19 Kasım 2019 Salı

Osmaniye köyü 'hobi bahçesi', şehirlilere 'dağ evi' oluyor...

Köyde villa tarzı 'şehirli' evleri dikkat çekiyor

Osmaniye’nin çehresi değişmiş…Tarım ve hayvancılığın bittiği orman köyleri, “dağ evi” ve “hobi bahçeleri” ile yeni bir görüntüye kavuşuyor!


Dursun EROĞLU


Doğa gezilerimizde 15 Kasım 2019 Cuma günü Bursa’nın Orhaneli ilçesine bağlı Osmaniye (Çatak) köyü civarındaki ormanlarda yürüdük. Kocayaren tepesindeki gözetleme kulesinden çevreyi izledik. Orhaneli’deki termik santralın bacasından yükselen kirli bulutların çöktüğü, mermer  ve krom ocaklarının altını  üstüne getirdiği, moloz yığınına dönüşmüş ormanları gördük…
Traktörlerin yerini cipler almış
Zümrüt yeşili çam ormanları hoyratça talan edilirken, köylerin boşalması, hayvan sürülerinin neredeyse tamamen ortadan kalkması, dağları, ormanları samanlığa çevirmiş. Her yanda diz boyu ot… Ormanın içinde bu mevsimde bile dize çıkan yeşil ve yazdan kalma kuru otlar…
İnsan samanlığa dönüşen bu ormanlara bakınca, niye pahalı ve kalitesiz et yemeye mahkûm olduğumuzu daha iyi anlıyor… Ucuz ve kaliteli, bol etin kaynağı tam da karşımızda öylece duruyor…
Geleneksel köy yaşamının bittiği topraklarda yeni moda hobi bahçeleri, dağ evleri…

Koza Dağcılık Kulübü’nün “keşif gezisi” kapsamında rehberimiz Harun Hocamızın (Bayram) peşine düştük ve özel araçla Bursa’dan Orhaneli yolu, Erenler civarında ayrılarak Osmaniye’ye vardık.
Osmaniye’nin eski adı Çatak. “Çatak”, adından anlaşılacağı gibi, birkaç derenin kesiştiği bir yer. Şırıl şırıl akan dereleri, çam ormanları…

Bahçeler terk edilmiş gibi duruyor. 
‘MAHALLE’ OLMAK BU GALİBA…

Daha köye girerken, “villa” tipi konutlar dikkatinizi çekiyor. Evet evet, burası artık bildiğimiz “köy” olmaktan çoktan çıkmış. Sağımızda solumuzda gördüğümüz bahçelerin neredeyse hiç birinde ekim dikim yok. Çevrede ahır, hayvan göremiyoruz.
Plansız, düzensiz yapılmış da olsa köy fiilen sayfiye yeri gibi.
Evlerin bahçesinde meyve sebze yerine oyuncaklar, barbekü, altında oturulan çardaklar… Ahşam mobilyalar…

Eski bir hızarhane… Çardak, kamelya, piknik masaları…
Traktör garajı gibi görünen yerde dörtçeker cip…
Çevrede kimseyi göremiyoruz. Ancak bu evlerin sahiplerinin şehirde yaşadığı, parayı orada kazandığı, yazları burayı şenlendirdiklerini hemen anlıyorsunuz. Zaten sabah çayını içtiğimiz kahvehanedeki köylü, “Burası yazın kalabalıktır. Yollar, sokaklar arabayla dolar. Bakmayın böyle tenha olduğuna” diyor.
Köyde kış mevsiminde 15 civarında hane kalırmış. Ama yazın 50 haneye çıkarmış.
Eski bir hızarhane, bıçkı atölyesi
Çatak, Nalınlar, Göktepe , Dağakçaköy, Uluçam, Göynükbelen ve Topuk köyleri arasında adeta bir doğal cennet.

‘KENDİ YAPTIĞIMIZ BİNAYA KİRA ÖDÜYORUZ!’

Orhaneli Kaymakamlığı’nın sitesine  göre bu mahallede “İmar var”. Doğrusu herkesin istediği yerde bir bahçe alıp üzerine kafasına göre ev yaptığı bir yerde imar olması ne anlama gelir ben anlayamadım.
Köydeki ekmek fırını bir tür barbekü olmuş
Ancak köylünün “devletin alakası”ndan çok da memnun olmadığı sonucuna vardım. Mesela gürül gürül akan çeşmelerin olduğu köyde belediyenin suyu para ile satması… 
Kahvehane ve köy konağının olduğu binayı göstererek, “Bu binayı biz köylüler olarak kendimiz yaptık. Belediye geldi buraya el koydu. Şimdi belediyeye kira ödüyoruz. Bu nasıl iş” diyor birisi…

Köyde tarım ve özellikle hayvancılığın sona ermesi, garip bir şekilde dışarıdan gelip bahçe satın alarak ev yapanların sayısını artırmış. Dışarıdan gelenlerin çoğu burada doğmuş, büyük şehirlerde yaşayan insanlarmış. Arada, “Onların arkadaşları, tanıdıkları falan” da olurmuş..
Çatak’ta sadece çay içmedik, ilk kez sabah kahvaltımızı da buradaki kahvehanede yaptık.
Ormanlar adeta samanlık gibi 
Kahvaltıdan sonra patikadan çam ormanına doğru yükselmeye başladık.

ORMANLAR SAMANLIK GİBİ

Köyün dışına doğru çıktıkça bahçelerin, tarlaların terk edilmiş olması  dikkatimi çekiyordu.  Ormanda gezerken, baktık ki çevrede her her dize kadar ot… Demek ki sadece Osmaneli değil, çevredeki köylerde de pek sürü,
çoban kalmamış. Sadece koyun ve keçi değil sığırları bile yılın en azından yarısında bedava besleyecek, hem de en doğalından et, süt verecek bereketli doğa karşımızda sahipsiz, öylece duruyor.
Bu otlara baktığımda, kasaptan marketten neden pahalı ve hormonlu, sağlıksız etleri, küspe ve ilaçlarla ahırlarda beslenen hayvanların sütlerini hem de
Kocayaren yangın gözetleme kulesi..
üreticisini mutlu etmeyen kazık fiyatlardan satın alışımız geliyor gözümün önüne…
Çam ormanlarından, “orman yolu”ndan çıktığımız Kocayaren Tepesi çevreyi seyretmek için harika bir yer. Buraya boşuna “Kocayaren Yangın Gözetleme Kulesi” dememişler.

TERMİK SANTRAL BOĞUYOR!

Bir yanda Uludağ, diğer yanımızda Orhaneli…
Uzaktan bakıyoruz…

Soğukpınar, Bağlı, Uludağ Oteller Bölgesi TRT vericileri, Dolubaba, Kirazlı, Hüseyinalan, Tuzaklı…
Orhaneli Erenler civarı mermer ve krom ocakları… Ormanın yeşilliğini bozan moloz yığını gibi…
Veee karşımızda kocaman iki tane baca…
Eskiden “Vapur bacası gibi” denirdi.
Karşımızdaki manzara ondan da öte!
Santralın dumanından Orhaneli görünmüyor.
Orhaneli Termik Santralı’nın bacalarından çıkan dumanlar Orhaneli’yi görünmez kılıyor.
Rüzgarın hayli güçlü olduğunu, termik santralın üzerinden yükselen kirli bulutun Uludağ yönüne yükseldiğini görüyoruz.
Bacalardan geniş olanı “soğutma kulesi”. Oradan sıcak buhar çıkıyor. Beyaz bulutlar bir süre sonra gökyüzünde kayboluyor.
Ama yanındaki ince ve yüksek baca… İşte linyit kömürünün
Karşıda görünen yer Uludağ
yakılmasıyla ortaya çıkan kara bulutun, partikülleri ile gökyüzüne salındığı baca, burası….
Santralın sahibi üç kuruş daha fazla para kazansın diye, yıllar önce devletin kasasından yaptırılıp çalıştırılmayan “desülfürizasyon tesisi”nin olduğu baca işte o…
Patronuna desülfürizasyon (bacagazı arıtma) ünitesi üç sene daha çalıştırmama imtiyazı verilen yer, işte orası.

Zümrüt yeşili ormanların, tarlaların, hayvanların, insanların zehir soluması kimin umurunda…
Sola doğru döndükçe, aşağıda Topuk Göleti’ni, Göynükbelen’i görüyoruz.
Orhaneli Orman İşletme Müdürlüğü, Kocayaren  Yangın Gözetleme Kulesi’nden hatıra fotoğrafları çekip inişe geçiyoruz…

TELLERİ YIKILMIŞ FİDANLIK
Telle çevrilmiş, fidan dikilmiş, ama sonuç yok.

İnsan ister istemez, Orman İşletmesi buralarda sadece ağaç mı keser diye sormadan edemiyor.
Bir ağacın dalına, serçe gibi küçük kuşlar için asılmış bir kafes görüyor, seviniyorum.
Genişçe bir alanda hengâme var, ama anlamıyorum. Çevresi telle çevrilmiş, fidan dikmek için taraçalanmış bir alan. Fakat teller yıkılmış. Fidanlar da zaten tutmamış. 
Biraz ilerisi Göktepe köyü 
Burası Orman İşletmesi’nin fidan diktiği eski yangın alanı mıydı, yoksa birileri sahiplenmek için telle çevirip meyve fidanı dikti de Orman İşletmesi telleri kaldırıp attı mı, anlamadık.
Aşağıda, Göktepe köyüne iniyoruz.
Köye girmeden, iğne ucu gibi az suyu akan bir çeşmenin yanında, yoldan ayrılıp Çatak yönüne, ormana gidiyoruz.
Göktepe hayli kıraç bir yere
benziyor. İçimden bir ses burada içmesuyu sıkıntısı bile yaşandığını söylüyor. Neyse ki köyde pek nüfus kalmamış.
Çevresi yüksek tuğla duvarlarla çevrili bir ev dikkatimizi çekiyor.
Yollara kaplama için kilitliparke taşları getirilmiş.
Hemen tepeyi aşıp Çatak tarafına varınca doğa birden cömertleşiyor.
 
Gözetleme kulesi 
YENİ BİR SAYFA…

Resmi kayıtlar göre Osmaniye, diğer köylerin tersine nüfus alıyor. Nüfus 2013 den 2018 e 17’ den 30 kişiye çıkmış. Burası Batum’dan gelen göçmenler tarafında kurulmuş bir köy. Şimdi buradaki doğal güzellik Kafkas insanının doğa ile uyumlu yaşam şeklinin bir sonucu mudur diye düşünmeden edemiyorum.
Tarihçi dostum Raif
Kaplanoğlu’nun yazdıklarına bakılırsa bölgede iki Çatak köyü varmış. Birisi bizim gittiğimiz Osmaniye. Diğeri ise Keles’e bağlı Beleören köyünün altındaki vadideymiş. Belenören köyündeki tapınağın bulunduğu yer, Roma döneminden kalma eski bir yerleşim yeriymiş.
Bunları okurken, bu Çatak’ta da bir dönemin daha kapandığını, artık buranın geleneksel köy olmaktan çıkıp, bir sayfiye yeri haline geldiğini düşünüyorum.

Orhaneli Kaymakamlığı sayfasındaki bilgilere göre, Osmaniye’nin nüfusu 107. Köyde  elektrik ve su: var. 2 katlı köy konağı var. Sağlıkevi yok. Kanalizasyon yok. Kocaman bir cami ve imam evi var. Okul, öğrenci, öğretmen vs. yok. Hayvancılık yok. Tarım: Buğday. Hayvancılık: Yok.
Ama her nasılsa, “Köyün ekonomisi: İyi… (galiba kastedilen, köy dışından gelen insanların yarattığı ortam)
“İmar planı: var”mış.
Orman yollarına rastgele atılan çöpler... 

HOBİ, HAYALLER VE HOVARDALIK…

Göktepe’de tahmin ettiğim gibi içme suyu şebekesi yokmuş. Sadece burada değil, biraz ötesinde  BUSAD’ın 360 dönüm
Bu da fakir villası olmalı :) 
arazide kurduğu 200 adet  Hobi Evleri”nde de su sıkıntısı varmış. Göktepe’de imar, okul, sağlık evi, çalışan bir kanalizasyon yok; ama cami ve imamevi var.
Bir zamanlar koyun keçi sürülerinin, çobanların, köpeklerin, sığırların sesiyle cıvıl cıvıl yaşanan bu topraklarda artık yeni bir dönem başlamış.
Kâh “besi çilftliği” görüyorsunuz, kâh “hobi bahçesi”…
Bu “hobi bahçeleri” kadar,

köylerde insanların büyük bir emekle, hayalle ve büyük ölçüde doğduğu topraklara duyduğu sevdanın eseri olan yeni yapılaşmanın enine boyuna masaya yatırılması gerektiğini düşünmeye başladım. 

Bir yanıyla kent yaşamının bunalttığı insanlar için harika bir kaçamak, nefes alma yeri…
Ama bir yanıyla da çok ciddi kaynak israfı, tahribat, özellikle tarım alanlarının tarım dışına çıkışı gibi bir “hovardalık” barındırıyor.   İnsanların çoğu zaman yaşadıkları hayal kırıklıkları da cabası..
Yürümeye, dağları, ormanları, köyler, yaylaları, velhasıl memleketi tanımaya devam…


18 Kasım 2019 Pazartesi

Bozcaarmut Göleti, Kınık: Sulama göletleri şehirlilerin gözde piknik alanları oluyor..



Bozcaarmut Göleti, Kınık



Dursun EROĞLU

Doğa gezilerimizde dün (17 Kasım 2019 Pazar) Bilecik’in Pazaryeri ilçesine bağlı Kınık ile Bozcaarmut köyleri arasındaki dağlarda yürüdük. 17 Kilometre yürüdüğümüz rahat parkurda meşe (pelit), kayın (gürgen) ve çam ormanlarında sonbaharın renklerini izlemek hepimize çok iyi geldi. Sulama göletlerinin yeni mesire alanları haline dönüşüne tanık
oluyorsunuz… Bozcaarmut Göleti daha şimdiden Eskişehir, Bursa, Bilecik hattında kayda değer bir piknik alanı olmaya başlamış bile.
Pazar sabahı ilk kez Koza Dağcılık dışında bir dağcılık kulübüyle, Sınır Tanımayan Dağcılar ile yola çıktım. İki minibüsü dolduran doğasever insanlarla Bursa’dan İnegöl’e vardıktan sonra İnegöl-Pazaryeri yoluna düştük. Nazifpaşa civarında artık Bursa’dan çıkıp Bilecik topraklarına giriyorsunuz. Meğer Nazifpaşa sıradan bir yer değil, Kurtuluş Savaşı’nda zafere giden yolda önemli kilometre taşıymış…
Kınık'ın ünlü çömlekçi anıtı... 

Sabah çayımızı Kınık’ta içtik. Kınık aslında hem tarihsel kökleri çok eskilere giden, hem de çömlekçilik ile adını duyurmuş önemli bir yer. Ama malum nedenlerle nüfus kaybetmeye devam ediyor. Ortalıkta pek bir canlılık yok. Kahvehanede birkaç kişinin dışında, ineklerini çeşmeye götüren yaşlı bir köylü görüyorum.
2007’de 363 olan nüfus 2018’de 260’a düşmüş. Köy meydanındaki “Çömlek anıtı”nın önünde fotoğraf çekindikten sonra Koza’dan tanıdığım yol arkadaşım sevgili Gürsel Saylı’nın
Köyde ineğini dolaştıran bir köylü
rehberliğinde ormana giriyoruz. Traktör yolları ve patikalardan, pek çoğu geçtiğimiz sene hiç ekilip biçilmediği anlaşılan tarlalardan, Bulduk köyünü solumuza alarak yükselmeye başlıyoruz.
Köyde, “başıboş” olduğunu tahmin ettiğim köpeklerin bazıları bize takılıyor, yol arkadaşımız oluyorlar.
Bulduk köyü de Kınık ve diğer köyler gibi Kurtuluş Savaşı ve Yunan-İngiliz işgaline karşı direnişte öne çıkan, farklı kahramanlık öykülerinin anlatıldığı bir yer. Bulduk ve sağımıza düşen Alınca köyleri nüfusları 40 ila 50 arasında olan
Bulduk köyü.
küçük köyler. Bu köylerin hiçbirisinde ilkokul kalmamış.

BOZCAARMUT GÖLETİ MESİRE ALANI..

Önceki yürüyüşümüzde Küçükelmalı ormanlarında gezmiş, Küçükelmalı Göletini görmüştük. Bu sefer o tarafa gitmeyeceğiz. Asıl hedefimiz Bozcaarmut Göleti! Açıkçası bu yürüyüş ile Bozcaarmut Göleti ve çevresinde sonbahar fotoğrafları yakalamak en büyük hayalim.

Yol boyu Orman İşletmesi’ne ait çam kütükleri ve istiflenmiş tomruklar görüyoruz. Yükseklere çıktıkça upuzun, kerestelik çam ağaçları dikkat çekiyor.
Ormanlık alanda karşımıza bazen mera veya yayla diyebileceğimiz otlak  alanlar çıkıyor. Ama hayvan sürüsüne, çobana falan rastlamıyoruz.
Sadece bir kızanın peşine düşmüş 13-14 erkek köpek çıkıyor yolumuza…
Veee vadileri, orman içi geçiş ve patikaları takip ederek iniyoruz  Bozcaarmut Göleti’ne…
Bozcaarmut Göleti, Küçükelmalı Göleti  veya diğer göletler gibi DSİ tarafından yapılan sulama göletleri…
Yani tarla, bahçe sulamak için yapılan göletler...
Ancak son yıllarda köylerden nüfus kaybı, arazilerin fiilen terk edilmesinin de etkisiyle bu su göletlerinde bu mevsimde bile su seviyesi normal oluyor ve buralar şehirde yaşayanlar için bir tür mesire yeri, piknik alanı haline geldi.
Bunu daha Bozcaarmut Göleti’ne yaklaşırken anlıyorsunuz. Bilecik, Eskişehir ve Bursa plakalı araçlar akın etmiş… 
Mangal dumanları arasında kimisi çadır kurmuş, kimisi çilingir başında arkadaşıyla muhabbet ediyor.

Piknikçiler için “umumi hela” yapımı anlaşılan hala bitmemiş! 
Ağaç masa ve çardaklarda yer bulmak sorun.
Bizim grubun kimisi yere kimisi boş bulduğu banka yerleşti ve öğle molamızı burada verdik.
Hava güneşli, suyun üzerinde hafif rüzgar esiyor.  Yemyeşil çam ormanının suya düşen görüntüsü ile sonbahar fotoğrafları çekiyoruz.
Piknikçilerle yan yana, iç içeyiz…
Arazide kızgınlık geçiren dişi köpekle beraber olmak, çiftleşmek için bir biriyle yarışıp dağ tepe dolaşan köpekler yorgunluktan
Göletin çevresi piknikçilerle dolu
bitap düşmüş, yanı başımıza kıvrıldılar.
Grupta bazı hayvanseverler yanında köpek maması getirmiş, veriyorlar.

GÖL ÇEVRESİNE ARABA YOLU!

Bozcaarmut Göleti bir doğa harikası. Çevresi çam ormanlarıyla kaplı. Suda nilüferler sonbaharın etkisiyle mi nedir, solmuş bir halde.
Ama buna üzülmeye vakit yok..
O da ne… Önceki gelişimizde gölün çevresinde yürüdüğümüz patika iş makinesi ile yok edilmiş! Ağaçlar kökünden sökülüp atılmış.
Amaç göletin çevresinde yürümeyi kolaylaştırmaksa patikaların iyileştirilmesi gerekmez miydi?
Neden göletin kıyısına dozerle dalıp, ağaçları kökünden sökerler!…
Pinkinçiler göletin kenarına akın etmiş. 

Göletin çevresine araba yolu yapmak, orayı da egzoz dumanına boğup araba gürültüsü ve trafik yaratmak, bu doğa cenneti göletleri  tahrip etmek, mahvetmek değil midir?
İnsanlar doğal güzellikleri, arabalarının penceresinden mi görmek ister; yoksa araçlardan, trafikten, gürültüden, kirli havadan uzak yürümek, çıplak gözle görmek, dokunmak mı ister?
Göletin kenarında toprağı eşip ağaçları sökmekle amaç nedir, anlamak mümkün değil.
Yürüyüşün bundan sonraki bölümünde hedef Bozcaarmut köyüne gitmek.  Tabi
araba yolunu değil, yine ormanlık alandan patika ve traktör yollarını tercih ediyoruz.

ELMALAR AĞAÇTAN DÖKÜLÜYOR, YERDE ÇÜRÜYOR.

Tarlaların, bahçelerin çoğu terk edilmiş. Her yanı yaban otları, dikenler sarmış.
Bozcaarmut 200 civarında nüfusu ile “büyük” köylerden birisi. Ancak bütün köyler gibi burası da yaşlı ve emekli nüfusun hâkim olduğu bir yer.
Elma ağacı.. Elmalar ya dalında ya yerde çürüyor.

Buranın orman köyü olduğunu, eski köy evlerinin mimarisinde anlıyorsunuz. Taş, ağaç, kerpiç üzerine kurulu evler, ahırlar. Ancak yeni evler beton, tuğla. 
Bazı evlerin alt katları dikkatimi çekiyor. Ahıra benzemiyor. Öğreniyorum ki, bu evlerin bazılarında yakın zamana kadar dokuma tezgahı varmış. Köylüler bu "karatezgah"larla ailece dokuma işi yaparmış. Tabi tamamen bitmiş bu dönem.
Köyde bir elma ağacı görüyorum. Ağacın dalları da, dibi de elma dolu. Yazık dökülüp yerde çürüyor.
Çok da lezzetli. Eğilip yerdeki elmalardan cebimi dolduruyorum.
Köy kahvehanesi hareketli sayılır.
Burası “köy”
Bursa’nınkiler gibi adı “mahalle” değil.
Peki ne farkları var, diyorum?
"Kilitli parke" hepsinde var...  
Görünürde tek fark, belediye otobüs durağı. "Köy"lerlde özel minibüslerin yaptığı taşıma işini burada belediyenin "özel halk minibüsü" diyebileceğim araçlar yapıyor. Galiba ücretler de aynı. 
Artık dönüş zamanı, güneş ufka yaklaşmış …
Yürüyüşe katılan kadınlar toplu fotoğraf çektiriyor.

Bozcaarmut köyünde minibüslerimize biniyor, sabah yürümeye başladığımız yere, Kınık’a geliyoruz. Kınık’ta “çömlekçi” imalathanelerden birisine gidiyoruz. İçeride toprağı yoğurup, işlemeye hazırlayan kocaman sucuk makinesi gibi bir makineden aldığı çamurdan kahve cezvesi yapan ustanın Suriyeli olduğunu öğreniyoruz.
Güveç, toprak tencere, fincan vs. satın alıyoruz.

ORGANİK ÇİFTLİK!
Hüseyin Baran mısırları tanıtıyor


Artık güneş battı. Son uğrak yerimiz “Baran  Organik Yaşam Çiftliği”… 40 dönüm araziye kurulu çiftlikte tamamen organik meyve sebze yetiştiriliyormuş. Birkaç tane bungalov tipi yapı var. Çiftliğin sahibi emekli öğretmen Hüseyin Baran bizi sıcak karşılıyor.
Kuru mısır koçanlarını  göstererek, “8 sıralıdır, bizim yerli mısırımız. Hakikisi budur”  diyor.
 Karpuz pekmezi” hiç duymamıştım. Yapmışlar, olmuş. Tadı da güzeldi.  

Yürümeye, dağları, dereleri, ovaları, köyleri, ormanları, velhasıl memleketi tanımaya devam...



5 Kasım 2019 Salı

Yenisölöz, Dutluca… Ormana dönüşen tarlalar, kırım yapılan “tapulu” çam ormanları…


Doğa yürüyüşlerimizde 3 Kasım 2019 Pazar günü Orhangazi’ye bağlı Yenisölöz ile Dutluca köyü/mahallesi arasındaki ormanlık alanda yürüdük.
Zeytin dışında tarımdan,  bağ bahçe işlerinden elini çeken yöre insanı, yaylaları da terk etmiş.
Ormancılık alanı ise adeta çelişkiler yumağı… Kimi yerde insanlar tarlalarını, bahçelerini terk etmiş, ekilip dikilen arazi orman olmuş. Kimi yerde de yemyeşil çam ağaçları “tapulu arazi” diye kırılıyor!


Koza Dağcılık rehberliğinde, 4 minibüsü dolduran doğaseverler Gemlik’ten sonra İznik yoluna girdi ve doğruca Yenisölöz’e vardık. Sabah çayı için durduğumuz Yenisölöz’deki kahvehaneyi hayli kalabalık görüyoruz. Şehirde, bu saatte yatağından kalkıp kahvaltı bile yapmayan emekli, yaşlı takımı burada çoktan kahvehanedeki yerini almış.


TARLALAR BAHÇELER ORMANA DÖNMÜŞ

Masasına oturduğumuz 80 yaşlarında bir köylü, biz pencereden dağın eteklerine doğru bakarken, “Hepsi orman oldu…” diyor. “Şu gördüğün ormanlığın alt tarafları hep tarla, bahçeydi. Ekip dikmeyince orman oldu”…
Buralar çok verimli arazi. Ne ekseniz, ne dikseniz olur. Niye boş bırakıyorsunuz araziyi?” diyorum.

-       (Birden hiddetleniyor) Ne yapayım? 80 yaşında domates, patlıcan mı ekeyim? Ağaç mı budayayım, çapa mı yapayım!  (Oğulları, kızı büyükşehirde çalışıyor, ‘kırk yılın sırtı bir geliyor’muş köye, ziyarete, dert yanıyor).

SU SAVAŞLARI TARİH OLMUŞ…

Sölöz deyince, 25-30 sene önce aklıma su kavgası gelirdi.

Her ilkbahar, yaz döneminde “Aşağı Sölöz” ile “Yukarı Sölöz” yukarıdan, dağdan gelen içme ve kullanma suyu yüzünden neredeyse silahlı çatışmaya girerdi.
Dağlar, dereler elinde kırma tüfekli, baltalı, traktörleriyle seferber olmuş insanların, köpeklerin, sesiyle yankılanırdı. Gerginlik genellikle jandarmanın araya girmesi ile yatışırdı.
Ama bunlar tarih olmuş gibi.
Su paylaşımını nasıl hallettiler bilmiyorum, ama dağda dolaşırken kaynak sularının, çeşmelerin  büyük bölümünün borulara alındığını gördük.
Anlaşılan su köyler arasında kalıcı olarak paylaşılmış.

Eski kötü hatıraları silmek ister gibi köylerin adı da değiştirilmiş. Birisi Sölöz, diğeri Yeni Sölöz!
Nüfus, 2013-2019  arsında, aşağıda, İznik Gölü’ne daha yakın olan Sölöz’de 1285’ten 1027’ye, yukarıda, dağa yakın olan Yenisölöz’de ise 1012’den 722’ye düşmüş.
Tabi değişim bununla kalmamış. Örneğin köyde “Masör”, “Emlakçı”, “Ekmek Fırını”, “Lokanta” tabelalarını görmek kadar, şişe/cam vs. için geri dönüşüm konteynırı, itfaiye vs. görmek de ender şeylerden birisi…  

KÖYLERDE  ZORAKİ İMAR…

Köylerin mahalle statüsüne geçmesine rağmen “imar” konusunda adım atılmaması…
Altı ahır, üstü ev, yanı samanlık, bir bina ötesinde okul, kahvehane… türü karmaşa hep kafamı yoran bir durumdur.
Ancak görüyorum ki, tarım ve hayvancılıktan kopuş, köylerde yeni bir durum yaratıyor.

Yenisölöz’de bazı sokakların, bazı evlerin önündeki bahçelerin “şehir tarzı” çiçek ve süs bitkileri ile donatıldığı görülüyor.
Büyükşehir, Bütünşehir uygulamalarının tarımı hala gündemine almaması, acaba diyorsunuz, tarımın,
hayvancılığın hepten çökeceği planlarına mı dayanıyor!
Yürüyüşün başladığı Yenisölöz’den yukarıya çıktıkça önce ekilip dikilmediği için üzerinde ağaçlar bitmiş, ormana dönmüş tarlaları, daha yukarılarda ormanların arasında mera, çayır ve yaylaları görüyorsunuz.

POMAKÇA KEÇİ SÜTÜ DAVETİ!


Bunlardan birinde bir hayvan barınağı ile küçük bir koyun keçi sürüsü görüyoruz.
Çoban “nerelisin” sorusuna, “Ben Yunanım, gavurum” falan diyor, gevrek gevrek gülerek…
Çok şakacı, espritüel birisi olmalı!
Yanına yaklaşıyoruz. İki kangal köpeğe sakinleşmeleri için bağırıyor.
Yürüdüğümüzü görünce, “Ya ne yürümesi, gelin oturun, size keçi sütü ikram edeyim” diyor.

Sonra da gruba doğru yüksek sesle birşeyler söylüyor.
Hangi dilden konuştuğunu anlamıyorum. “Gelin size keçi sütü ikram edeyim, dinlenin” diyormuş.
Pomakça olduğu söyleniyor.

TAPULU ORMAN!

Yaklaşık 7 kilometre yürüdükten sonra dağın en yüksek noktasına varıyoruz. Gemlik’e bağlı Fındıcak köyü civarıymış.

Dağda, yüzlerce cam ağacının, hiç ayırım yapmadan sıradan kesildiğini görmek beni şaşırtıyor.
Bu Orman İşletmesi’nin normal kesimi olamaz. Zira onlar ağaçları seçiyor, keresteliğe uygun olanları işaretliyor, köylüye kestiriyorlar. Ama bunlar büyük küçük demeden bütün ağaçları sıradan biçmiş, bildiğin kırım yapmışlar.
Aklıma acaba yol, yüksek gerilim, maden vs. için mi kesiliyor bu ağaçlar sorusu geliyor.

Birisine soruyorum. Yanıt şu: “Burası tapulu arazi”…
Arkadaş, nasıl bir Türkiye’de yaşıyoruz biz!
Tokat’ta benim dedemin, babamın ekip biçtiği kaç tane tarlaya Orman İşletmesi, yani devlet, çevresinde orman vardır diye tapu verdirmiyor!
Tam karşımda ise bildiğin çam ormanını vatandaş kırıyor.
Adamın elinde tapusu oluyor!’
Devlet aynı devlet, kanun aynı kanun!

Akıl alır gibi değil.
Biraz ileride, adını bile bilmediğimiz ama bir zamanlar yayla olduğunu düşündüğüm bir merada mola veriyor, karnımızı doyuruyoruz.  Ateş yakıp, yol boyunca toplanan mantarlardan (melki) tadıyoruz.
Bugün rotanın başında itibaren harika doğa manzaraları var.
Sonbahar gürgen, meşe türü ağaçların yaprağını sarartmış.
Çam türü iğne yapraklar ise yemyeşil..

Yeşil ile sarı arasında muhteşem renk yelpazesi görüyorsunuz.
Yürüdüğünüz her yer gazel…
Bolu’ya Yedigöller’e fotoğraf çekmek için giden insanların buraları mutlaka görmeleri gerekir diye düşünmeden edemiyorum.

DUTLUCA…

Öğle molasından sonra artık ayakkabıların bağcıklarını sıkma zamanı.

Zira, inişe geçiyoruz.
Hedef Dutluca
Dutluca’yı görmeden önce, iki yamacın arasında, aşağıda masmavi görülen İznik gölünü görüyoruz.
Patikadan traktör yoluna…
Yollara genişledikçe Dutluca’ya yaklaştığımızı fark ediyoruz.
Tepelelerde,  bir zamanlar kağnıların, atların, katır ve eşeklerin, koyun keçi, sığır sürülerinin kullandığı patikaların çoğunda ağaç, çalı büyümüş, yol
kapanmış.  Ama aşağılara dindikçe patikalar daha da  belirginleşiyor.
İnsanların dağdan gittikçe uzaklaştığını, bağlantılarının koptuğunu patikaların durumundan anlayabiliyorsunuz…
Dağdan Dutluca köyüne, terk edilmiş, çalı ve yabani böğürtlen, ısırganlarla kaplı bir traktör yolundan iniyoruz.
İşte karşıda, önümüzde İznik Gölü..
Aşağıda, ovada zeytin tarlaları…
Dutluca yaklaşık 250 kişinin yaşadığı, hızla nüfus kaybeden bir yer.
Zeytincilik ana geçim ve gelir kaynağı.

Köyde evlerin hatırı sayılır bölümünün terk edildiği anlaşılıyor.
Bir yanda zamanla çökmeye terk edilen geleneksel iki katlı, ahşap, kerpiç evler…
Yanı başında minare ve kubbeleriyle görkemli bir cami…
Büyükşehir Belediyesi, neredeyse evlerinin tamamının boş olduğu görülen bazı sokaklara kilitliparke bile döşememiş.


Köy meydanına ışıklı otobüs durağı levhası, galiba burada en büyük belediye hizmeti..


Yürümeye, dağları, ovaları, köyleri, insanları, velhasıl memleketi tanımaya devam. .