11 Eylül 2019 Çarşamba

Alaçam’dan Göller Bölgesi’ne Uludağ…



Doğa yürüyüşlerimizde 8 Eylül 2019 Pazar günü Uludağ’ın eteğindeki Alaçam’dan başlayıp zirvenin hemen altındaki göllere yürüdük. Bazı aksaklıklar yüzünden hemen tepemizde duran Uludağ Büyük Zirve’ye tırmanamadık, ancak doğrusu Uludağ konusunda bu yürüyüş bana başka türlü “zirve”ler yaşattı;  havanın da güzel gitmesi sayesinde harika bir gün geçirdik. Milyonların yaşadığı koca bir kentin hemen tepesinde uçsuz bucaksız; ıssız dağlar, kimsesiz yaylalar…
Tepemizdeki doğa harikası topraklarda yürürken, insan doğayı sevip korumakla onu terk etmek, ya da hoyratça yağmalamak, tahrip etmek arasındaki gel-gitlerimizi düşünmeden edemiyor.
Pırıl pırıl akan coşkun suları, zengin otlak ve yaylaları, ormanları ile aslında  dünya kültüründeki “kutsal dağ” kültüründe sayılı mekanlardan birisi olan bu topraklarda yürürken, kah
karşında bir çok yayladan oluşan kırın daha 30-40 sene önceki cıvıl cıvıl haline, kah Olimpos, Keşiş/Ruhban Dağı adları ile (Bu Keşiş Dağız galiba Osmanlı döneminde buradaki dinsel mekanlar nedeniyle kullanılmış) ile binlerce yıllık belge gibi duruşuna dalıp gidiyorsunuz...
Türkiye Cumhuriyeti döneminde bile (1925) Uludağ adı verilerek bu dağa bir “ulu” olma durumu atfedildiğine göre, şu üzerinde yürüdüğümüz ıssız, serin toprakların sıradan bir dağ olmadığını hissediyorsunuz.
Koza Dağcılık Kulübü organizasyonunda minibüslerle Bursa merkezden Kestel’e bağlı Alaçam köyüne (mahalle) gittik. Uludağ’ın eteğinde yemyeşil ormanla çevrili Alaçam’ın biraz yukarısındaki “Nazo Tesisleri”  kamp alanında Özcan Yüksek’in katıldığı “Masal Kampı” adı ile hoş bir akşam geçiren dostlarımızın da katılması ile yaklaşık 80 doğasever, araçlarla “Kapı”ya kadar çıkmayı,
yürümeye oradan başlamayı planlıyorduk. Ancak, Alaçam’dan sonra yol asfalt değildi, bozuk toprak stabilize yol hayli de dik olunca aracımız birkaç kilometre yukarıdaki İzci Kampı’na kadar ancak çıkabildi.  Araçlar toprak yolda patinaja tutuldu, indik,  yürüdük, ittik vs. .
Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan Alaçam İzcilik Kamp Alanı’nda araçlardan inmek
zorunda kaldık. Büyükşehir Belediyesi’ne ait çadırlarda görevliler dışında kalanların büyük bölümü 17 yaş altı çocuklar. “Yavrukurt”, “İzci”…
Kursa katılanların eğitimleri varmış. Ayak üstü konuşuyoruz.  Eğitimde ne var” diye sorduğum genç “Ok atmayı, ata binmeyi öğrendim” diyor.
Ne zaman kılıç kuşanıyorsun” diye takılıyorum, gülüşüyoruz.
Bu İzcilik Kampı’na katılmak ücretli
değilmiş. Belediyenin bir hizmeti ve isteyenlerin Merinos Atatürk KKKM’deki büroya başvurması gerekiyormuş. Katılan çocukları hayli motive olmuş görmek güzeldi.
Bu durumda rotamızda değişiklik olacaktı.  Rehberimiz, tam İzcilik Kamp Alanı’nın içinden geçen bir patikayı kullanmak istediğinde, kamp görevlilerinin  Yassah hemşerim” tavrı ile karşılaştık. Sonuçta biraz daha üst kotlardan yeni ve orman içi ve dik bir rota ile tırmanmaya başladık.
Aslında doğa yürüyüşlerinde araç yolu tercih edilmez. Zira kendini doğanın kollarına atan kimse gelip geçen araçların egzozunu koklamak istemez. Ayrıca çayırda, orman içinde, ota, taşa, çamura, toprağa, ağaca basmak, asfalt yola basmaktan sizi daha çok dinlendirir.

Hedefimiz göller bölgesi…

Alaçam’dan itibaren yemyeşil ormanların içinde yürüyoruz. Aslında sağda solda, patikalar var, ama göllere çıkmıyor patikalar… Belli ki, geçmişte bu civarda bulunan yaylalara giden patikalar bunlar. Çoğu da kaybolmuş. Tabi bu yaylalardan eser kalmamış.  Sadece birkaç çoban barakası görebildik.  Uzaktan tuvalet kabini gibi, küçük ve basit bir yapı.
Üzerinden geçtiğimiz derelerde akan su pırıl pırıl.
İlk kez yere eğilip, dereden  su içtim…
Dağda, rakım 1800-1900 metreye ulaşınca artık ormanlar bitiyor.
2.200-300 metreden yukarısında artık ağaç değil, verimli otlak da göremiyorsunuz.
Göllerin bulunduğu bölge 2.250-2.350 metre yükseklikte.
2.400 metreye doğru ise neredeyse her taraf taş kaya… Yeşillik büyük ölçüde bitiyor.
Tepesinde 2.545 metre yazan Uludağ Büyük Zirve’den aşağıya bakınca göller ne kadar da düzlük, çayır çimen
içinde görünmüştü!
Oysa aşağıdan göle yaklaşırken böyle bir şey göremiyorsunuz.
Her göl, bir tepeciğe tırmandıktan sonra önünüze çıkan kocaman bir çukurda!  
Uludağ Göller Bölgesi’nde 3 göl gezdik.

İşte ‘buzul gölleri’ndeyiz!

Buradaki göllere “Buzul Göl” deniyor
da, buzun bu gölün oluşmasında nasıl bir oynadığını, gölü nasıl biçimlendireceğini doğrusu anlamış değilim. Bunlar sanki volkanik çukurlarda oluşmuş göller gibi duruyor. Her halde jeologların açıklaması lazım bunu.
Göller bölgesine, Alaçam’dan araç yolu var. Ancak çok dik ve toprak bir yol. 
Bu yolu kullanarak dörtçeker arazi araçları ile toz duman içinde göllere
çıkan vatandaşları görüyoruz. Birkaç tanesi göl kenarına çadır kurmuş.
“Avlanmak ve Kamp Yapmak  Yasaktır” tabelası yerde yatıyor!
Bir de bağırta bağırta eski model otomobilerle  şen şakrak göllere çıkan kafadarlar var.
Üst kotta araçların geçtiği bu toprak yolda yürüyoruz.

 İlk durağımız Karagöl…

Ardından Kilimligöl ve zirvenin dibindeki Buzlugöl.
Aslında plan dört gölün dördünü de görmek, zirveye tırmanmak…
Ancak hem sabah araçta başlayan terslikler, hem grubun kalabalık olması ve açıkçası parkuru “kolay” sanıp hazırlıksız gelmeler yüzünden hayli gecikmiştik. Bu yüzden Aynalıgöl ve zirveye tırmanmaktan vazgeçildi.
Öğle molasını Kilimli Göl’de verdik. Göl manzarasında, iki gölün arasındaki pınardan aldığımız bu gibi suyu içerek karnımızı doyurduk.
Hazırlıksız gittiğim için gölde yüzme hayalim askıda kaldı. Sadece bir arkadaşımız suda yüzebildi. Çok soğukmuş.
Bu göllerde su tertemiz… İçinde balık var mıdır, anlamadım. Ancak gölün çevresinde biz yaklaşınca, canını ürkmüş bir sürü gibi koşarak suya atan küçük kurbağalar…
Gölde su içmeye çalışan koyun ve de ayı izi görebildik.
Burada koyunların ne işi var mı diyorsunuz? Koyunlar yaz aylarında sürekli tepelere, serin yerlere doğru çıkarak otlanmayı sever… Aslında aşağıda, dağın eteklerinde ot daha fazladır. Ancak sırtlarındaki yünün sıcaklığı, onları sürekli serin, yüksek tepelere yöneltir…

Bursa’yı görüyoruz!

Gölleri dolaştıktan sonra inişe geçiyoruz…
Bugün ilk defa Uludağ’ın tepelerinden Bursa ovasını net görebiliyorum!
Demek ki hava rüzgarlı, kentin üstündeki kirli sarı bulut tabakası kalkmış bugün...
Görüntü ilk defa bu kadar net!
Bursa Ovası var aşağıda; ama  ova” olmaktan çoktan çıkmış.
Her taraf beton yığını, bina…
Kestel’de Küçük Sanayi Sitesi için parsellenip, köstebek gibi kazılan, öylece duran topraklar…
Gürsu TOKİ, sanayi, konut alanları...
Araya sıkışmış yeşil bahçeler…
Gölbaşı da olmasa görüntü tamamen kaya renginde..


Sis bizi unutmuyor…

Güneşli bir günde, güneyden gelen ve zirveden yavaş yavaş üzerimize doğru inen bir sis kitlesi yaklaşıyor.
Hava tahminleri “yağış yok” da dese, yağmurluğum yanımda…
Malum dağlar sürprizi sever!
Yağmur yağmasa da bir an önce
yağmurluk montumu giyiyorum. Yoksa üşüyeceğim resmen...
Dönüş rotamız, Orhaniye köyünden yukarı çıkan bir toprak yol.
Bu yol, Alaçam’dan çıkan yoldan daha bozuk. 
Hayli iddialı bir dörtçeker pikap keskin bir mazot kokusu ve duman eşliğinde gürültüyle yolda kalıyor, çıkamıyor.
Toprak yolda yürümek, hiç yolu izi olmayan alanda yürümekten daha zormuş…
Ve bu yolun da başlangıcında, aşağıda, Orhaniye köyü tepelerinde bir “Kapı” varmış. Kapı’daki levhada, “Araç girişi yasaktır” yazıyor. Yayalar için de “Bu alana girmek tehlikeli ve yasaktır” levhası var. 
Ancak pratikte “Yürümeye gözü kesen yayalar ile arabasına güvenenler hariç” levhası var gibi…
Yol boyunca yukarıdan aşağı su taşıyan boruları, kapalı su depolarını vs. görüyoruz.
Alaçam’ı birkaç kez görmüştüm, ama Orhaniye’yi ilk kez gördüm.
Orhaniye’ye indiğimizde akşam olmuş, güneş batmıştı. 24 kilometre yürümüş, yorulmuştuk. Köyü çok fazla seyredemedik. Ancak ormanın, yemyeşil doğanın içinde, saklı cennetlerden birisi.
Orhaniye merkezdeki ahşap kaplı hoş bir kahvehanede akşam çayı içtik. Hem çayların güzelliği, hem uygun fiyatı (50 kuruş) hem de işleyiş dikkatimi çekince bir yaşlıyla sohbet etmek istedim.
Meğer bu kahvehane SS Kestel Orhaniye Tarımsal Kalkınma Koopeatifi’ne aitmiş.
“Kooperatiften çok memnunuz.  Bu köyde ahududu, çilek ne varsa üretim kooperatife teslim ediyoruz. Kooperatif bizim adımıza fabrikalarla anlaşıyor, bize paramızı veriyor” sözlerini duymak sevindirici.
Ayrıca örneğin dağdan borularla su getirilmesi konusunda da kooperatif devrede imiş. Bir su şirketinden köyün aylık 15 bin lira geliri varmış.
Saitabat’tan itibaren Osmaniye, Orhaniye, Gözede, Alaçam, Lütfiye, Kozluören, Şevketiye, Sayfiye’ye doğru geniş bir alanda geleneksel köy yaşamı yerini yeni bir şekle terk ediyor.
Artık buralarda tarla ve bahçeler “villalık arsa” diye satışta. Şehrin stresinden kaçan pek çok insan bahçe içinde evler yapmış. Ancak planlı bir durum olmadığı için sorunları da hayli çok görünüyor. Fiili bir yapılaşma durumu var. 
Alalım bir tarla, bahçe üzerine ev yapalım” yaklaşımının modern şehircilikte karşılığı nedir diye düşünerek, burada yaşananları anlamak mümkün.
Meyvenin, sebzenin her türlüsü yetişen, mümbit topraklar..
Bugün bu toprakların geleceğinden sorumlu Büyükşehir Belediyesi ne mi yapıyor?
Köy/mahalle merkezlerine kadar uzanan asfalt yol, köy merkezine belediye otobüs durağı ve ışıklı tabela, sokaklara kilitli parke… Bir şekilde yapılan evlere içmesuyu, altyapı… Ve kapıda bütün köylerde kâbus gibi beklenen Emlak Vergisi uygulaması…
Ne otlaklar, meralar, ne yaylalar, ormanlar, ne de ekili dikili alanlar  belediyenin defterine girememiş henüz.


Yürümeye, Uludağ’ı, köyleri, buzul krater göllerini, terk edilmiş yaylaları, köyleri velhasıl memleketi tanımaya devam…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder