Doğa yürüyüşlerimizde 29 Ağustos 2019 Perşembe günü Keles
ilçemize bağlı Baraklı köyü
yakınlarındaki Baraklı Göleti ve
tepesinde, zirvesi 2 bin metre olan dağın ormanında, kırlarında, yaylalarında yürüdük.
Uludağ’ın bir kolu gibi duran bu
doğa harikası topraklarda yürürken insan kalem gibi düzgün kerestelik çam
ormanlarına mı, yeşilin bin bir tonu ile renk dünyanızı zenginleştiren bitki
örtüsüne mi, uçsuz bucaksız ve bomboş
yaylalara mı, Nilüfer Barajı dahil pek çok noktaya hayat veren su zenginliğine mi
hayran kalacak, şaşırıyor.
Dağda yürürken, bazen kendinizi doğaya teslim etmek, sadece
rüzgârın salladığı dalların, yaprakların, öten kuşların, akan suların sesini
duymak için tamamen susmak istiyorsunuz…
Çıkardığın tek ses kah ota, çayıra; kah bir kayaya, kah ağaca, kah derenin suyuna;
kah hızlı, kah yavaş toprağa
basarak çıkardığın ayak seslerin… Ya da dokunduğun
bir ağaç, dal, ayağının altında kırılan kuru dallar…
Bazen de bu sessizlikten insani bir tedirginlik
hissediyor, bir anda rastgele bütün gücünle bağırmak, nara atmak, ses çıkarmak,
gürültü yapmak istiyorsun…
Aman ayılar sesimi
uzaktan duysun da önüme çıkıp beni korkutmasın!
Beklenmedik bir saldırıya karşı tamamen savunmasız olmak
gibi bir vaka geliyor aklına…
Bazen de bu duygunun etkisiyle olacak, sadece 3-5 metre
yakınındaki arkadaşınla bağıra bağıra konuşur buluyorsun kendini…
Koza
Dağcılık’ın organizasyonu ile katıldığım “Keşif Gezisi”nde, özel aracımızla Baraklı Göleti’nin kıyısına kadar gittik. Burada aracı park ederek
yürümeye başladık.
Yol boyunca hiç bir yerleşim bölgesi yoktu. Hava
koşullarının da uygun
olması sayesinde, herbiri “kartpostal gibi” diyebileceğim birbirinden güzel, çokça fotoğraf
çekme şansı yakaladık. Baraklı Göleti’nin
kıyısında, Orman İşletmesi’ne ait
depoda traktörlerle sürükleyip getirdikleri çam tomruklarının kabuğunu baltayla
temizlemeye çalışan 5-6 kişilik bir grup işçi ve bir kapalı kasa araca odun kesip
yüklemeye çalışan iki kişi dışında hiç insan görmedik.
Göletin kıyısındaki traktör yolunda başlayan yürüyüşte sürekli
yukarı çıktık… Küçükboğazova’den
sonra çıktığımız Çavuşdüzü’nde rakım
1700 metreye çıkmıştı.
Orman içi yollardan yükselerek 1.800 metreye ulaştığınızda
çevrenizde ağaç göremiyorsunuz. Artık, kırda, çayırdasınız…
Karşınızda neredeyse uçsuz bucaksız bir kır…
Yaylalar,
yaylalar…
Bir yanında İnegöl’e
bağlı Fevziye, Elmaçayırı, diğer
yanında Keles’ebağlı Dağdibi,
Pınarcık ve Sorgun köyleri…
Daha 30-40 sene önce bütün bu köylerin onbinlerce
koyunla, keçiyle, sığırla cıvıl cıvıl yayla yapmalarını düşündüm…
Sadece rüzgarın ve suyun değil, hayvanların, insanların,
çocukların, kadınların, çobanların sesleri ile köy yaşamının en canlı odağı
olan yaylalardı bunlar…
En yüksek noktası
denizden 2 bin metre yükseklikte olan bir dizi tepe arasında yaklaşık 4
kilometrelik “sırt” ya da “bel”in üstünde, aşağıda bir yanda İnegöl, diğer yanda Keles’e bağlı köyleri, mesela Doğa
Parkı adı ile rant
yeri gibi bakılan Gököz’ü,
tarlaları seyrederek yürümek insanın ufkunu açıyor.
Burada öğle molası vermenin, biraz dinlenmenin ve
karnımızı doyurmanın tam zamanıydı. Öyle de yaptık. Ancak ilginç bir durum
oldu. O gün hava sıcak diye sadece bir tişört giymiştim. Oysa yukarısı oldukça
serindi. Birden etrafı sis basınca ısı hızla düştü ve üşümeye başlayınca, çabucak
yeyip, apar topar yola devam ettik. İyi ki yağmur yağmadı, resmen
hazırlıksızdım. “Dağ bu, ne olacağı
belli olmaz” sözünü boşuna söylememişler…
Bu yürüyüşte, neredeyse temelli unutmak üzere olduğum bir
ses duydum: Bir akbaba.
Ses ormanın derinliklerinde, ağaçların arasından geliyordu, akbabayı
görmedim. Yırtıcı kuşların en heybetlisi olan ve çoğunlukla beyaz kuzgunların
çevresinde dolaştığı leşlerin tepesine konup çevreye meydan okurken hatırladığım
akbabaların gündüz saatlerde sesini duymak da varmış!
Tokat Dumanlı
Yaylası’nda ay ışığında sığırları yağmurdan korumak için
bıraktığımız “Aşağı Alan”da, koskoca
bir kayın ağacının tepesinde birer heykel gibi hareketsiz duran iki akbabanın
hafızamdan bunca sene silinmediğini fark ettim.
Çukurçayır,
Aluçyayla….
Şimdi hedef Çukurçayır.
Yukarıda her tepenin, her çeşmenin, her düzlüğün mutlaka
bir adı vardır. Yaşanmışlıklarla doludur
hepsi. Zaten, ilelebet sahipsiz bir memleket eşyanın tabiatına aykırı
olmalı!
Bu bölge aslında Bursa’ya
altmış küsur kilometre uzaklıkta. Oylat
civarına da uzak değil. Tepenin birisine traktör yolu yapılmış. Gezi
rotalarında varmış artık.
Ama ne bu tepenin, ne belin, ne buz gibi suyunu içtiğimiz
pınarların adını biliyorum.
İlk hedef Çukurçayır
ama burada yol, patika vs. yok. Rastgele orman içi yollardan, hayli zorlu bir ormanlık
alandan Çukurçayır’a inince rahat
bir nefes aldık.
Çukurçayır’a
araçla aşağıdan bozuk bir toprak yolla da çıkılabiliyormuş anlaşılan. Bir
otomobil görünüyor. Çevrede birisi ayakta, ikisi yatıp geviş getiren 3 sığır dışında
bir şey yok.
Dört yanı çam ağaçlarıyla süslü, yemyeşil otlarla kaplı bir
yer Çukurçayır. Cennetten bir köşe gibi
duruyor. Orta yerde ağaç yalağına sığmayan coşkun bir pınar.
Oradan indik
Aluçyayla’ya…
Aluçyayla’ya
geçtiğimiz kış, yoğun kar yağışı altında gitmiştik. Kar fırtınasından derme
çatma duvarının dibine sığınıp yemek yediğimiz ve donmamak için alelacele
yürüyüşe devam ettiğimiz bu yayla evi yine boştu. Ancak bu sefer çevresindeki
aletlere, bekçilik görevi yapan iki köpeğe bakılırsa yakınlarda birileri
olmalıydı.
Kimseyi görmedik. Sadece çocuk yaşlarda bir çobanın,
koyunlara seslendiğini duyduk.
Aluçyayla’daki
pınarda su içtik, biraz dinlendik, oyalandık. Ve yayladaki yaban eriklerinden
sırt çantama bir poşet erik topladım. Erik tam olgunlaşmamış. Ama pestilini,
likörünü yapmayı deneyeceğim.
Aluçyayla’da
kışın 8-10 baraka görmüştüm ve bunların en azından
yarısının yazın dolu
olacağını düşünüyordum. Ancak görünen, sadece birisi doluydu.
Yürümeye başladığımız yere, Baraklı Göleti’nin kenarındaki aracın yanına vardığımızda 20 kilometre
yol tepmiş, yorulmuştum. Mesafeden
ziyade, yolu izi olmayan orman içinde yürümek hayli zorlu gelmişti.
Dağlarında, yaylalarında dolaştığımız, Karaağaç mevkiindeki göletini
seyrettiğimiz Baraklı’dan transit
geçerek evin yolunu tuttuk. Böylesine doğal zenginliklere karşın hızla göç
veren ve nüfusu 500’lere kadar düşen Baraklı Çatak Deresinin kenarında şirin bir yer. Horasanlı Baraklı Dede’ye uzanan geçmişi ile tarihi bir köy. Aşağı Baraklı, Yukarı Baraklı… Nilüfer
Çayı’nın
doğuş yerleri vs. zengin bir doğaya sahip..
Yürümeye, dağları, yaylaları, ormanları, köyleri,
insanları, velhasıl memleketi tanımaya devam…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder