergisi Tevkifatı" yüzde 26 artışla 165 milyar lira olurken, işyeri sahiplerinin dahil olduğu "Beyana Tabi Gelir Vergisi" yüzde 4 düşüşle 7,6 milyar liracık.
Şirketlerin ödediği Kurumlar Vergisi 75 milyar lira..
Ve asıl manzaraya bakın!
Devlet verginin asıl büyük bölümünü üretenden, kazanandan değil, "dolaylı vergi" olarak, ithalattan ve fiyatlar üzerinden, yani tüketiciden tahsil ediyor.
857 milyar lira toplam vergi içinde "Gelir ve kazançlardan alınan toplam vergi" sadece 257 milyar lira.
"Dolaylı Vergi"lerin toplam verginin yüzde 70'ini aşması adalet ve demokrasimiz açısından büyük bir talihsizlik...
Bir tehdit...
Keza Avrupa ülkelerinde son 20 yıldaki aşınmalara rağmen yüzde 30 seviyesini koruyan Kurumlar Vergisi'nin yüzde 20'lerde olması da...
Buna, pek çok sözde "sanayiyi teşvik" mekanizması, teşvik ve muafiyatlerle gerçekte tahsil edilen Kurumlar Vergisi oranının yerlerde sürünmesini de ekleyebiliriz.
Verginin adil olmadığı toplumlarda demokrasinin ya zaten olmadığı, ya da hızla ortadan kalkmakta olduğunu bir uyarı olarak yazmanın gereği var mı bilmiyorum.
Velhasıl, ekonomik  kriz ortamında hazırlanan 2019 yılı bütçesinde ne fiyat artışlarını frenlemek için üretimi destekleyen, ne dış ticaret ve cari dengenin düzelmesini sağlamak için yerli tedariki özendiren, ne dışa bağımlılığı azaltmak için bilimsel teknolojik gelişmeleri teşvik eden bir şey var.
Baksanıza, devlet vergiyi yine ithalattan, ÖTV ve KDV'den, ceza ve harçlardan, ücretliden almaya devam edecek.
Günün sonunda zengininin daha zengin, fakirin daha fakir olduğunu; toplumsal adaletin, gelir dağılımının biraz daha bozulduğunu görmeye devam edeceğiz.
"Atama bekleyen öğretmen"ler, "Yaşa takılan emekliler" bekleyecek.
Gençler için en gözde meslekler yine asker, polis ve din görevlisi olacak. Askeri harcamalardaki artış, içeride dışarıda gergin, istikrarsız, çatışmalı halin devam edeceğine işaret gibi.
2019 yılının Türkiyemize, hepimize hayırlı uğurlu olmasını diliyorum...


17 Aralık 2018 Pazartesi

Burnumuzun dibindeki güzellikler: Kadriye, İnegazi...


Doğa yürüyüşlerimizin dünkü (16 Aralık 2018, Pazar) bölümünde kent merkezine arabayla 15-20 dakikada ulaşılabilecek harika doğa manzaraları gezdik. Bursa'nın içme suyunu sağlayan en önemli kaynak olan Doğancı Barajı civarındaki "Kapıyaka" mevkiinden Kadriye köyüne, oradan Atlas köyü ormanların üzerinden İnegazi köyüne (mahalle) yürüdük. Yaklaşık 16 kilometrelik yürüyüş hattında 60 doğaseverle "burnumuzun dibindeki" güzelliklere tanıklık ettik.
Koza Dağcılık'ın organizasyonunda yürüyüş çise altında başladı. İtiraf edeyim, su geçirmeyen ayakkabı, pantolon ve yaümurluk giyerek yağmura karşı hazırlıklı gidiyoruz; ama bu "aptal ıslatan" hallerine henüz iyi bir çare bulduğumu söyleyemiyorum. En önemli sorun, sugeçirmez olarak giydiğim yağmurluk aynı zamanda nemi de içeride tutuyor ve bu durum terlemeyi hızlandırıyor. Bir süre sonra içeriden ter, dışarıdan yağmur ile sırılsıklam olma durumları yaşıyorum.
Deliklitaş Mağarası'nın çıkışı...Aşağısı uçurum. 
Neyse ki,  bizim Karadeniz'de  "keçedelen" de denilen bu "aptal ıslatan", çise, fazla uzun sürmedi ve yürüyüşün büyük bölümünü kapalı da olsa hoş, mevsime göre hayli ılıman bir havada geçirdik.
Kadriye köyü (mahalle), ilkbahar başlarında karlı bir ortamda yanından geçtiğimiz bir köydü. Köy içine ilk kez girmiştim. Köy kahvehanesinde mola verip çayımızı içtik.
Kadriye, Nilüfer'e bağlı; diğer bütün köyler gibi nüfus kaybeden, geleneksel mimariyi simgeleyen eski ağaç-kerpiç-taş evlerin büyük ölçüde bakımsız ve terk edilmiş halde olduğu bir yer.
Kadriye'de de pek çok köy gibi ilk okul yok sanırım.Çevrede çol çocuk, hatta genç filan görmedik.
Köy çevresinde, köy dışından gelenlere ait olduğu anlaşılan birkaç bahçeli, "villa" tipi evin yanından geçerek yürüyüşümüze devam ettik ve yaklaşık 3 kilometre uzaklıktaki "Deliklitaş Mağarası"na vardık.
Deliklitaş Mağarası içinden bir dere akan ve bu haliyle bir tür tüneli andıran, sert kayalıklardan oluşan bir alan. Oldukça geniş bir mağara alanında, suyun aktığı yöne değil de karşıdan yukarı çıktığınızda sizi bir "delik" bekliyor.  Kayaların arasındaki bu "delik"ten çıktığınızda ise kendinizi metrelerce yüksek bir kayanın kenarında, adeta uçurumun tepesinde buluyorsunuz.
Deliklitaş Mağarasının içinden..
Anadolu'da böyle kayalar arasındaki "delikler"den çıkmanın ayrı bir kültürel arkaplanı olur. Mesela çoğu normal bir insanın biraz eğilip bükülerek geçeceği ölçülerdedir ve pek çok insan, "günahı olanların o delikten geçemeyeceğine" inanır.
Anlaşılan bizim grupta kimsenin günahı yokmuş! Pek çoğumuz denedi, delikten dışarı çıktık ve daracık alanda kayalara tutunarak hatıra fotoğrafı çekindik.
Kadriye, Misi'ye (Gümüştepe) yaklaşık 20 kilometre uzaklıkta. Orada tertemiz suyu akan dereleri, çevresinde harika piknik, dinlenme alanlarını, otuzbeş senedir bu kette yaşaya bir insan olarak yeni keşfetmiş olmak değişik bir duygu oldu.
Kadriye'den sonra Atlas köyü civarındaki ormanlardan Dikilitaş'a, oradan da İnegazi'ye vardık ve yürüyüşümüzü orada tamamladık; minibüslerimize binerek Çalı'ya indik.
Öncelikle hatırlatayım ki, Nilüfer İlçesine bağlı bu "mahalle"ler, günübirlik yürüyüş, piknik vs. için yem yakınlığı hem de bakir kalabilen doğası nedeniyle çekici.
"Bakir" dediysem, buralar maalesef şehire yakın olmanın olumsuz etkilerine de maruz. Düşünün insanlar, (muhtemelen şehirde) moloz, çöp vs. atıklarını yüklemiş kamyona, götürmüşler ve yol kenarlarına "tenha" diye atıvermişler!
Sokaklar bizden sorulur :)
Kadriye'nin arkasından itibaren Orhaneli yönünde yüksek tepelerde dev mermer ocakları ormanı köstepek gibi delik deşik etmiş. Şirketler mermeri çıkarıp götürmüş, bazı ocaklar bitmiş anlaşılan. Geriye ise devasa uçurumlar, moloz yığınları ve enkaz kalmış.
Kadriye, Atlas, İnegazi bu anlamda şehre yakın olmanın bedelini ödüyor.
Bu mermer ocaklarının köylere bir faydası yok gibi... Ne söylendiği gibi köylülerin yaygın olarak bu ocaklarda istihdamı sağlanıyor, ne de ocaklarda kazanılan paradan bölge halkına bir destek, pay, katkı var.
En azından, şirketlerin köylülere mermeri biraz ucuza satmasını bekliyorsunuz. Ama nanay...
Zırnık koklatılmıyor!
Köyler, adı "mahalle" olup Büyükşehir Belediyesi'ne dahil edilseler de geleneksel köy olarak ne yapıyorlarsa, hayat aynen öyle devam ediyor.
Nilüfer Belediyesi'nin doğa yürüyüş rotalarının tespit edilmesi ve köylerde yön levhalarıı konulması hoş bir uygulama. Bazı yerlerde piknik alanları da düzenleniyor.
Kuşlar yuvayı terk mi etmiş ne?
En çok sevindiğim şeylerden birisi  buralarda "organik" tarımsal üretim için köy meydanlarına büyük panolar konulması oldu. İnsanlar organik üretime yönlendirilmeye çalışılırken, Konak Kapalı pazar yerinde oluşturulan organik ürün satış yerine getirip ürünlerini satmaları salık veriliyor.
Ama bu çağrının çok da etkili sonuçları olduğu gibi bir sonuca varamadım. Zira bu köylerde birkaç iyi düzenlenmiş çilek bahçesinden başka kaydadeler meyve bahçeleri, bağlar göremedim. Hayvancılık ise çok cılız ve "geçimlik aile işletmeciliği" düzeyinde. Mesela buraya gelmişken köy yumurtası alayım dersen, nafile...
Her ne kadar mevsim kış, aylardan eski adıya "Karakış" ayında olsak da hava hayli ılımandı ve bu havalarda köylülerin genelde sığır, koyun, keçi ne varsa araziye çıkarma eğiliminde olduklarını bilirim. Ancak bu köylerde keçi galiba sıfır, yani hiç yok. Az sayıda koyun sürüsü ve evin yanındaki ahırda sığır besleyen birkaç aile.
İnegazi'de küçük çapta bir yarış atı çiftliği de dikkatimi çekti.
Dağyenice, bilindiği gibi son yıllarda büyük ilgi görmüş, arazi fiyatları fırlamış, çevre inşaatlarla dolmuştu.
Şimdilerde Atlas köyünde, o ölçülerde olmasa da bir hareketlenme dikkat çekiyor. Köy civarında dışarından gelen insanlara ait villa tipi konutlar dikkat çekiyor.
Gerek Kadriye gerek İnegazi'de henüz Atlas kadar bir değişim yok. Ancak belli ki bu yönde  bir beklenti var. Örneğin, İnegazi'de bir vatandaş, "Burada bir dönüm yer alıp bahçeli ev yapmak istesem, fiyatı nedir" dediğimde, "Yerine göre değişir, ama fiyat 100 bin liradan başlar" dedi. Elbette bu fiyat şehirdeki arsa fiyatlarının çok altında. Ancak, rakamlar köylerin Dağyenice ve Atlas'ın peşinden  gitmeye tav olduklarını da gayet net ifade ediyor.  Çünkü söz konusu olan yer "tarla" ve ekip dikilen, bahçe yapılan bir yeri kimse o fiyata satamaz.
Köyleri gezerken, belediyelere bir türlü sesimi duyuramadığım bir konu geldi aklıma: İmar...
Buralar "mahalle", sözde kentsel hizmet alıyorlar!
Ama...
Bizim belediyelerin yaptığı sadece sokakları kilitliparke taşı ile döşemek, her eve su saati takarak, köy çeşmelerlini bile saate bağlayarak su satmak, belediye otobüsü ile taşımacılık yapmak ve de birkaç koyneyner koyarak çöp toplamak...
İnsanlarla hayvanlar hala aynı binada olmaya devam!
Önümüzdeki seneden itibaren adamların evlerinden, evinin önündeki bahçeden Emlak Vergisi almaya da başlarlarsa, sanırım "şehirleşme" tamam!
... De arkadaş, neden buraların adam gibi imarı düşünülmez...
Tarım ve sanayideki gelişmelerle paralel, çevreye uyumlu, hijyenik, çağdaş, pırıl pırıl bir  yerleşim, bir yaşam bu insanların hakkı değil mi?
Dikkat ediyorum, kent merkezlerine bu kadar yakın yerlerde bile insanar hala eski düzen, altı ahır üstü ev, yanı samanlık.. halleri yaşıyor.
İnsanlar ile hayvanların yaşadığı yer neden hala ayrılmaz! 
Halbuki, mahallenin birkaç yüz metre kenarında herkesin ahırını, samanlığını yapacağı yerler planlansa... Hem hayvanlar evin altındaki gaz odalarından kurtulacak, hem de insanlar sabah akşam malboku koklamaktan kurtulacak!
"Gezinsin" diye ahırdan çıkarılmış sığırlar. Belli ki karınları tok. 

Küçükken bizim köye yaklaştığımı gözüm kapalı da olsa anlardım. Çünkü kokardı! Hayvan ve insan dışkısı kokusundan "burnun düşüyorsa", anlarsın ki köye gelmişsindir...
Bir "ekonomi gazetecisi" ve de köy kökenli olarak hayli kafa yorup, köylerde ahırları evlerden ayıran bir imar ve yaşam üzerine çaba sarfetmişliğim vardır. Ama maalesef merkezi hükümetin "tarım" diye bir derdi olmadığı, defterden sildiği memleketlerde belediyeler de zinhar tarımla, hayvancıkla ilgilenmiyor. Bu haliyle de belediyeler, zaten can cekişen tarıma son darbeyi indiren kurumlar olmakta tereddüt etmiyor.
Sonuçta "Köy çeşmesinde hayvan sulamak yasaktır" ile başlayan "şehirleşme" sürecinde (!), insanlar "Bu köyde artık sadece parası olanlar yaşayabilir" oldu bittisi ile karşıya kalıyor. Ve önlerindeki tek yol, köyü terkenmek oluyor.

Dağ bayır yürümeye, memleketi, insanı ve doğamızı tanımaya devam..