26 Eylül 2019 Perşembe

İşte el değmemiş hazinelerimiz!



Bursa’nın son 35 yılına gazeteci olarak tanıklık eden birisi olarak, bu kenti çok iyi bildiğimi, gidip görmediğim yer kalmadığını sanıyordum. Ancak son iki yıldır katıldığım doğa yürüyüşlerinde anladım ki, ben Bursa’yı bilmiyor, tanımıyor muşum!
Yine anladım ki, bir şehri, ülkeyi keşfetmenin, tanımanın en güzel yolu yürümek, görmek, gezmek; bizzat dokunmakmış!
Bursa’da turizm denince Uludağ ile kent merkezinde Kapalıçarşı,tarihi ve turistik yerler”, biraz da sahiller akla geliyor.  Elbette bunlar çok değerli ve turizm adına buralarda yapılacak hayli iş olduğu da açıktır. Ancak Bursa turizmde iddialı olmak istiyorsa, saklı cennetlerini, bilinmeyen doğal ve tarihi zenginliklerini ortaya çıkarmalı, ulaşılabilir hale getirmelidir.
Turizm için illa lüks otellere gerek yok. Sadece Uludağ civarında, abartısız yüzlerce yürüyüş parkuru düzenlenebilir… Pek çok kayak merkezi kurulabilir. İsviçre tarzı küçük işletmelerin hâkim olduğu “kış cennetleri” yaratılabilir.
İnsanlar yeni, keşfedilmemiş yerleri merak ediyor, sırt çantasına yiyeceğini, içeceğini alıp doğada yürümek, güzelliklere mütevazı bütçelerle ulaşmak istiyor. 
Bursa’da, dağlarda, yaylalarda, köylerde değişik dernek ve kulüplerin rehberliğinde her Pazar günü asgari 300 kişinin sabahtan akşama kadar yürüdüğünü biliyor musunuz?
Her yaştan, her meslekten kadın/erkek karda, yağmurda, soğuk/sıcak demeden doğanın kucağında olmak istiyor.
Bursa’nın turizm potansiyelini harekete geçirmek için başta merkezi hükümet olmak üzere yerel yönetimlere, turizm sektörü yatırımcılarına, meslek kuruluşlarına çok iş düşüyor.

Peki doğa yürüyüşlerinde gördüğüm ve her birinde turizm için mutlaka birşeyler yapılması gerektiğini düşündüğüm, el değmemiş gibi duran yerler neresi?
Bursa kent merkezinden ibaret değil:
Uludağ ve gölleri, Bağlı,  Paşaçayırı, Dolubaba, Kirazlı, Gökçeören, Yiğitali, Tuzaklı, Hüseyinalan, Derekızık, Cumalıkızık, Hamamlıkızık, Tonoz Yayla, Erikli Yayla, Dik Tekir Yaylası, Alaçam ve yaylası, Alaçam Şelalesi, Çelebi Yaylası, Hacıali Yaylası, Sarıalan, Abıhayat, Balaban Balıklı Kanyonu, Kanlıgöl,  Bakacak, Kaynana Çukuru, Anı Çeşme, Ketenli Yayla, Aras Şelalesi, Softaboğan Şelalesi, Misi köyü, Saitabat ve Küreklidere şelaleleri… Topuk Gölü ve yaylası, Safaköy Üçtepeler, Belengür Yaylası, Bayraktepe, Maymuncuk, Sofular Yaylası, Domuz Kertiği Yaylası, Kömürsu Yaylası, Arap Oturağı, Çayyaka, Boğazova Yaylası, Allıkayalar, Başalan Yayla, Çatak, Palazoğlu Göleti, Üçtepeler, İznik Sugören, Müşküle, Hisartepe,  Kırıntı, Menekşe Yaylası, Sadağı Kanyonu ve kaplıcası, Kocasu Vadisi, Fadıl Kaplıcası, Haydar Kaplıcası, Şelaleler Vadisi, Mağaralı Şelale, Taşmektep, Söğütoğlu Çeşmeleri, Kabaklar Kilise Çeşmesi, Boncukçu Köprüsü, Yazıcıoğlu Su Kanalı, Kocasu (Orhaneli çayı) Vadisi, Kendir Yaylası, Aluç Yayla, Gelemiç Yaylası, Baraklı Göleti, Arpayeri, Küplü Çeşmesi, Çataldağ, Çobandede, Peri Bacaları (Pilavlık), Kösehoroz, Şapçı ve Suuçtu şelaleleri, Belengür Yayla, Çor Gölü,  Ericek, Delmece Yaylası, Erikli Kanyonu ve şelaleleri, dipsiz göller (iki adet), İkiz Şelaleler, Nilüfer Dikilitaş Mağarası, Dağyenice, Unçukuru, Atlas, Kocayaren, Keles Kocayayla, Yenişehir Cennet Kanyonu, İznik Sansarak Kanyonu, Paşayayla Kaymakam Suyu, Bozcaarmut Göleti, Kınık, Karabatak Yaylası, Domuz Kertiği Yaylası, Büyükbatan ve Küçükbatan yaylaları, Atatürk Köşkü, Allıkayalar, Başalan Yaylası, Kıran Yayla, Kıran Şelalesi, Dokuzlar Şelalesi, Çiçekli-Acısu Yaylası, Karacabey Dumanlıtepe, Longoz Ormanı, Kuş Gözlem Kulesi, Arap Çiftliği, Ihlamur Ormanı, Fazlıkonak, Iznik Üçkayalar, Hisarkale, Mudanya Dedeköy Göleti, Ketendere, Kapanca Antik Limanı, Aya Yani Manastırı vs.

Kaderine terk edilmiş zenginliklerin gün yüzüne çıkarılması ile daha güzelleşecek bir Bursa dileğiyle, iyi bayramlar...




Not: Bu yazı Bursa Gazetecileri Cemiyeti tarafından yayımlanan Marmara Bayram Gazetesi'nin Kurban Bayramı 2019 sayısında yayımlanmıştır.

20 Eylül 2019 Cuma

İhsaniye, Elmalı, Sansarak: Yoksulluk doğaya tezat…


Doğa yürüyüşlerimizde 15 Eylül 2019 Pazar günü İznik’e bağlı İhsaniye ile Elmalı ve Sansarak köyleri arasında, Keltepe’den itibaren Kafkas Gürcü ve Yörük Türk kültürlerinin farklılıklarına tanık olunan elma diyarında yürüdük. Ağaçlarda tonlarca elmanın öylece duruyor olması, çarşıda pazarda kilosu 2-3 liranın altına inmeyen bu meyvelerin çürümeye terkediliyor olması hayli şaşırtıcı. Üstelik bu çürümeye terk edilen meyveler, adı değil kendisi “organik” olan, neredeyse yabani elmalar, erikler, armutlar…


Koza Dağcılık Kulübü
rehberliğinde 75 doğaseveri taşıyan minibüslerimiz Kestel-Yenişehir üzerinden İznik’e, oradan 16 kilometre uzaklıktaki
İhsaniye köyüne ulaştı.  Yürüyüşe buradan başladık.
Birkaç hafta önce keşif gezisi için gittiğimizde İhsaniye’de yoğun sis vardı ve doğrusu ne köyü ne de çevreyi seyredebilmiştim. Ama bugün hava güllük güneşlik.

İhsaniye, iki yandan aşağıya, İznik ovasına doğru bakan bir tepenin üzerinde küçük ve yoksul bir köy. Yoksulluğu, yoksunluğu çıplak gözünüzle görebiliyor, hatta burnunuzla koklayabiliyorsunuz…

Ağaç ve kerpiçten geleneksel köy evleri.

Manzara beni yıllar öncesine götürdü. Tanıdık şeyler canlandı hayalimde. Galiba bu “mahalle (!)” de kanalizasyon ve içmesuyu şebekesi yok. 
Bunu kokudan anlayabiliyorsunuz.

Yoksulluk ve yoksunluk, doğanın zenginliği ile tezat içinde…
Köye kadar asfalt yol var, elektrik de var. Ancak ilkokul, sağlık ocağı vs. yok. Tabi bunlar olmadığı için mi köy boşaldı, yoksa köy boşaldığı için mi bunlar yok anlamadım, sonuçta köyde nüfus 2017’de 30 kişi, 2018’de 44 kişi görünüyor.
Köyde küçükbaş hayvancılık yapan birkaç aile kalmış. Dışarıda pek kimseyi göremedik. Nüfustaki bu göreli artışı ben anlamadım. Galiba şehirden dönenler olmuş. Tepenin arka cephesinde üç yeni/beyaz badanalı ev görünüyor. “Yeni İhsaniye” bu tarafta der gibi…

Bizi köyün girişinde karşılayıp, çıkışında uğurlayan  kangal köpekleri bugün daha bir uysal. Sisli havadaki gibi ürkek, tedirgin ve saldırgan değiller. Tabi biz de çok kalabalığız…
Köyün yukarısından “Keltepe”ye doğru yükseliyoruz.
Bu tepelerden İznik tarafına doğru, aşağıdaki çoğu zeytinlik verimli tarım alanları görülüyor. Tabi İznik’e yaklaştıkça zeytinlikler, uzaklaştıkça tarlalar…

Merakla tarlalara bakıyorum. 
Mevsim sonbahar. Yani hasat bitti, bitecek…
Ama ekilebilir tarım alanları olduğu yukarıdan çok bariz görünen alanların yaklaşık yarısı terk edilmiş. Yani bu sene ekilip dikilmemiş, öylece kalmış.
Güzergahımızda koyun sürüleri otlamış,  belli. Sağda solda alıç ağaçları görüyoruz. Meyveler artık olgunlaşmaya, yumuşamaya, sararmaya başlamış. Küçük ama lezzetli. Birer ikişer yiyerek gidiyoruz.
Tepeler malum kıraç. Aşağıda orman var.  Bazı yerlerin eskiden tarla olup olmadığını anlayamıyoruz.

Elmalı köyü sınırlarına girince bir anda sağda solda elma ağaçlarının sayısı artıyor.
Ormanlık bölgelerde patikalardan, traktör yollarından ilerliyoruz.
Yol boyu elma ağaçları deyim yerindeyse “yıkılıyor”
 Ağaçlarda tonlarca elma var.
Erikler savmış (meyveler olgunlaşmış, yere dökülmüş, ağaçta kalmamış). Yere dökülmüş, kaybolmuş.
Elmalar da dökülmeye başlamış. Anlaşılan bu ağaçlardaki meyveleri toplayan yok.

Keza “ahlat”, “çörtük” dediğimiz armut türü meyveler…
Kızılcıklar…
Kızılcıklar toplamak için tam kıvamında.
Kuşburnu, böğürtlen ha keza…
Köyde birisine “Niye bu meyveleri toplamıyorsunuz” dediğimde, “Kim toplayacak birader. Evin önünde bahçedeki ağacı topladık da onlar mı kaldı” demişti. 
Malum, köylerde genç kalmamış. Ahali yaşlı, emekli takımı..
Elmalı’ya çok yakın, yanında çeşme olan küçücük bir “mescit”in yanındaki çayırda öğle molası veriyoruz.

Çayırda bir inekle dolaşan köylüye “Bu çayır senin mi” diye sorduğumda “Evet”, “Peki çayırı gütmüşsün de kışın otu nereden bulacaksın” dediğimde, “Biz çayırı ilkbaharda biçiyoruz. Otu alıp kuruttuktan sonra salıyoruz hayvanı” yanıtı alıyor, seviniyorum.
Buralarda çayırlar “orta malı” değil. Her ailenin yeri, çayırı ayrı.
Elmalı köyünde yeşil fasulye ve barbunya hasadı son demlerini yaşıyor.
Fasulye gecinlerinin (yeşil fasulyenin
gövdesi, yaprakları vs. ) sararması, sonbaharın habercisi…
Köyün içinden geçerken çöten var, çevrede mısır ekili tarlalar da var, ama çötenlerin  içi boş, içi mısır koçanı ile dolacağa da pek benzemiyor. Çötenler tarihi esere dönmüş!
Çötenin önüne oturmuş bir yaşlı, bize doğru sesleniyor.  Tam ne dediğini ben anlamadım.
Yakında, evin önündeki yaşlıca, ak sakallı bir köylü ise bizi kalabalık görünce hayli sevinmiş olmalı ki, “Hay maşallah be.. Bir tabur asker geliyor..” diye seslendi bize doğru..

Amca biz asker değiliz, sivil vatandaşız” demiş bulundum. Amcanın yüzündeki coşku bıçak gibi kesti..

Güneş, yağmur…

Elmalı köyünden Sansarak’a doğru yöneldiğimizde bir anda yağış başladı. Yağış riski olduğu için yağmurluğumu almıştım, ancak  bazı arkadaşlar hazırlıksız yakalandı. Neyse ki hava soğuk değildi, biz de hareket halinde olduğumuz için üşümedik. Hatta ormanın içinde üstten yağmur, alttan terleme ile karşı karşıya kaldım.

Doğa gezilerinde koyun sürüleri görmek, hele keçi ve koyun sürüsünü bir çayırda keyifle otlanırken görmek, çevresinde kangallarla….
Tam hatıra fotoğrafı çekilecek an…
Yağış, yaz sıcağı… Hayret çevrede mantar göremiyoruz.
Derken, tam Sansarak’a yaklaşırken, kocaman gösterişli bir mantar bulduk. Ancak mantarı kimse tanımıyor.
Köye girerken, elimde özellikle, göstere göstere taşıyorum…

Aman yemeyin onu zehirlidir” dedi, evin önünde çay sohbet halinde olan aileden bir kadın…
Tam da beklediğim bu.. Mantarın yenip yenmeyeceğini köylülere soracağız.
Köy kahvesinin önünde ise net bir sonuca varamadık. “Yenir", "çok lezzetlidir” diyen de oldu, “Zehirli olabilir” diyen de. 
Mantar da sizin, karar
da sizin diye mantarı masanın üzerine bırakıp, yaşlı bir köylünün heyecanla, bir plastik  kovayla satış için getirdiği kurufasulyeden satın almak için kuyruğa girdik.
Sansarak ile Elmalı iki sınır köy. Ancak hem köylerin yerleşimi, hem ilişki ve alışkanlıkların hayli farklı olduğu anlaşılıyor. Elmalı’da evler birbirinden uzak. Kafkas, Karadeniz tipi yerleşim..
Sansarak ise Yörük Türk köyüymüş.  Evler iç içe. Örneğin çayır ve mera kullanımı farklı. Meralar, çayırlar Sansarak’ta ortak…

Hatta Elmalı’dan yaşlı bir çobanın “Yav kardeşim, şu çayırları Sansarak’ın hayvanlarından, çobanlarından kurtaramıyoruz” diye yakınmasına bile tanık oldum. Yörüklerin, göçerlik, kök salmama durumu iliklerinde var…

Dağları, köyleri, ormanları, yaylaları velhasıl memleketi tanımaya devam…  


11 Eylül 2019 Çarşamba

Alaçam’dan Göller Bölgesi’ne Uludağ…



Doğa yürüyüşlerimizde 8 Eylül 2019 Pazar günü Uludağ’ın eteğindeki Alaçam’dan başlayıp zirvenin hemen altındaki göllere yürüdük. Bazı aksaklıklar yüzünden hemen tepemizde duran Uludağ Büyük Zirve’ye tırmanamadık, ancak doğrusu Uludağ konusunda bu yürüyüş bana başka türlü “zirve”ler yaşattı;  havanın da güzel gitmesi sayesinde harika bir gün geçirdik. Milyonların yaşadığı koca bir kentin hemen tepesinde uçsuz bucaksız; ıssız dağlar, kimsesiz yaylalar…
Tepemizdeki doğa harikası topraklarda yürürken, insan doğayı sevip korumakla onu terk etmek, ya da hoyratça yağmalamak, tahrip etmek arasındaki gel-gitlerimizi düşünmeden edemiyor.
Pırıl pırıl akan coşkun suları, zengin otlak ve yaylaları, ormanları ile aslında  dünya kültüründeki “kutsal dağ” kültüründe sayılı mekanlardan birisi olan bu topraklarda yürürken, kah
karşında bir çok yayladan oluşan kırın daha 30-40 sene önceki cıvıl cıvıl haline, kah Olimpos, Keşiş/Ruhban Dağı adları ile (Bu Keşiş Dağız galiba Osmanlı döneminde buradaki dinsel mekanlar nedeniyle kullanılmış) ile binlerce yıllık belge gibi duruşuna dalıp gidiyorsunuz...
Türkiye Cumhuriyeti döneminde bile (1925) Uludağ adı verilerek bu dağa bir “ulu” olma durumu atfedildiğine göre, şu üzerinde yürüdüğümüz ıssız, serin toprakların sıradan bir dağ olmadığını hissediyorsunuz.
Koza Dağcılık Kulübü organizasyonunda minibüslerle Bursa merkezden Kestel’e bağlı Alaçam köyüne (mahalle) gittik. Uludağ’ın eteğinde yemyeşil ormanla çevrili Alaçam’ın biraz yukarısındaki “Nazo Tesisleri”  kamp alanında Özcan Yüksek’in katıldığı “Masal Kampı” adı ile hoş bir akşam geçiren dostlarımızın da katılması ile yaklaşık 80 doğasever, araçlarla “Kapı”ya kadar çıkmayı,
yürümeye oradan başlamayı planlıyorduk. Ancak, Alaçam’dan sonra yol asfalt değildi, bozuk toprak stabilize yol hayli de dik olunca aracımız birkaç kilometre yukarıdaki İzci Kampı’na kadar ancak çıkabildi.  Araçlar toprak yolda patinaja tutuldu, indik,  yürüdük, ittik vs. .
Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan Alaçam İzcilik Kamp Alanı’nda araçlardan inmek
zorunda kaldık. Büyükşehir Belediyesi’ne ait çadırlarda görevliler dışında kalanların büyük bölümü 17 yaş altı çocuklar. “Yavrukurt”, “İzci”…
Kursa katılanların eğitimleri varmış. Ayak üstü konuşuyoruz.  Eğitimde ne var” diye sorduğum genç “Ok atmayı, ata binmeyi öğrendim” diyor.
Ne zaman kılıç kuşanıyorsun” diye takılıyorum, gülüşüyoruz.
Bu İzcilik Kampı’na katılmak ücretli
değilmiş. Belediyenin bir hizmeti ve isteyenlerin Merinos Atatürk KKKM’deki büroya başvurması gerekiyormuş. Katılan çocukları hayli motive olmuş görmek güzeldi.
Bu durumda rotamızda değişiklik olacaktı.  Rehberimiz, tam İzcilik Kamp Alanı’nın içinden geçen bir patikayı kullanmak istediğinde, kamp görevlilerinin  Yassah hemşerim” tavrı ile karşılaştık. Sonuçta biraz daha üst kotlardan yeni ve orman içi ve dik bir rota ile tırmanmaya başladık.
Aslında doğa yürüyüşlerinde araç yolu tercih edilmez. Zira kendini doğanın kollarına atan kimse gelip geçen araçların egzozunu koklamak istemez. Ayrıca çayırda, orman içinde, ota, taşa, çamura, toprağa, ağaca basmak, asfalt yola basmaktan sizi daha çok dinlendirir.

Hedefimiz göller bölgesi…

Alaçam’dan itibaren yemyeşil ormanların içinde yürüyoruz. Aslında sağda solda, patikalar var, ama göllere çıkmıyor patikalar… Belli ki, geçmişte bu civarda bulunan yaylalara giden patikalar bunlar. Çoğu da kaybolmuş. Tabi bu yaylalardan eser kalmamış.  Sadece birkaç çoban barakası görebildik.  Uzaktan tuvalet kabini gibi, küçük ve basit bir yapı.
Üzerinden geçtiğimiz derelerde akan su pırıl pırıl.
İlk kez yere eğilip, dereden  su içtim…
Dağda, rakım 1800-1900 metreye ulaşınca artık ormanlar bitiyor.
2.200-300 metreden yukarısında artık ağaç değil, verimli otlak da göremiyorsunuz.
Göllerin bulunduğu bölge 2.250-2.350 metre yükseklikte.
2.400 metreye doğru ise neredeyse her taraf taş kaya… Yeşillik büyük ölçüde bitiyor.
Tepesinde 2.545 metre yazan Uludağ Büyük Zirve’den aşağıya bakınca göller ne kadar da düzlük, çayır çimen
içinde görünmüştü!
Oysa aşağıdan göle yaklaşırken böyle bir şey göremiyorsunuz.
Her göl, bir tepeciğe tırmandıktan sonra önünüze çıkan kocaman bir çukurda!  
Uludağ Göller Bölgesi’nde 3 göl gezdik.

İşte ‘buzul gölleri’ndeyiz!

Buradaki göllere “Buzul Göl” deniyor
da, buzun bu gölün oluşmasında nasıl bir oynadığını, gölü nasıl biçimlendireceğini doğrusu anlamış değilim. Bunlar sanki volkanik çukurlarda oluşmuş göller gibi duruyor. Her halde jeologların açıklaması lazım bunu.
Göller bölgesine, Alaçam’dan araç yolu var. Ancak çok dik ve toprak bir yol. 
Bu yolu kullanarak dörtçeker arazi araçları ile toz duman içinde göllere
çıkan vatandaşları görüyoruz. Birkaç tanesi göl kenarına çadır kurmuş.
“Avlanmak ve Kamp Yapmak  Yasaktır” tabelası yerde yatıyor!
Bir de bağırta bağırta eski model otomobilerle  şen şakrak göllere çıkan kafadarlar var.
Üst kotta araçların geçtiği bu toprak yolda yürüyoruz.

 İlk durağımız Karagöl…

Ardından Kilimligöl ve zirvenin dibindeki Buzlugöl.
Aslında plan dört gölün dördünü de görmek, zirveye tırmanmak…
Ancak hem sabah araçta başlayan terslikler, hem grubun kalabalık olması ve açıkçası parkuru “kolay” sanıp hazırlıksız gelmeler yüzünden hayli gecikmiştik. Bu yüzden Aynalıgöl ve zirveye tırmanmaktan vazgeçildi.
Öğle molasını Kilimli Göl’de verdik. Göl manzarasında, iki gölün arasındaki pınardan aldığımız bu gibi suyu içerek karnımızı doyurduk.
Hazırlıksız gittiğim için gölde yüzme hayalim askıda kaldı. Sadece bir arkadaşımız suda yüzebildi. Çok soğukmuş.
Bu göllerde su tertemiz… İçinde balık var mıdır, anlamadım. Ancak gölün çevresinde biz yaklaşınca, canını ürkmüş bir sürü gibi koşarak suya atan küçük kurbağalar…
Gölde su içmeye çalışan koyun ve de ayı izi görebildik.
Burada koyunların ne işi var mı diyorsunuz? Koyunlar yaz aylarında sürekli tepelere, serin yerlere doğru çıkarak otlanmayı sever… Aslında aşağıda, dağın eteklerinde ot daha fazladır. Ancak sırtlarındaki yünün sıcaklığı, onları sürekli serin, yüksek tepelere yöneltir…

Bursa’yı görüyoruz!

Gölleri dolaştıktan sonra inişe geçiyoruz…
Bugün ilk defa Uludağ’ın tepelerinden Bursa ovasını net görebiliyorum!
Demek ki hava rüzgarlı, kentin üstündeki kirli sarı bulut tabakası kalkmış bugün...
Görüntü ilk defa bu kadar net!
Bursa Ovası var aşağıda; ama  ova” olmaktan çoktan çıkmış.
Her taraf beton yığını, bina…
Kestel’de Küçük Sanayi Sitesi için parsellenip, köstebek gibi kazılan, öylece duran topraklar…
Gürsu TOKİ, sanayi, konut alanları...
Araya sıkışmış yeşil bahçeler…
Gölbaşı da olmasa görüntü tamamen kaya renginde..


Sis bizi unutmuyor…

Güneşli bir günde, güneyden gelen ve zirveden yavaş yavaş üzerimize doğru inen bir sis kitlesi yaklaşıyor.
Hava tahminleri “yağış yok” da dese, yağmurluğum yanımda…
Malum dağlar sürprizi sever!
Yağmur yağmasa da bir an önce
yağmurluk montumu giyiyorum. Yoksa üşüyeceğim resmen...
Dönüş rotamız, Orhaniye köyünden yukarı çıkan bir toprak yol.
Bu yol, Alaçam’dan çıkan yoldan daha bozuk. 
Hayli iddialı bir dörtçeker pikap keskin bir mazot kokusu ve duman eşliğinde gürültüyle yolda kalıyor, çıkamıyor.
Toprak yolda yürümek, hiç yolu izi olmayan alanda yürümekten daha zormuş…
Ve bu yolun da başlangıcında, aşağıda, Orhaniye köyü tepelerinde bir “Kapı” varmış. Kapı’daki levhada, “Araç girişi yasaktır” yazıyor. Yayalar için de “Bu alana girmek tehlikeli ve yasaktır” levhası var. 
Ancak pratikte “Yürümeye gözü kesen yayalar ile arabasına güvenenler hariç” levhası var gibi…
Yol boyunca yukarıdan aşağı su taşıyan boruları, kapalı su depolarını vs. görüyoruz.
Alaçam’ı birkaç kez görmüştüm, ama Orhaniye’yi ilk kez gördüm.
Orhaniye’ye indiğimizde akşam olmuş, güneş batmıştı. 24 kilometre yürümüş, yorulmuştuk. Köyü çok fazla seyredemedik. Ancak ormanın, yemyeşil doğanın içinde, saklı cennetlerden birisi.
Orhaniye merkezdeki ahşap kaplı hoş bir kahvehanede akşam çayı içtik. Hem çayların güzelliği, hem uygun fiyatı (50 kuruş) hem de işleyiş dikkatimi çekince bir yaşlıyla sohbet etmek istedim.
Meğer bu kahvehane SS Kestel Orhaniye Tarımsal Kalkınma Koopeatifi’ne aitmiş.
“Kooperatiften çok memnunuz.  Bu köyde ahududu, çilek ne varsa üretim kooperatife teslim ediyoruz. Kooperatif bizim adımıza fabrikalarla anlaşıyor, bize paramızı veriyor” sözlerini duymak sevindirici.
Ayrıca örneğin dağdan borularla su getirilmesi konusunda da kooperatif devrede imiş. Bir su şirketinden köyün aylık 15 bin lira geliri varmış.
Saitabat’tan itibaren Osmaniye, Orhaniye, Gözede, Alaçam, Lütfiye, Kozluören, Şevketiye, Sayfiye’ye doğru geniş bir alanda geleneksel köy yaşamı yerini yeni bir şekle terk ediyor.
Artık buralarda tarla ve bahçeler “villalık arsa” diye satışta. Şehrin stresinden kaçan pek çok insan bahçe içinde evler yapmış. Ancak planlı bir durum olmadığı için sorunları da hayli çok görünüyor. Fiili bir yapılaşma durumu var. 
Alalım bir tarla, bahçe üzerine ev yapalım” yaklaşımının modern şehircilikte karşılığı nedir diye düşünerek, burada yaşananları anlamak mümkün.
Meyvenin, sebzenin her türlüsü yetişen, mümbit topraklar..
Bugün bu toprakların geleceğinden sorumlu Büyükşehir Belediyesi ne mi yapıyor?
Köy/mahalle merkezlerine kadar uzanan asfalt yol, köy merkezine belediye otobüs durağı ve ışıklı tabela, sokaklara kilitli parke… Bir şekilde yapılan evlere içmesuyu, altyapı… Ve kapıda bütün köylerde kâbus gibi beklenen Emlak Vergisi uygulaması…
Ne otlaklar, meralar, ne yaylalar, ormanlar, ne de ekili dikili alanlar  belediyenin defterine girememiş henüz.


Yürümeye, Uludağ’ı, köyleri, buzul krater göllerini, terk edilmiş yaylaları, köyleri velhasıl memleketi tanımaya devam…


4 Eylül 2019 Çarşamba

2 bin metrede uçsuz bucaksız boş yaylalar: Baraklı, Elmaçayırı, Aluçyayla…



Doğa yürüyüşlerimizde 29 Ağustos 2019 Perşembe günü Keles ilçemize bağlı Baraklı köyü yakınlarındaki Baraklı Göleti ve tepesinde, zirvesi 2 bin metre olan dağın ormanında, kırlarında, yaylalarında yürüdük. Uludağ’ın bir kolu gibi duran bu doğa harikası topraklarda yürürken insan kalem gibi düzgün kerestelik çam ormanlarına mı, yeşilin bin bir tonu ile renk dünyanızı zenginleştiren bitki örtüsüne mi, uçsuz bucaksız ve bomboş
yaylalara mı, Nilüfer Barajı dahil pek çok noktaya hayat veren su zenginliğine mi hayran kalacak, şaşırıyor.
Dağda yürürken, bazen kendinizi doğaya teslim etmek, sadece rüzgârın salladığı dalların, yaprakların, öten kuşların, akan suların sesini duymak için tamamen susmak istiyorsunuz…
Çıkardığın tek ses kah ota, çayıra;  kah bir kayaya, kah ağaca, kah derenin suyuna; kah hızlı, kah yavaş toprağa
basarak çıkardığın ayak seslerin… Ya da dokunduğun bir ağaç, dal, ayağının altında kırılan kuru dallar…
Bazen de bu sessizlikten insani bir tedirginlik hissediyor, bir anda rastgele bütün gücünle bağırmak, nara atmak, ses çıkarmak, gürültü yapmak istiyorsun…
 Aman ayılar sesimi uzaktan duysun da önüme çıkıp beni korkutmasın!
Beklenmedik bir saldırıya karşı tamamen savunmasız olmak gibi bir vaka geliyor aklına…

Bazen de bu duygunun etkisiyle olacak, sadece 3-5 metre yakınındaki arkadaşınla bağıra bağıra konuşur buluyorsun kendini…
Koza Dağcılık’ın organizasyonu ile katıldığım “Keşif Gezisi”nde, özel aracımızla Baraklı Göleti’nin kıyısına kadar gittik. Burada aracı park ederek yürümeye başladık.
Yol boyunca hiç bir yerleşim bölgesi yoktu. Hava koşullarının da uygun
olması sayesinde, herbiri “kartpostal gibi” diyebileceğim birbirinden güzel, çokça fotoğraf çekme şansı yakaladık. Baraklı Göleti’nin kıyısında, Orman İşletmesi’ne ait depoda traktörlerle sürükleyip getirdikleri çam tomruklarının kabuğunu baltayla temizlemeye çalışan 5-6 kişilik bir grup işçi ve bir kapalı kasa araca odun kesip yüklemeye çalışan iki kişi dışında hiç insan görmedik.

Göletin kıyısındaki traktör yolunda başlayan yürüyüşte sürekli yukarı çıktık… Küçükboğazova’den sonra çıktığımız Çavuşdüzü’nde rakım 1700 metreye çıkmıştı.
Orman içi yollardan yükselerek 1.800 metreye ulaştığınızda çevrenizde ağaç göremiyorsunuz. Artık, kırda, çayırdasınız…
Karşınızda neredeyse uçsuz bucaksız bir kır…  


Yaylalar, yaylalar…

Bir yanında İnegöl’e bağlı Fevziye, Elmaçayırı, diğer yanında Keles’ebağlı  Dağdibi, Pınarcık ve Sorgun köyleri… 
Daha 30-40 sene önce bütün bu köylerin onbinlerce koyunla, keçiyle, sığırla cıvıl cıvıl yayla yapmalarını düşündüm…

Sadece rüzgarın ve suyun değil, hayvanların, insanların, çocukların, kadınların, çobanların sesleri ile köy yaşamının en canlı odağı olan yaylalardı bunlar…
 En yüksek noktası denizden 2 bin metre yükseklikte olan bir dizi tepe arasında yaklaşık 4 kilometrelik “sırt” ya da “bel”in üstünde, aşağıda bir yanda İnegöl, diğer yanda Keles’e bağlı köyleri, mesela Doğa Parkı adı ile rant
yeri gibi bakılan Gököz’ü, tarlaları seyrederek yürümek insanın ufkunu açıyor.
Burada öğle molası vermenin, biraz dinlenmenin ve karnımızı doyurmanın tam zamanıydı. Öyle de yaptık. Ancak ilginç bir durum oldu. O gün hava sıcak diye sadece bir tişört giymiştim. Oysa yukarısı oldukça serindi. Birden etrafı sis basınca ısı hızla düştü ve üşümeye başlayınca, çabucak yeyip, apar topar yola devam ettik. İyi ki yağmur yağmadı, resmen hazırlıksızdım. “Dağ bu, ne olacağı belli olmaz” sözünü boşuna söylememişler…

Bu yürüyüşte, neredeyse temelli unutmak üzere olduğum bir ses duydum: Bir akbaba.
Ses ormanın derinliklerinde,  ağaçların arasından geliyordu, akbabayı görmedim. Yırtıcı kuşların en heybetlisi olan ve çoğunlukla beyaz kuzgunların çevresinde dolaştığı leşlerin tepesine konup çevreye meydan okurken hatırladığım akbabaların gündüz saatlerde sesini duymak da varmış!

Tokat Dumanlı Yaylası’nda ay ışığında sığırları yağmurdan korumak için bıraktığımız “Aşağı Alan”da, koskoca bir kayın ağacının tepesinde birer heykel gibi hareketsiz duran iki akbabanın hafızamdan bunca sene silinmediğini fark ettim.

Çukurçayır, Aluçyayla….

Şimdi hedef Çukurçayır.
Yukarıda her tepenin, her çeşmenin, her düzlüğün mutlaka bir adı vardır. Yaşanmışlıklarla doludur  hepsi. Zaten, ilelebet sahipsiz bir memleket eşyanın tabiatına aykırı olmalı!
Bu bölge aslında Bursa’ya altmış küsur kilometre uzaklıkta. Oylat civarına da uzak değil. Tepenin birisine traktör yolu yapılmış. Gezi rotalarında varmış artık.
Ama ne bu tepenin, ne belin, ne buz gibi suyunu içtiğimiz pınarların adını biliyorum.
İlk hedef Çukurçayır ama burada yol, patika vs. yok. Rastgele orman içi yollardan, hayli zorlu bir ormanlık alandan Çukurçayır’a inince rahat bir nefes aldık.

Çukurçayır’a araçla aşağıdan bozuk bir toprak yolla da çıkılabiliyormuş anlaşılan. Bir otomobil görünüyor. Çevrede birisi ayakta, ikisi yatıp geviş getiren 3 sığır dışında bir şey yok.
Dört yanı çam ağaçlarıyla süslü, yemyeşil otlarla kaplı bir yer Çukurçayır.  Cennetten bir köşe gibi duruyor. Orta yerde ağaç yalağına sığmayan coşkun bir pınar.

Oradan indik  Aluçyayla’ya…

Aluçyayla’ya geçtiğimiz kış, yoğun kar yağışı altında gitmiştik. Kar fırtınasından derme çatma duvarının dibine sığınıp yemek yediğimiz ve donmamak için alelacele yürüyüşe devam ettiğimiz bu yayla evi yine boştu. Ancak bu sefer çevresindeki aletlere, bekçilik görevi yapan iki köpeğe bakılırsa yakınlarda birileri olmalıydı.

Kimseyi görmedik. Sadece çocuk yaşlarda bir çobanın, koyunlara seslendiğini duyduk.
Aluçyayla’daki pınarda su içtik, biraz dinlendik, oyalandık. Ve yayladaki yaban eriklerinden sırt çantama bir poşet erik topladım.  Erik tam olgunlaşmamış. Ama pestilini, likörünü yapmayı deneyeceğim.
Aluçyayla’da kışın 8-10 baraka görmüştüm ve bunların en azından
yarısının yazın dolu olacağını düşünüyordum. Ancak görünen, sadece birisi doluydu.
Yürümeye başladığımız yere, Baraklı Göleti’nin kenarındaki aracın yanına vardığımızda 20 kilometre yol tepmiş, yorulmuştum.  Mesafeden ziyade, yolu izi olmayan orman içinde yürümek hayli zorlu gelmişti.

Dağlarında, yaylalarında dolaştığımız, Karaağaç mevkiindeki göletini seyrettiğimiz Baraklı’dan transit geçerek evin yolunu tuttuk. Böylesine doğal zenginliklere karşın hızla göç veren ve nüfusu 500’lere kadar  düşen Baraklı Çatak Deresinin kenarında şirin bir yer. Horasanlı Baraklı Dede’ye uzanan geçmişi ile tarihi bir köy. Aşağı Baraklı, Yukarı Baraklı… Nilüfer
Çayı’nın doğuş yerleri vs. zengin bir doğaya sahip..


Yürümeye, dağları, yaylaları, ormanları, köyleri, insanları, velhasıl memleketi tanımaya devam…