4 Eylül 2019 Çarşamba

2 bin metrede uçsuz bucaksız boş yaylalar: Baraklı, Elmaçayırı, Aluçyayla…



Doğa yürüyüşlerimizde 29 Ağustos 2019 Perşembe günü Keles ilçemize bağlı Baraklı köyü yakınlarındaki Baraklı Göleti ve tepesinde, zirvesi 2 bin metre olan dağın ormanında, kırlarında, yaylalarında yürüdük. Uludağ’ın bir kolu gibi duran bu doğa harikası topraklarda yürürken insan kalem gibi düzgün kerestelik çam ormanlarına mı, yeşilin bin bir tonu ile renk dünyanızı zenginleştiren bitki örtüsüne mi, uçsuz bucaksız ve bomboş
yaylalara mı, Nilüfer Barajı dahil pek çok noktaya hayat veren su zenginliğine mi hayran kalacak, şaşırıyor.
Dağda yürürken, bazen kendinizi doğaya teslim etmek, sadece rüzgârın salladığı dalların, yaprakların, öten kuşların, akan suların sesini duymak için tamamen susmak istiyorsunuz…
Çıkardığın tek ses kah ota, çayıra;  kah bir kayaya, kah ağaca, kah derenin suyuna; kah hızlı, kah yavaş toprağa
basarak çıkardığın ayak seslerin… Ya da dokunduğun bir ağaç, dal, ayağının altında kırılan kuru dallar…
Bazen de bu sessizlikten insani bir tedirginlik hissediyor, bir anda rastgele bütün gücünle bağırmak, nara atmak, ses çıkarmak, gürültü yapmak istiyorsun…
 Aman ayılar sesimi uzaktan duysun da önüme çıkıp beni korkutmasın!
Beklenmedik bir saldırıya karşı tamamen savunmasız olmak gibi bir vaka geliyor aklına…

Bazen de bu duygunun etkisiyle olacak, sadece 3-5 metre yakınındaki arkadaşınla bağıra bağıra konuşur buluyorsun kendini…
Koza Dağcılık’ın organizasyonu ile katıldığım “Keşif Gezisi”nde, özel aracımızla Baraklı Göleti’nin kıyısına kadar gittik. Burada aracı park ederek yürümeye başladık.
Yol boyunca hiç bir yerleşim bölgesi yoktu. Hava koşullarının da uygun
olması sayesinde, herbiri “kartpostal gibi” diyebileceğim birbirinden güzel, çokça fotoğraf çekme şansı yakaladık. Baraklı Göleti’nin kıyısında, Orman İşletmesi’ne ait depoda traktörlerle sürükleyip getirdikleri çam tomruklarının kabuğunu baltayla temizlemeye çalışan 5-6 kişilik bir grup işçi ve bir kapalı kasa araca odun kesip yüklemeye çalışan iki kişi dışında hiç insan görmedik.

Göletin kıyısındaki traktör yolunda başlayan yürüyüşte sürekli yukarı çıktık… Küçükboğazova’den sonra çıktığımız Çavuşdüzü’nde rakım 1700 metreye çıkmıştı.
Orman içi yollardan yükselerek 1.800 metreye ulaştığınızda çevrenizde ağaç göremiyorsunuz. Artık, kırda, çayırdasınız…
Karşınızda neredeyse uçsuz bucaksız bir kır…  


Yaylalar, yaylalar…

Bir yanında İnegöl’e bağlı Fevziye, Elmaçayırı, diğer yanında Keles’ebağlı  Dağdibi, Pınarcık ve Sorgun köyleri… 
Daha 30-40 sene önce bütün bu köylerin onbinlerce koyunla, keçiyle, sığırla cıvıl cıvıl yayla yapmalarını düşündüm…

Sadece rüzgarın ve suyun değil, hayvanların, insanların, çocukların, kadınların, çobanların sesleri ile köy yaşamının en canlı odağı olan yaylalardı bunlar…
 En yüksek noktası denizden 2 bin metre yükseklikte olan bir dizi tepe arasında yaklaşık 4 kilometrelik “sırt” ya da “bel”in üstünde, aşağıda bir yanda İnegöl, diğer yanda Keles’e bağlı köyleri, mesela Doğa Parkı adı ile rant
yeri gibi bakılan Gököz’ü, tarlaları seyrederek yürümek insanın ufkunu açıyor.
Burada öğle molası vermenin, biraz dinlenmenin ve karnımızı doyurmanın tam zamanıydı. Öyle de yaptık. Ancak ilginç bir durum oldu. O gün hava sıcak diye sadece bir tişört giymiştim. Oysa yukarısı oldukça serindi. Birden etrafı sis basınca ısı hızla düştü ve üşümeye başlayınca, çabucak yeyip, apar topar yola devam ettik. İyi ki yağmur yağmadı, resmen hazırlıksızdım. “Dağ bu, ne olacağı belli olmaz” sözünü boşuna söylememişler…

Bu yürüyüşte, neredeyse temelli unutmak üzere olduğum bir ses duydum: Bir akbaba.
Ses ormanın derinliklerinde,  ağaçların arasından geliyordu, akbabayı görmedim. Yırtıcı kuşların en heybetlisi olan ve çoğunlukla beyaz kuzgunların çevresinde dolaştığı leşlerin tepesine konup çevreye meydan okurken hatırladığım akbabaların gündüz saatlerde sesini duymak da varmış!

Tokat Dumanlı Yaylası’nda ay ışığında sığırları yağmurdan korumak için bıraktığımız “Aşağı Alan”da, koskoca bir kayın ağacının tepesinde birer heykel gibi hareketsiz duran iki akbabanın hafızamdan bunca sene silinmediğini fark ettim.

Çukurçayır, Aluçyayla….

Şimdi hedef Çukurçayır.
Yukarıda her tepenin, her çeşmenin, her düzlüğün mutlaka bir adı vardır. Yaşanmışlıklarla doludur  hepsi. Zaten, ilelebet sahipsiz bir memleket eşyanın tabiatına aykırı olmalı!
Bu bölge aslında Bursa’ya altmış küsur kilometre uzaklıkta. Oylat civarına da uzak değil. Tepenin birisine traktör yolu yapılmış. Gezi rotalarında varmış artık.
Ama ne bu tepenin, ne belin, ne buz gibi suyunu içtiğimiz pınarların adını biliyorum.
İlk hedef Çukurçayır ama burada yol, patika vs. yok. Rastgele orman içi yollardan, hayli zorlu bir ormanlık alandan Çukurçayır’a inince rahat bir nefes aldık.

Çukurçayır’a araçla aşağıdan bozuk bir toprak yolla da çıkılabiliyormuş anlaşılan. Bir otomobil görünüyor. Çevrede birisi ayakta, ikisi yatıp geviş getiren 3 sığır dışında bir şey yok.
Dört yanı çam ağaçlarıyla süslü, yemyeşil otlarla kaplı bir yer Çukurçayır.  Cennetten bir köşe gibi duruyor. Orta yerde ağaç yalağına sığmayan coşkun bir pınar.

Oradan indik  Aluçyayla’ya…

Aluçyayla’ya geçtiğimiz kış, yoğun kar yağışı altında gitmiştik. Kar fırtınasından derme çatma duvarının dibine sığınıp yemek yediğimiz ve donmamak için alelacele yürüyüşe devam ettiğimiz bu yayla evi yine boştu. Ancak bu sefer çevresindeki aletlere, bekçilik görevi yapan iki köpeğe bakılırsa yakınlarda birileri olmalıydı.

Kimseyi görmedik. Sadece çocuk yaşlarda bir çobanın, koyunlara seslendiğini duyduk.
Aluçyayla’daki pınarda su içtik, biraz dinlendik, oyalandık. Ve yayladaki yaban eriklerinden sırt çantama bir poşet erik topladım.  Erik tam olgunlaşmamış. Ama pestilini, likörünü yapmayı deneyeceğim.
Aluçyayla’da kışın 8-10 baraka görmüştüm ve bunların en azından
yarısının yazın dolu olacağını düşünüyordum. Ancak görünen, sadece birisi doluydu.
Yürümeye başladığımız yere, Baraklı Göleti’nin kenarındaki aracın yanına vardığımızda 20 kilometre yol tepmiş, yorulmuştum.  Mesafeden ziyade, yolu izi olmayan orman içinde yürümek hayli zorlu gelmişti.

Dağlarında, yaylalarında dolaştığımız, Karaağaç mevkiindeki göletini seyrettiğimiz Baraklı’dan transit geçerek evin yolunu tuttuk. Böylesine doğal zenginliklere karşın hızla göç veren ve nüfusu 500’lere kadar  düşen Baraklı Çatak Deresinin kenarında şirin bir yer. Horasanlı Baraklı Dede’ye uzanan geçmişi ile tarihi bir köy. Aşağı Baraklı, Yukarı Baraklı… Nilüfer
Çayı’nın doğuş yerleri vs. zengin bir doğaya sahip..


Yürümeye, dağları, yaylaları, ormanları, köyleri, insanları, velhasıl memleketi tanımaya devam…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder