Doğa
yürüyüşlerimizde 8 Eylül 2019 Pazar
günü Uludağ’ın eteğindeki Alaçam’dan başlayıp zirvenin hemen
altındaki göllere yürüdük. Bazı aksaklıklar yüzünden hemen tepemizde duran Uludağ Büyük Zirve’ye tırmanamadık,
ancak doğrusu Uludağ konusunda bu yürüyüş bana başka türlü “zirve”ler yaşattı; havanın da güzel gitmesi sayesinde harika bir
gün geçirdik. Milyonların yaşadığı koca bir kentin hemen tepesinde uçsuz
bucaksız; ıssız dağlar, kimsesiz yaylalar…
Tepemizdeki doğa
harikası topraklarda yürürken, insan doğayı sevip korumakla onu terk etmek, ya
da hoyratça yağmalamak, tahrip etmek arasındaki gel-gitlerimizi düşünmeden
edemiyor.
Pırıl pırıl akan
coşkun suları, zengin otlak ve yaylaları, ormanları ile aslında dünya kültüründeki “kutsal dağ” kültüründe sayılı mekanlardan birisi olan bu
topraklarda yürürken, kah
karşında bir çok yayladan oluşan kırın daha 30-40 sene önceki cıvıl cıvıl haline, kah Olimpos, Keşiş/Ruhban Dağı adları ile (Bu Keşiş Dağız galiba Osmanlı döneminde buradaki dinsel mekanlar nedeniyle kullanılmış) ile binlerce yıllık belge gibi duruşuna dalıp gidiyorsunuz...
karşında bir çok yayladan oluşan kırın daha 30-40 sene önceki cıvıl cıvıl haline, kah Olimpos, Keşiş/Ruhban Dağı adları ile (Bu Keşiş Dağız galiba Osmanlı döneminde buradaki dinsel mekanlar nedeniyle kullanılmış) ile binlerce yıllık belge gibi duruşuna dalıp gidiyorsunuz...
Türkiye
Cumhuriyeti döneminde bile (1925) Uludağ
adı verilerek bu dağa bir “ulu” olma durumu atfedildiğine göre, şu üzerinde yürüdüğümüz
ıssız, serin toprakların sıradan bir dağ olmadığını hissediyorsunuz.
Koza Dağcılık Kulübü organizasyonunda minibüslerle Bursa merkezden Kestel’e bağlı Alaçam köyüne (mahalle) gittik. Uludağ’ın eteğinde yemyeşil ormanla
çevrili Alaçam’ın biraz yukarısındaki “Nazo
Tesisleri” kamp alanında Özcan Yüksek’in katıldığı “Masal Kampı” adı ile hoş bir akşam
geçiren dostlarımızın da katılması ile yaklaşık 80 doğasever, araçlarla “Kapı”ya kadar çıkmayı,
yürümeye oradan başlamayı planlıyorduk. Ancak, Alaçam’dan sonra yol asfalt değildi, bozuk toprak stabilize yol hayli de dik olunca aracımız birkaç kilometre yukarıdaki İzci Kampı’na kadar ancak çıkabildi. Araçlar toprak yolda patinaja tutuldu, indik, yürüdük, ittik vs. .
yürümeye oradan başlamayı planlıyorduk. Ancak, Alaçam’dan sonra yol asfalt değildi, bozuk toprak stabilize yol hayli de dik olunca aracımız birkaç kilometre yukarıdaki İzci Kampı’na kadar ancak çıkabildi. Araçlar toprak yolda patinaja tutuldu, indik, yürüdük, ittik vs. .
Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan Alaçam
İzcilik Kamp Alanı’nda araçlardan inmek
zorunda kaldık. Büyükşehir Belediyesi’ne ait çadırlarda görevliler dışında kalanların büyük bölümü 17 yaş altı çocuklar. “Yavrukurt”, “İzci”…
zorunda kaldık. Büyükşehir Belediyesi’ne ait çadırlarda görevliler dışında kalanların büyük bölümü 17 yaş altı çocuklar. “Yavrukurt”, “İzci”…
Kursa katılanların
eğitimleri varmış. Ayak üstü konuşuyoruz.
“Eğitimde ne var” diye
sorduğum genç “Ok atmayı, ata binmeyi öğrendim”
diyor.
“Ne zaman kılıç kuşanıyorsun” diye
takılıyorum, gülüşüyoruz.
Bu İzcilik Kampı’na katılmak ücretli
değilmiş. Belediyenin bir hizmeti ve isteyenlerin Merinos Atatürk KKKM’deki büroya başvurması gerekiyormuş. Katılan çocukları hayli motive olmuş görmek güzeldi.
değilmiş. Belediyenin bir hizmeti ve isteyenlerin Merinos Atatürk KKKM’deki büroya başvurması gerekiyormuş. Katılan çocukları hayli motive olmuş görmek güzeldi.
Bu durumda
rotamızda değişiklik olacaktı. Rehberimiz, tam İzcilik Kamp Alanı’nın içinden geçen bir patikayı kullanmak
istediğinde, kamp görevlilerinin “Yassah hemşerim” tavrı ile karşılaştık.
Sonuçta biraz daha üst kotlardan yeni ve orman içi ve dik bir rota ile
tırmanmaya başladık.
Aslında doğa
yürüyüşlerinde araç yolu tercih edilmez. Zira kendini doğanın kollarına atan
kimse gelip geçen araçların egzozunu koklamak istemez. Ayrıca çayırda, orman
içinde, ota, taşa, çamura, toprağa, ağaca basmak, asfalt yola basmaktan sizi
daha çok dinlendirir.
Hedefimiz göller bölgesi…
Alaçam’dan itibaren yemyeşil ormanların içinde yürüyoruz. Aslında sağda solda,
patikalar var, ama göllere çıkmıyor patikalar… Belli ki, geçmişte bu civarda
bulunan yaylalara giden patikalar bunlar. Çoğu da kaybolmuş. Tabi bu
yaylalardan eser kalmamış. Sadece birkaç
çoban barakası görebildik. Uzaktan
tuvalet kabini gibi, küçük ve basit bir yapı.
Üzerinden
geçtiğimiz derelerde akan su pırıl pırıl.
İlk kez yere
eğilip, dereden su içtim…
Dağda, rakım 1800-1900
metreye ulaşınca artık ormanlar bitiyor.
2.200-300
metreden yukarısında artık ağaç değil, verimli otlak da göremiyorsunuz.
Göllerin
bulunduğu bölge 2.250-2.350 metre yükseklikte.
2.400 metreye
doğru ise neredeyse her taraf taş kaya… Yeşillik büyük ölçüde bitiyor.
Tepesinde 2.545
metre yazan Uludağ Büyük Zirve’den
aşağıya bakınca göller ne kadar da düzlük, çayır çimen
içinde görünmüştü!
içinde görünmüştü!
Oysa aşağıdan
göle yaklaşırken böyle bir şey göremiyorsunuz.
Her göl, bir
tepeciğe tırmandıktan sonra önünüze çıkan kocaman bir çukurda!
Uludağ Göller
Bölgesi’nde 3 göl gezdik.
İşte ‘buzul gölleri’ndeyiz!
Buradaki göllere “Buzul Göl” deniyor
da, buzun bu gölün oluşmasında nasıl bir oynadığını, gölü nasıl biçimlendireceğini doğrusu anlamış değilim. Bunlar sanki volkanik çukurlarda oluşmuş göller gibi duruyor. Her halde jeologların açıklaması lazım bunu.
da, buzun bu gölün oluşmasında nasıl bir oynadığını, gölü nasıl biçimlendireceğini doğrusu anlamış değilim. Bunlar sanki volkanik çukurlarda oluşmuş göller gibi duruyor. Her halde jeologların açıklaması lazım bunu.
Göller bölgesine,
Alaçam’dan araç yolu var. Ancak çok dik ve toprak bir yol.
Bu yolu
kullanarak dörtçeker arazi araçları ile toz duman içinde göllere
çıkan vatandaşları görüyoruz. Birkaç tanesi göl kenarına çadır kurmuş.
çıkan vatandaşları görüyoruz. Birkaç tanesi göl kenarına çadır kurmuş.
“Avlanmak ve Kamp Yapmak
Yasaktır” tabelası
yerde yatıyor!
Bir de bağırta
bağırta eski model otomobilerle şen
şakrak göllere çıkan kafadarlar var.
Üst kotta
araçların geçtiği bu toprak yolda yürüyoruz.
İlk durağımız
Karagöl…
Ardından Kilimligöl ve zirvenin dibindeki Buzlugöl.
Aslında plan dört
gölün dördünü de görmek, zirveye tırmanmak…
Ancak hem sabah
araçta başlayan terslikler, hem grubun kalabalık olması ve açıkçası parkuru “kolay” sanıp hazırlıksız gelmeler
yüzünden hayli gecikmiştik. Bu yüzden Aynalıgöl
ve zirveye tırmanmaktan vazgeçildi.
Öğle molasını Kilimli Göl’de verdik. Göl
manzarasında, iki gölün arasındaki pınardan aldığımız bu gibi suyu içerek
karnımızı doyurduk.
Hazırlıksız
gittiğim için gölde yüzme hayalim askıda kaldı. Sadece bir arkadaşımız suda
yüzebildi. Çok soğukmuş.
Bu göllerde su
tertemiz… İçinde balık var mıdır, anlamadım. Ancak gölün çevresinde biz
yaklaşınca, canını ürkmüş bir sürü gibi koşarak suya atan küçük kurbağalar…
Gölde su içmeye
çalışan koyun ve de ayı izi görebildik.
Burada koyunların
ne işi var mı diyorsunuz? Koyunlar yaz aylarında sürekli tepelere, serin
yerlere doğru çıkarak otlanmayı sever… Aslında aşağıda, dağın eteklerinde ot
daha fazladır. Ancak sırtlarındaki yünün sıcaklığı, onları sürekli serin,
yüksek tepelere yöneltir…
Gölleri
dolaştıktan sonra inişe geçiyoruz…
Bugün ilk defa Uludağ’ın tepelerinden Bursa ovasını net görebiliyorum!
Demek ki hava
rüzgarlı, kentin üstündeki kirli sarı bulut tabakası kalkmış bugün...
Görüntü ilk defa
bu kadar net!
Bursa Ovası var aşağıda; ama “ova” olmaktan çoktan çıkmış.
Her taraf beton
yığını, bina…
Gürsu TOKİ, sanayi, konut alanları...
Araya sıkışmış
yeşil bahçeler…
Gölbaşı da olmasa görüntü tamamen kaya renginde..
Sis bizi unutmuyor…
Güneşli bir
günde, güneyden gelen ve zirveden yavaş yavaş üzerimize doğru inen bir sis
kitlesi yaklaşıyor.
Hava tahminleri “yağış yok” da dese, yağmurluğum
yanımda…
Malum dağlar
sürprizi sever!
Dönüş rotamız, Orhaniye köyünden yukarı çıkan bir
toprak yol.
Bu yol, Alaçam’dan çıkan yoldan daha
bozuk.
Hayli iddialı bir
dörtçeker pikap keskin bir mazot kokusu ve duman eşliğinde gürültüyle yolda
kalıyor, çıkamıyor.
Ve bu yolun da
başlangıcında, aşağıda, Orhaniye
köyü tepelerinde bir “Kapı” varmış. Kapı’daki levhada, “Araç girişi yasaktır” yazıyor. Yayalar
için de “Bu alana girmek tehlikeli ve
yasaktır” levhası var.
Ancak pratikte “Yürümeye gözü kesen yayalar ile arabasına
güvenenler hariç” levhası var gibi…
Alaçam’ı birkaç kez görmüştüm, ama Orhaniye’yi
ilk kez gördüm.
Orhaniye’ye indiğimizde akşam olmuş, güneş batmıştı. 24 kilometre yürümüş, yorulmuştuk. Köyü çok fazla seyredemedik. Ancak
ormanın, yemyeşil doğanın içinde, saklı cennetlerden birisi.
Orhaniye merkezdeki ahşap kaplı hoş bir kahvehanede akşam çayı içtik. Hem çayların
güzelliği, hem uygun fiyatı (50 kuruş) hem de işleyiş dikkatimi çekince bir
yaşlıyla sohbet etmek istedim.
“Kooperatiften çok memnunuz. Bu köyde ahududu, çilek ne varsa üretim kooperatife
teslim ediyoruz. Kooperatif bizim adımıza fabrikalarla anlaşıyor, bize paramızı
veriyor” sözlerini duymak
sevindirici.
Ayrıca örneğin
dağdan borularla su getirilmesi konusunda da kooperatif devrede imiş. Bir su
şirketinden köyün aylık 15 bin lira geliri varmış.
Saitabat’tan itibaren Osmaniye, Orhaniye,
Gözede, Alaçam, Lütfiye, Kozluören, Şevketiye, Sayfiye’ye doğru geniş bir
alanda geleneksel köy yaşamı yerini yeni bir şekle terk ediyor.
Artık buralarda
tarla ve bahçeler “villalık arsa”
diye satışta. Şehrin stresinden kaçan pek çok insan bahçe içinde evler yapmış.
Ancak planlı bir durum olmadığı için sorunları da hayli çok görünüyor. Fiili
bir yapılaşma durumu var.
“Alalım bir tarla, bahçe üzerine ev yapalım”
yaklaşımının modern şehircilikte karşılığı nedir diye düşünerek, burada
yaşananları anlamak mümkün.
Meyvenin,
sebzenin her türlüsü yetişen, mümbit topraklar..
Köy/mahalle
merkezlerine kadar uzanan asfalt yol, köy merkezine belediye otobüs durağı ve
ışıklı tabela, sokaklara kilitli parke… Bir şekilde yapılan evlere içmesuyu,
altyapı… Ve kapıda bütün köylerde kâbus gibi beklenen Emlak Vergisi uygulaması…
Ne otlaklar,
meralar, ne yaylalar, ormanlar, ne de ekili dikili alanlar belediyenin defterine girememiş henüz.
Yürümeye, Uludağ’ı, köyleri, buzul krater göllerini,
terk edilmiş yaylaları, köyleri velhasıl memleketi tanımaya devam…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder