25 Şubat 2020 Salı

Domaniç Safa köy, Topuk Göleti


Domaniç dağları: 


Gürgen ormanında kış başka bir güzel.





Doğa gezilerinde 23 Şubat 2020 Pazar günü Kütahya’nın Domaniç ilçesine bağlı Safaköy ve Topuk Gölü civarındaki ormanlarda yürüdük. Eşine az rastlanır gürgen (kayın) ormanında, ağaçların dallarında adeta yazın yeşil yapraklarının yerini alan buzlanmış kar görüntüleri ve yer yer iki metreyi bulan karlı zeminde yürümek müthiş bir duygu.
Elinizde bir buçuk metre uzunluğundaki batonu sonuna kadar ayağınızın altındaki kara sapladığınızda
hala toprağa ulaşamamak… Bir süre sonra eriyeceğini bildiğin karın üstünde yürürken, sanki havada yürüyormuş gibi çocukça hislere kapılmak…
Orman köylerinde doğa ve kar manzaraları müthiş güzel. Ama orman köylerinde yaşayanlar için kar, kış demek çile demek. Mahsur kalmak, evde ısınamamak; okula, hastaneye ulaşamamak demek.
KOZA Dağcılık ile 5 minibüs dolusu insan Bursa’dan İnegöl’e, oradan Domaniç yoluna düştük. Domaniç’e yaklaşık 15-20 kilometre kala, Orman İşletmesi’ne ait tomruk deposuna ulaştık ve yürüyüşümüz orada başladı.

Domaniç  Kocayayla’daki Odun depolarının bulunduğu Kocayayla Geçidi için  levhada rakım 1500 metre gösteriyor. Buradan araçlardan inerek “orman yolunda” hafif meyilli bir yoldan Üçtepeler yangın kulesi yönüne, 1550 metrelere kadar yükseldikten sonra Safa köyüne döndük. Safa köyde rakım (deniz seviyesinden yükseklik) 1230 metre. Karla kaplı bir orman köyü.

ORMAN KÖYÜNDE KIŞ…

2007-2019 arasında nüfusu 170’den 140’a gerilemiş bir köy. İlk okulu olmayan, dolayısıyla fazla çocuk, dolayısıyla genç yaşta insan olmayan… Bütün köyler gibi yaşlı ve emeklilerin yaşadığı bir yer. Köyde alım güçlerini hayli zorlayan pahalı traktörler alıp ağaç kesme ve tomruk taşıma işi yapan birkaç aile var, ancak kimse metreküpü 60 ila 100 lira arasında olan “ormancılık” işinden memnun değil.

Doğrusu, kış mevsiminde köylerde tam bir atalet hakim. Zira kışın tarla bahçe işleri de olmadığından insanların tek eğlencesi köyün ortasındaki kahvehane… Cami, kahvehane ve ev arasında zaman öldürmeye dönüşen bir monotonluğu, sadece evinin yanında üç-beş baş, kendi ihtiyaçlarına dönük hayvan besleyen birkaç kişi aşabiliyor.
Safa köy, Bursa ve ilçelerine bağlı köyler gibi “mahalle” değil. İdari olarak da “köy”. Ancak inanın, “mahalle”lerle  arasında çok da büyük farklar görünmüyor. Sadece köyün ortasında belediye otobüslerinin kullandığı bir “otobüs durağı” yok. Ana cadde ve sokaklardaki meşhur “kilitli parke” döşemeler bu “köy”lerde de var.
Burası eski bir göçmen/muhacir köyü. Evlerin, çıtalarla iki yüzü örülmüş duvarlarının kerpiçle doldurulması sadece bu köyde görülebilen bir mimarı… Hayli etkili ve pratik, yalıtımı tuğladan yüksek görünen, “kanatlı kapılı”, avlulu evler.

Köy camisinin mahalledekilerden farkı yok.

İLGİNÇ BİR ‘UMUMİ WC’

Ancak, cami yanındaki “umumi wc”nin sıradışı bir mimarisi var! Tuvalet kabinlerinin altından yaklaşık 20 santim genişliğinde ve yarım metre derinliğinde bir kanal geçiyor. Kabinlerde (4-5 taneydi galiba) insanlar “hacetini” bu kanala yapıyor.  Her kabinde çeşme var.  Kanalın zemininde atıkların akıntıyla gittiğini
görüyorsunuz. Hani temizliğine, hijyene dikkat edilip, tuvaletin yolunu burnunla bulma durumları olmasa, sıra dışı bir mimariye sahipler diye kayda geçilecek bir yer.

İKİ METREYE ULAŞAN KAR…

Safa köye değişik mevsimlerde yürüme şansım oldu. Her mevsimi ayrı bir güzel.  Ancak bu sefer kocaman traktörlerin tekerlerine kalın kar zincirleri takılması dikkatimi çekti. Normalde orman için
dağlardan tomruk çeken traktörlerden birisi, önüne takılmış “kepçe” ile sokakta kar temizliyordu. Meğer son iki hafta içinde Safa köy civarında çok yoğun kar yağışı olmuş. Kar kalınlığı ortalama bir metreyi aşınca yer yer, rüzgârın biriktirmesiyle 2-3 metreye ulaşan noktalar olmuş. Bazı evlerin kapılarına adeta tünel açılarak girilmiş, köydeki araçlar vs. kar altında kalmış. Yollar, sokaklar kapanmış.
Domaniç’te kamu kurumları gelmiş, ana caddelerde karı temizlemiş, yolu açmışlar vs.

Tabi bunları dinleyince, içinde yaşadığımız kış boyunca  bir gün olsun ayakkabının üstüne çıkacak kadar kar görmeyen şehirliler  olarak şaşırıyoruz.

SOBANIN ÜZERİNDE EKMEK KIZARTMAK…
 
Koza Dağcılık ın geleneksel kitap çekilişi talihlileri
Safa köyde öğle molasını köy kahvehanesinde verecektik ve en büyük fantezim, kahvehanedeki sobanın üzerinde bir dilim köy ekmeği kızartmak, üzerine de tereyağı sürüp yemekti. Kahvehanenin ortasındaki kocaman sobanın üzerindeki çaydanlıkların  arasında ekmek kızartarak bu hayalimizi gerçekleştirdik, müthiş keyiflendik. Meğer aynı hayali kuran başka dostlar da varmış ve hep birlikte kahvehaneyi restorana çevirdik..
Mola sonrası hedefimiz; orman yolu, orman içi doğal patikalardan yürüyerek İnegöl-Domaniç karayolu üzerinde bulunan Tapuk Göletine varmaktı.

Rotanın, Safa köyüne kadar olan ilk bölümünde kayın ormanlarında kar kalınlığı galiba 2 metreyi buluyordu. “Galiba” diyorum, zira orman yolunda yürürken sonuna kadar kara sapladığım halde batonun ucu toprağa ulaşmadı. Batonun uzunluğu yaklaşık bir buçuk metreydi.
Bu kadar derin karda nasıl yürüdüğümüzü merak ettiyseniz açıklayayım:  Bu kadar karın hepsi bir defada yağmış olmuyor. Örneğin bugün yağan kar iki gün sonra havanın ısınması ile gündüz yumuşuyor, gece ise sıfırın altında düşmesiyle donuyor.
Yeni kar, bu donmuş ya da sertleşmiş karın üzerine yağıyor. Dolayısıyla diyelim ki bir metre yükseklikte kar aslında  birkaç katmandan oluşuyor.  Böyle olunca biz, sertleşmiş karın üzerinde, yeni yağmış 20-30 santim karda çığır açarak yolumuza devam ediyoruz.
20-30 santim karda bile çığır açma işini kendi aramızda değişmeli olarak yaptığımızı düşünürsek, bir metre kalınlığında bir çığır açarak kilometrelerce  yürümenin imkansız olacağını düşünebilirsiniz.

Kar kalınlığının yanı sıra burada hava sıcaklığı sıfırın altındaydı, kar ağaçların dallarında yer yer donmuş, harika manzaralar oluşturmuştu.
Toplam 14 kilometre uzunluğundaki rotamızın, Safa köyden sonraki bölümünde zeminde kar hiç eksik olmadı; hep karda yürüdük. Bu belki de mevsimin bol karlı son yürüyüşlerinden birisi olacaktı.
Ancak Safa köyünden sonraki hedefimiz olan Topuk Göleti’ne giderken hava sıcaklığının artmaya başlamasına, güneşin de etkisini göstermesi ile dallarda karın eriyip üzerimize yağmur taneleri gibi düşmesine tanı olduk.

TOPUK GÖLETİ: ÇILDIR GÖLÜNDEN NEYİ EKSİK!


İlkbaharı müjdeleyen bu ılıman durum, Topuk Göleti’ne sanki hiç uğramamış gibiydi.
Topuk Göleti, aslında Domaniç’te arazi sulamak için yapılan, Domaniç ormanındaki derelerin sularının toplandığı bir gölet.
Burası yaz, kış insanların piknik yaptığı bir yer. Hava soğuk olmasına rağmen, Pazar günü pek çok insanın araçları ile gelip piknik yapmaya çalıştığını gördük.
Yolun kenarındaki çeşme oldukça ünlü olmalı ki, arabasının bagajını boş damacanalarla dolduran Kütahyalılar çeşmenin başında kuyruğa girmişti.
Topuk Göleti. Buzun altında su akıyor.
Burası eski bir alabalık tesisiymiş. 
Geçen kış geldiğimizde Topuk Göleti’nin büyük bölümü buzla kaplıydı. Ancak buz kitlesi çok kalın değildi ve kimse buzun üzerinde yürümeye cesaret edememişti.
Oysa şu anda karşımızdaki gölette suyun üstü buzla kaplanmış, buzun üzerine kar yağmış.
Göletin üzeri, karda çığır açarak yürünecek hale gelmişti. Hatta, önceki halini bilmeyenler burada bir gölet olduğunu bile düşünmezdi.
Biz de bu durumdan yararlanıp suyun üzerinde bol bol fotoğraf çekindik.
Topuk Göleti yürüyüşümüzün son
Topuk Göleti.. Ayağımızın altında gölet var.
Çıldır Gölü'nü hatırlatan manzaralar. 
noktasıydı. Piknik için gelenlerin  arasında, bizi bekleyen  minibüslerimize binip evin yolunu tuttuk.


Yürümeye, dağları, ormanları, köyleri, dağları velhasıl memleketi tanımaya devam…




20 Şubat 2020 Perşembe

‘Bursa’nın değerleri’ konuşuyor!


‘Bursa’nın değerleri’ konuşuyor!  



Banu Demirağ: 'Direniyorum'  




Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği “Bursa’nın Değerleri” söyleşilerinin ilki kentin kültür sanat yaşamına çok farklı kanallardan katkıda bulunan, kent kültürünün oluşması için can atan gazeteci dostum Banu Demirağ ile başladı.
Eski gazeteci arkadaşım Zeynep Terzioğlu’nun sunduğu söyleşide, sevgili Zeynep’i ve Banu’yu dinlerken, sık sık uzaklara, geçmişe daldım.

Bu kentin ne kadar değerli kaleme, aydına, pırlanta gibi insanlara sahip olduğunu düşünerek gururlandım; ama aynı zamanda bu güzel insanların kadrinin bilinmiyor olmasını görerek hüzünlendim. Farkında mısınız dostlar, Bursa medyasında, televizyonlarında, gazetelerinde, radyolarında artık kaliteli kültür sanat köşeleri kalmadı… Ne sizi ekrana kilitleyen şarkılar, şiirler, edebiyat; ne sayfalarda Türkçe’nin en güzel örneklerinin sunulduğu, bir sürü gramer kitabını okumaktan sizi kurtaran özenli yazılar…

Her birisi ayrı bir değer olan Yılmaz Akkılıç, Banu Demirağ, Nurinisa Eroğlu, Arzu Yılmaz, Zeynep Terzioğlu, Nahit Kayabaşı, Belkıs Pişmişler,  Ayşe Aygör’ün medya ve kent yaşamındaki eksikliğini hisseden kaç kişi var bilmiyorum. Ama bu duyarsızlıkla devam edersek, uzak olmayan bir gelecekte, şu anda köşelerine tutunmaya çalışan birkaç kalemi, değeri de yitirecek,  ışıklarından mahrum kalacağız, ondan eminim.


‘DEĞERLERİ ÇÖPE ATMAK’

Bin bir güçlükle, emekle kazanılan değerleri mirasyediler gibi harcamakta çok mahiriz.
“İşten çıkarılmanın onuru” diye bir şey, idealist, yetişmiş, uzman gazeteci ve kültür sanat insanlarının vazgeçilmezi oldu.
Halbuki bu değerler hiç kolay elde edilmemişti. Herkes, hepimiz türlü yoksunluklar içinde okul, yurt içi, dışı kurslar vs. dünya kadar para, emek, zaman harcadık, adeta kendimize yatırım yaptık.  
Banu Demirağ, deneyimleriyle yaşamın en verimli yıllarında çalışma, üretme olanaklarından uzaklaştırılan insanların durumunu anlatırken, bunu elde edilen bütün kazanımlarının “çöpe atılması” olarak tanımladı.  


BİR AKKILIÇ GEÇTİ…

Banu, “Bursa’nın Değerleri’nde Yılmaz Akkılıç’ı anlattı. “Bursa’nın değeri” sıfatına kendisini değil, Akkılıç’ı layık gördüğünü söylemesi, biraz da mütevazılıktı.
Akkılıç eski bir asker, siyasetçi, tarihçi, yazar, Bursa Ansiklopedisi’nin mimarı, gazeteci, velhasıl on parmağında on marifet, ama hepsinden öte bizim için “Yılmaz Abi” idi. Çağdaş Gazeteciler Derneği yönetiminde birlikte çalıştığımız dönemleri hep özlemle hatırlarız.


BANU DEMİRAĞ

Banu ile aynı kurumda çalışma şansım olmadı. Ama yazılarından, konuşma ve sohbetlerden Türkçe’yi çok güzel kullanma,  yazdıklarında büyük bir samimiyet, yüreklere dokunması ile dikkatinizi çekerdi.
Altıparmak’ta bir işyerinde şiir kitabını tanıtan, bize şiirler okuyup, kitap imzalayan şair Ayten hanım diye birisini tanımıştım, ama  Banu’nun annesi olduğunu bilmiyordum. Demek ki özel yaşamına da mesafeli kalmışız. Keza, son yıllarda ciddi sağlık sorunlarıyla boğuştuğunu, “60 yaşına gelince intihar edeceğim” noktasına geldiğini de burada kendisinden öğrendik.
Banu’nun yaşamındaki ana çizgilere bakalım:

“1958 yılında Bursa'da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Çalışma tur rehberliği ve operatörlüğü ile başladı. Bursa Büyükşehir Belediyesi Konservatuarı'nda öğrenim gördü, korist ve sunucu olarak görev yaptı. 1987'de Bursa Hakimiyet Gazetesi'ne sanat sorumlusu olarak girdi. Serbest muhabir, röportaj yazarı redaktörlükle devam etti. Lokal  işletmeciliği yaptı. Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin röportaj dalında yılın gazetecisi seçildi (1991). Radyoaktif’ten sonra Sönmez Holding bünyesindeki Medya S yayın grubuna bağlı Radyo S'de iki buçuk yıl yapımcı ve yönetici oldu. 1996'da AS TV’nin yayın yönetmenliğine getirildi, program yapımcılığı yaptı. Bursa 2000’de köşe yazarı oldu.  1999 yerel seçimleri sonrasında Osmangazi Belediyesi basın danışmanı oldu. Bu dönemde “Tanpınar Ödülleri’ni kente kazandırdı. 2002’de Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı genel sekreterliği görevine getirildi. Gökçen ailesinin öyküsünün konu edindiği Manolya Ağacının Kökleri adlı bir kitap yayımladı (2001).”

Ataevler’deki  Akkılıç Kütüphanesi’nde düzenlenen söyleşiye Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem, bazı yöneticiler, Demirağ’ın yakın dostları, meslektaşları katıldı.

 “Bursa Defteri”, “Bursa’da Yaşam” başta olmak üzere çeşitli dergilerde yazıları yayımlanan, “Manolya Ağacının Kökleri”,  “Kırk Bir Yılın Seyir Defteri”, “Gülçin Anıl”, “Bir Resimli Mektup” ve  “Festivalin Altın Yılı” isimli biyografik kitaplara imza atan Banu Demirağ söyleşide, renkli anılarıyla adeta geçmişe yolculuk yaptırdı.

‘DİRENİYORUM,  DİRENECEĞİM’

Demirağ, kendinden, yaşamından, Alzheimer ile uğurladığı annesi, büyümesini beklediği torunlarından sağlık sorunlarından bahsederken hepimizi duygulandıran cümleler kurdu:  

“Başka bir kişi oldum. Kim olduğumu unutmuşum. Eğer ateşten korkuyorsan en kolayı içinden geçmektir.”

“Ev kadınlığını öğrendim Yemek, bulaşık, temizlik, çocuk, yaşlı bakımı… Ne kadar önemli bir meslek olduğunu fark ettim. Ev kadınlarının tek bir gün işi bıraktığını düşünebiliyor musunuz?”
“En mutlu, en özgür olduğum günler radyoculuk günlerimdi. Bütün çalışma hayatımda sorumluluk duyarak çalıştım hep.”
“Birkaç yıllık kısa yöneticilik dışında her zaman ek gelir için ikinci bir iş yapmaya ihtiyaç duydum.”
“(hastalıkları kastederek) Bu benim için bir deneyim oldu. Allah’ın hediyeleri sadece mutluluk değil. Hastalığımın bana öğretileri de oldu. Evlatlarımın büyük çabalarıyla süreci atlattım. Direniyorum, direneceğim.”
“Bu söyleşide adeta zamanda bir yolculuk yaptım. Yaşadığımı, bu şehirde olduğumu hatırladım” .



14 Şubat 2020 Cuma

İNŞAAT SEKTÖRÜ NEREYE?


İNŞAAT SEKTÖRÜ NEREYE?


İnşaatçının gündeminde ‘yapısal dönüşüm’ yok.  ‘Ölen ölür, kalan sağlarla’ yola devam!



Son yılların en gözde sektörü inşaat, ekonomik krizde en büyük darbeyi yiyen, en çok daralan sektör oldu. Sistem krizden çıkışın yolunu alt ve orta sınıflara yönelik vergi ve zamlarla aramaya devam ettikçe de inşaatçıların sıkıntısı büyüyor.
Bursa’da satışlar son bir yılda yüzde 71 gerilemiş. Konutta “efektif talep” hızla gerilerken, özellikle yeterli öz kaynaklara sahip olmayan firmalar adeta eriyor ve sektörde ciddi bir “seleksiyon” söz konusu.

Ama bunlardan daha dramatik olanı şu ki hem siyasi iktidar ve devletin, hem de inşaat sektörünün gerekli dersleri alarak, “yapısal bir dönüşümle” bu krizden daha güçlü çıkmaya yönelik bir plan yaptığını göremiyorsunuz! 
Dövizde son birkaç yıldaki artışı kriz koşullarında fiyatlara yansıtmadığını söyleyen inşaatçılar, fiyatların 2020’de asgari yüzde 30 artmasını bekliyor ve devranın kaldığı yerden devam edeceğini varsayıyor.
Bu durumda her sarsıntıda yüreğimizi ağzımıza getiren depremlere karşı gündeme gelen “Kentsel Dönüşüm” ise yine, müteahhitlere emanet, yoluna ağır aksak gitmeye devam edeceğe benziyor.
Bursa Ekonomi Gazetecileri Derneği (BEGD) Yönetim Kurulu olarak bu hafta İnşaat Müteahhitleri Sanayici ve İşadamları Derneği (İMSİAD) Başkanı Mustafa Andıç ve Yönetim Kurulu üyeleri ile bir araya geldik, inşaatı konuştuk.
Başkan Andıç son aylarda faizlerdeki düşüşle birlikte piyasada olumlu bir hareketlenme olduğunu, biraz da geçmişte alınan inşaat ruhsatlarının boşa düşmemesi adına, bazı yeni projelerde inşaatların başladığını belirterek sektörde bu yıl belli bir toparlanma  beklediklerini ifade etti.
Ancak iyimserliğe rağmen, rakamlar durumun pek parlak olmadığını gösteriyor. TUİK verilerine göre, geçtiğimiz Ocak ayında Türkiye’de toplam 113 bin konut satılmış. 2019’un ilk çeyreğinde satışlar Türkiye genelinde yüzde 60 düşerken, Bursa’da yüzde 71 düşmüş.

SELEKSİYON ZAMANI


Yani…
Bursa’daki inşaat sektörünün performansı, Türkiye ortalamasının da altında.
Geçen sene Türkiye’de inşaat sektöründe 4 bin 616 şirket batarken, bin 12 şirket açılmış.
Yani…
İnşaat sektöründe ciddi bir eleme/seleksiyon var.  Şirketler birleşerek daha güçlü finansal yapılar yaratmaya çalışıyor. Örneğin Başkan Andıç’ın da içinde bulunduğu Bursa Grup A.Ş., 19 şirketin bir araya gelmesi ile kurulmuş.
“Artık sat yap devri bitti, bundan sonra yap sat var” diyor Andıç.
“Önce yap, sonra sat” da güçlü mali yapılar gerektiriyor.
İnşaatçılar sadece gerileyen konut satışlarıyla cebelleşmiyor. Örneğin, “güncel sorunlar”ı anlatmaya başlayan Andıç, Mudanya Güzelyalı ile Çağrışan civarında yaklaşık bin konut inşaatının, yargıya intikal eden bir inşaat projesi yüzünden fiilen durduğunu, hem kendilerinin hem de konut bekleyen kişilerin mağdur olduklarını anlattı.
 İnşaat ruhsatımız var, başlamışız, ama bizim dışımızdaki etkenler yüzünden inşaata devam edemiyoruz ve bunu ev taksiti, borç ödeyen insanlara anlatamıyoruz” diyor.
Zaman zaman inşaat sektörüne mucize formül gibi sunulan yabancılara konut satışında ayaklar yere basmış gibi görünüyor. İMSİAD Başkanı Andıç, son zamanlarda başta Araplar olmak üzere yabancılara satışın yüzde 3’den yüzde 4’e yükseldiğini açıkladı. Son dönemde  özellikle  Çinlilerin, Çin Mahallesi  oluşturacak şekilde piyasaya girme eğiliminde olduklarını anlatırken, yabancılara satış açısından Bursa’nın dış tanıtım gereğine dikkat çekti ve yurt dışı fuarlarda Bursa Standı  açılmasını talep etti.

KRİZDEN NASIL ÇIKILACAK?

Şimdi gündemdeki soru şu: İnşaat sektörü bu krizden nasıl çıkacak?
Pek çok firmanın kapandığı, kapanacağı artık netleşti.  Galiba geride daha güçlü finansal yapıları, öz kaynakları olan firmalar yoluna devam edecek, birleşmeler olacak.
Peki, konut kalitesi yükselecek mi? Görünüşe bakılırsa hayır. Zira, inşaatçıların anlattıklarına göre örneğin deprem izolatörü başta olmak üzere deprem teknolojileri, yalıtım, enerji, çevre, düşük katlılık gibi kalite çıtasını yükselten uygulamalar “maliyetlere takılıyor”!
Maliyet baskısı ağır basınca da gazeteci arkadaşım Binay Kazan’ın “Garanti Belgeli konut üretimi” gibi cazip önerisini hayata geçirmek de imkânsızlaşıyor.  

İNŞAATTA ‘YAPISAL’  SORUNLAR


Gündemin merkezine “Kentsel Dönüşüm”ü koyduğunuzda etrafında dolaşılan ama görmek istemediğimiz birkaç nokta var.
Birincisi, aşırı yüksek arsa fiyatları. Bu konuda ne merkezi hükümet, ne belediyeler hatta ne de sektör radikal bir değişim öngörmüyor. Örneğin belediyeler ne buna uygun imar planları yapıyor, ne de mevcut Nazım Planlara uyuyor. Taraflar, arazi rantının yüksekliğinden gayet memnun gibi görünüyor. Faturayı ödeyen vatandaşın kıvranması da kimsenin gündeminde değil gibi.
İkincisi, sektörün denetimsizliğinin de etkisi ile artık konut fiyatlarının, konuta ihtiyacı olan kesimlerin karşılayabileceği rakamların çok üzerine çıkması.
Yani bir daire satın alarak hem arsa sahibine, hem kendine hem de müteahhide birer daire edindirme… Bir konut parasına üç konut yüklemek artık sürdürülemeyecek hale gelmiş.
Kat yükseklikleri de artık müteahhitleri kurtarmıyor.
Geriye, kentsel dönüşüm talep edenlerin “pamuk eller cebe” demesi kalıyor.  Konuşmalardan anladığım kadarı ile önümüzdeki dönemde bunu sağlayacak modeller de üretilmiş değil. Zira bu iş yerel yönetimler, STK’lar dâhil toplumda yaygın bir konsensüsle olabilecek bir şey. Örneğin 100 daireli bir siteyi yıkıp yerine en çok 120 daireli bir site yapacaksanız,  maliyetlerin çok büyük bölümünü mevcut ev sahiplerinin karşılamasının koşullarını yaratmanız gerekiyor.
Gidişatta buna ilişkin bir çaba, model, proje de göremiyorsunuz.
Özeti, yapı sektörü 2020 yılına  “yapısal”, kronik sorunlarla başladı.




12 Şubat 2020 Çarşamba

‘KOOPERATİFÇİLİK BİR ZORUNLULUKTUR”


Artvin’in Şavşat ilçesine bağlı Savaş köyünde kurulan kooperatif ‘güvenli gıda’ için iddialı…

  

8 Şubat 2020 Cumartesi akşamı Tayyare Kültür Merkezi’nde, “SAV-DER Dostlarıyla Bursa Buluşmaları” gecesindeydik. Artvin Şavşat’ta doğan insanların, farklı kentlerde bir hayat kursalar, pratikte bir bağları kalmasa da doğduğu topraklara duydukları ilgi ve özellikle, “memleket”lerinde üretimi, yaşamı yeniden canlandırma gayretleri takdire şayan. Son birkaç yıldır başlayan kooperatifçilikte hayli hızlı adımlar atılması da umut verici.

Merkezi İstanbul’da olan SAV-DER (Savaş Köyü Doğa Turizm Kültür ve Dayanışma Derneği) ile on derneğin bağlı olduğu Şavşat Dernekleri Federasyonu adına yapılan konuşmalar geleceğe ilişkin iddialı, umut ve heyecan doluydu.
“Doğduğumuz toprakları doyduğumuz topraklar yapmak istiyoruz”» denildi, özetle…
“Yaşam Doğayla Başlar”» yazıyordu pankartta. Bölgede doğanın tahribi ile hızlı göç arasında bağlantı kuran bu slogan, doğadaki tahribatın önlenmesi ile yaşamın tekrar canlanması arasında sıkı bağlantı kuruyordu...

Çevre ve doğanın tahribatından payını alan Artvin’in “güvenli gıda ve tohum ile” yeni bir başlangıç yapmasına vurgu yapıldı.
Şavşatlı akademisyen  Prof.Dr. Cumhur Aslan kent yaşamının “kalabalık içinde yalnızlık”» olmasına karşılık köylerin , “kimsenin olmadığı yerde kendini yalnız  hissetmediğin bir yer” olmasına değindi ve kentlerde yaşayanların çocuklarını mutlaka tatillerde köye götürmeleri, kendilerinin tatillerini orada geçirmelerini salık verdi.
Şavşat Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu Başkanı Halis Yıldırım Artvin ve ilçelerinde HES ve mermer/maden ocaklarına karşı hukuk mücadelesiyle tanınan bir avukat.
Kırsal kalkınmanın, tarımın ve hayvancılığın temelinin kooperatifçilik olması gereğine çekerken, "Tarımı şura ve yasal düzenlemelerle şirketlere devretmeye çalışan ve her şeyi şuursuzca ticarileştiren" yönetim anlayışına karşı "Herşeyi yutan şirketler değil, sahip çıkan güvenli gıda üreten ve bölüşen halkın kooperatifi" ideali ile yola çıktıklarını kaydeden Yıldırım, Savaş Köyü’nde kurulan kooperatifin tüzüğünün hem üretimi, hem de pazarlamayı kapsayacak şekilde farklı, kapsamlı şekilde hazırlandığını anlattı.


‘KÖYLERE ZORUNLU GÖÇ KAPIDA’

Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) eski genel müdürlerinden Ahmet Özgüneş, Türkiye’de yaş ortalamasının 29 olmasına rağmen köylerde bu rakamın 55’e yükseldiğini, köylerin “yaşlı ve emeklilere kaldığını”, çalışacak genç nüfusun uzaklaşması ile tarlaların boş kaldığını söyledi, “Belli başlı büyük ovalar dışında Türkiye’de arazi artık ekilip dikilmiyor” dedi.

Kırsal kesimde mutlaka üretimin canlanması gereğine vurgu yapan Özgüneş, kentlerde çalışanların yarısının asgari ücretle ve kıt kanaat geçindiğini, önümüzdeki dönemde köylere “zorunlu göç”ün de kapıda olacağını kaydetti.  
Yüksek yerlerin meyvesi kaliteli olur. Arazinizde ne oluyorsa onu ekin, dikin. Toprak kooperatiflere emanet edilir. Dünyanın her yerinde refahın anahtarı budur” diye konuştu.

'KOOPERATİFÇİLİK ZORUNLULUK' 

Kooperatif uzmanı Ali Ünüvar, “Kooperatifçilik bir zorunluktur” derken, kapitalist sistemin önce « verimlilik » adına tohumu değiştirdiğini; hibrit, daha çok su ve kimyasal ilaç, gübre isteyen cinslere bağımlı yaptığını, ardından pahalı ilaç, gübre, su vs. masrafları nedeniyle bir yandan dışarıya bağımlı olduğumuzu, diğer yandan da gıdaların doğal olmaktan çıkıp sağlığa zararlı hale geldiğini anlattı.

Ünüvar, çiftçilerin “hiç bir şey ekip dikmezse daha kazançlı” duruma geldiğini, toplumun sadece sağlıksız gıda değil, bu gıdalar yüzünden kanser gibi ölümcül hastalıklarla boğuştuğunu ifade etti; sağlıksız gıda ve tohumlarla, ilaçların aynı sermaye kesimi tarafından üretilip satılmasına dikkat çekti.
Ünüvar’ın  çarpıcı cümlelerinden şunları not almışım:

KOOPERATİF İÇİN TİYULAR!.. 

“Artık yeni kooperatifler, bize dayatılan mevcut kooperatiflerden farklı olmalıdır.  Üye sayısı 50-100’ü geçmesin”, “Çok parası olan kooperatife giremez. O gitsin şirket kursun. Kooperatif hemen ve çok para kazanma değil dayanışma, paylaşma kurumudur”,  “Para, mevki, illa da başkanlık beklentisi içinde olanları aranızdan ayıklayın”, “Kooperatifte yatırdığınız para ne olursa olsun, tek oyunuz vardır. Orada herkesin eşit söz hakkı vardır. Dayanışma, fedakârlık yoksa o kooperatif batar”, “Ticari şirketler nasıl sesiz sedasız yıllarca paragözlüğü gizleyip memleketi gıdada yabancılara bağımlı hale getirdi, hem üreticiyi hem de tüketiciyi mahvettiyse, biz de kimseyle kavga etmeden sessiz sedasız hem üreticiyi hem de tüketiciyi yeniden söz sahibi hale getirmeliyiz.”

SAV-DER’in Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Ferhan Küçük de “Köyüme 35 sene sonra, bir şeyler yapmak için gittim” dedi ve kooperatifçiliği “zorunlu nedenlerle terk ettikleri topraklara bir vefa olarak gördüklerini” ifade etti.  
Küçük 7 kişi ile kurdukları kooperatifin 32 maddelik tüzüğünün uzun uğraşlarla oluşturulduğunu, 17 Eylül  2019’da kurulan kooperatifin 81 aktif ortağı olduğunu anlattı. Küçük, “Nisan’da Genel Kurulumuzu yapacağız. Kooperatifi yönetici değil, hizmetkârlara emanet edeceğiz.
Geçen sene köylerimizde üreticimizden peşin para vererek satın aldığımız gıdaları Bursa’da dostlarımızla paylaştık. Köyümüzde makineli tarıma uygun 4 bin dönüm arazi var. Onları işlemeye başlarsak sistem kendini besleyecektir. Bardağın boş tarafı içimizi de boşaltıyor. Bu gıdalarla ölüyoruz. Kooperatif, güvenli gıda artık bir tercih değil bir zorunluluktur”  diye konuştu.

Gecede sadece konuşmalar yoktu. Züleyha Savaş, Özgür Tekin, Mehmet Çınar ve İmece grubunun türküleri, yöresel şair Kamil Çelik, “bağlamayı konuşturan adam” Doç. Dr. Erdem Özdemir, Artvin yöresi türküleri,  Güven Altun’un hareketli müziği eşliğinde halay ve yöresel oyunlar…
Artvinliler, İstanbul'da 18 Nisan'da yapılacak ve bütün Karadeniz illerini kapsayan Büyük Karadeniz Çevre Buluşması"na hazırlanıyor. 

6 Şubat 2020 Perşembe

EPÇELER, DAĞDİBİ…


Orman köylerini yeni sakini Katarlılar mı?

 


Doğa gezilerimizde 2 Şubat 2020 Pazar günü Bursa’nın Keles ilçesine bağlı Epçeler  ve Dağdibi köyleri (mahalle) arasındaki ormanlarda yürüdük. Uludağ’ın güney eteğindeki bu köyler, karla kaplı tepelerin aşağısında, yemyeşil ormanları, coşkun akarsuları ile eşsiz güzelliğe sahip.

“Ah, keşke burada yaşasam..” diye, kolayca iç geçireceğiniz bir yer.
Ancak burada yaşayan insanların derin bir yoksulluk, edilgenlik, “zorlukları kader sanıp kabulleniş”, bir türden “öğretilmiş çaresizlik” içinde olmaları insanın içini acıtıyor.
Peki ilanihaye, sonsuza kadar bu böyle mi gidecek?
Doğrusu, yaşlı ve emeklilere terk edilip hızla nüfus kaybeden kırsal kesimin, modern kentleşmeye ve kalkınmaya uygun şekilde yeniden dizayn edileceğine, bu zengin doğanın cıvıl cıvıl, tertemiz, huzurlu bir yaşam alanı
haline geleceğine ilişkin hiçbir ipucu göremiyoruz.
Bunun ötesinde, kulağımıza gelenlere bakılırsa, bu doğa harikası topraklarda başta Katar olmak üzere bol paralı zengin yabancılar hızla toprak edinmeye çalışıyor. Maalesef, yabancı talancılar en büyük desteği de, bu memleket topraklarını, en azından batılı standartlarda imar ve ihya edip kendi insanı için bir cennete çevirmekle görevli olan “üst makamlar”dan alıyormuş.


EMEKLİ MAAŞI EN BÜYÜK GELİR…

Koza Dağcılık rehberliğindeki araçlarımız, 70 civarında doğaseverle Keles yoluna, oradan Pınarcık, Dağdibi ve Epçeler köyüne ulaştı. Bu köylerin tamamı orman köyü. Her ne kadar başta çilek, kiraz olmak üzere pek çok meyve sebze yetiştirilebilse de pratikte bunlar hızla irtifa kaybetmiş. Arazi, özellikle tarlaların çoğu boş.
1190 rakımlı Epçeler’deki kahvehanede sabah çayımızı içerken, köylülerle sohbette manzara şu:

“- Burada nasıl geçiniyorsunuz?
-       Köyümüzde her şey var. Havası, buz gibi suları, yeşillik… Tarım ve hayvancılık yapıyoruz .
-       Sırf tarım ve hayvandan kazandığı parayla geçinen aile var mı hiç?
-       Yok, öyle değil...  Onlar kendi ihtiyacımızı karşılıyor. Meyvemizi sebzemizi kendimiz yetiştiriyoruz. Bazı arkadaşlar inek, koyun besliyor. Süt yoğurt yapıyor, yiyor. Kurbanda da üç beş baş satanlar oluyor.”

Anlıyorum ki, herkesin ana gelir kaynağı emekli maaşları ve şehirde çalışan yakınları…

Eskiden (şu kadar bin) koyun vardı bu köyde..”, “(Şu kadar) ton süt satardık” deniyor.
Ama belli ki onlar hep “eskide” kalmış. 
Zira, hem köyde tarım ve hayvancılıkla uğraşacak genç nüfus kalmamış, hem de üretici “elini neye attıysa zarar etmiş, usanmış, pişman etmiş” !
Son yıllarda en çok gelir getiren ürün çilek ve kirazmış.

OKULUN TABELASI KALMIŞ

Epçeler’de gayet güzel bir bina görüyorum. Duvarında İlköğretim
Okulu tabelası asılı.
Seviniyorum, zira köylerde artık okul kalmamış.
Şanslısınız” dediğimde, durumu köylü açıklıyor:
Ooo sen tabelaya bakma. O binayı biz yaptık, kendi imkânlarımızla. Dünya para, emek verdik. Çok güzel bir okul oldu. Fakat birkaç sene önce devlet okulu kapattı. Şu anda kapalı, boş. Köyde fazla çocuk da kalmadı.”
Köyün nüfusu 430 falan görünüyor ama, “kışın 40-50 hane kalıyor, onlar da yaşlı ve emekli” imiş.

İki hafta önce “keşif” için yürüdüğümüz rotada, köyden itibaren kar vardı. Yer yer buzluydu. Ancak bugün köyün içinde kar erimiş.  Oldukça dik bir traktör yolundan yukarı, tepesi karla kaplı ormana tırmanıyoruz.
Bugün hava güllük güneşlik..
Ormana girince, arkamızı Uludağ’ın karlı tepelerine dönüp bolca hatıra fotoğrafı çekiyoruz. 
Mavi göğün altında, yemyeşil çam ormanında, bembeyaz karın üstüne rastgele koşup eğlenerek fotoğraf çekmek, kar topu oynamak…

Epçeler’den itibaren, yukarı, sola doğru çıktıktan sonra sağa dönüyoruz ve hafif bir meyille vardığımız yer bir yayla olmalı…

YAYLADA KAR TOPU OYNAMAK!

Tabi eskiden yaylaymış, demek daha doğru.
Burada koyun, keçi, sığır barınağı, çevirmesi yerine orman işletmesi tarafından kestirilen ağaçların tomruk parçaları var.
Rotamızın en yüksek noktası 1620 metre.

Açık ve yumuşak havada, güneş ışığı ile eriyen karın, ağaçların tepesinden aşağıya su damlası olarak düştüğü bu eski yaylada her birimiz bir tomruk üzerine ya da bir ağaç dibindeki kuruluğa, bazen tam karın üstüne sırt çantamızı koyarak mola veriyor, karnımızı doyuruyoruz.
Hava çok güzel.

İnsanların içindeki “çocuk” fırlıyor bir anda ve çoğumuz kendini kar topu oynarken, kar üstünde yatıp yuvarlanırken buluyor kendisini!
Çocukluğu yaylada geçmiş birisi olarak kendimi cennette gibi hissediyorum… Düşünsenize sadece yaz aylarında gittiğimiz yaylada kışın kar topu oynamak da varmış kaderde!  Üstelik onca güzel insanla…
Kartopu eğlencesinden sonra yola düşüyoruz.
Bugün yaklaşık 15 kilometrelik rotanın nerdeyse 13-14 kilometresi karlı.
Ormanda, son bir hafta içinde yeni kar yağmış ve eski izlerimiz kaybolmuş.

Çığır açma işi yine gençlere ve “genç kalanlara” kalıyor!
Gökyüzü müthiş mavi..
Uludağ’ın tepesindeki bembeyaz kar, beyaz bulutlara sanki bütünlemiş; nereye kadar tepe, nereye kadarı bulut kestirmeye çalışıyorsunuz.

Ve bu masmavi gökyüzünde yarım ay!
Artık yatay bir traktör yolundan inişe geçiyoruz.
Önümüzde, köpek ya da kurda ait bir ayak izi dikkat çekiyor.  İzler kanlı. Her 2-3 metrede bir kan lekesi görüyorsunuz.  Hayvan yaralı mıydı, yoksa, ağzında bir et parçası mı vardı anlayamadık. Sadece bir süre önce uzaktan bir av tüfeği sesi duyduğumu hatırladım.  
Aşağı doğru inerken, uzaktan Dağdibi Göletini görüyoruz.

Dağdaki irili ufaklı derelerin suyu burada toplanmış. Arazi sulamak için.
Bir yandan arazi sulamak, toprağın verimini artırmak için ciddi paralar harcayıp sulama göletleri yapan, diğer yanda tarımı yapılamaz hale getiren ve tarlaların terk edilmesine yol açan bir devlet idaresi… Bu nasıl bir çelişki, diye geçiriyorum içimden…

KAMPİNG TESİSİ…


Ve yolumuzun üstünde, solda, Uludağ Kamping diye yeni kurulan bir tesis görüyoruz. Sahibi Bursa’daki işlerini tasfiye edip turistik bir yer yapmaya karar veren bir karı koca. Bizim Koza Dağcılık’ı biliyorlar, onlar da bir dönem bizim gibi yürümüşler.
Bizi gayet sıcak karşılıyorlar, en büyük çaydanlıklarıyla bize çay ikram ediyorlar.

Tesis değişik bir model. Burada kahvaltı dahil yemek verilmiyormuş. Ortak bir mutfak var, herkes kendi yemeğini orada kendisi yapıyormuş. Küçük bungalov tarzı, 2-3 kişinin kalabileceği 4- 5 yer var. Daha çok kamp meraklılarına hitap ediyormuş. İsteyen buraya kendi çadırını da kurabiliyormuş.
Arkada Uludağ, manzara çok güzel... Hatıra fotoğrafları çekiyoruz.

DAĞDİBİ…


Buradan aşağıda kar gittikçe azalıyor . 1155 metre yükseklikteki Dağdibi köyünde kar neredeyse hiç kalmamış.
Dağdibi 280 civarında nüfusu ile Epçeler’den daha küçük ve sanki biraz daha fakir bir köy gibi.
Görkemli geleneksel ahşap evler çürümeye terk edilmiş.
Köylerde mimarinin durumu çok tuhaf. Düşünsenize, belki 100-150 sene insanlara kucak açan alt katı taş duvar, üstü ağaç, toprak sıvalı sıcacık evler tamamen çürümeye terk edilirken, yeni evlerin tamamı, ömrü maksimum 50-60 sene ile sınırlı  tekdüze beton-tuğla evler yapılıyor.

Bu evlerin neredeyse tamamında yalıtım yok ve zaten çok azında baca tütüyor. Zira kışın boşmuş, yazları kullanılıyormuş.
Dağdan köye inişte, rotayı değiştiriyor rehberimiz Harun hocamız. Zira köye
inen traktör yolu üzerinde bir ağıl var ve keşif için önünden geçerken koyunları bekleyen köpeklerin saldırısına uğramış, canımızı zor kurtarmıştık. İmdat için bağırıp çağırmamızı da kimse duymamıştı.
Bugün arkadan, araziden iniyoruz köye.
Artık Dağdibi kahvehanesinde akşam yorgunluk çayı ve fırsat olursa köylülerle sohbet zamanı.
Orman köylüleri, televizyon çağından önce tamamen “izole” yaşardı. Kentlerde olup bitenlerden tamamen bihaberdiler. 
Mesela kimse siyaset konuşmazdı. Herkesin gündemi, tarla, ekim dikim, koyun, yayla...
Sadece seçim zamanı “okula gidip rey atardı” o kadar.

Şimdi bakıyorum, laf dönüp dolaşıp hemen siyasete geliyor.

GÜNDEM SURİYE,TRUMP, PUTİN…

Herkesin evinde bir televizyon…
Biricik eğlence, zaman geçirme, sohbet yeri olan kahvehanelerde daha büyük ve sürekli açık bir televizyon ekranı.
Memleket ne güzel olacak da, ah şu dış düşmanlar, muhalefet partileri falan olmasa!…
Bizim orman köylümüz dürüst insanlardır.

Söylenene inanırlar.
Hele söyleyen devlet yetkilisi ise hiç tereddüt etmezler.
Ordu, asker, güvenlik dedin mi akan sular durur.
Ancak sürekli televizyon dinlemek, “memleket meselelerine kafa yormaktan”mıdır nedir, kendi yaşadıkları sıkıntılarla yüzleşmek, kendi yaşam alanlarını güzelleştirme, ortak iş yapma, çalışma, üretme konusundan uzak bulurlar kendilerini.
Gündemleri kendi yaşadıkları sorunlar değil, Trump, Putin şunu dedi, bunu yaptı…  

Çıplak gözle yoksulluğunu gördüğünüz insanların kahvehanedeki demir sandalyede “peşin satan”ı andıran oturuşlarını bence sosyolog mu, psikolog  mu.. mutlaka bilim adamlarının araştırması lazım!
Biraz sohbet ettiğinizde, bu insanların aslında her şeyin farkında olduklarını da görüyorsunuz..
Bu “tembel” görüntülerin ardında, ülkenin tarım ve kırsala yönelik politikalarının yarattığı “yılgınlığı” fark ediyorsunuz.
İnsanlar mevcut durumun farkında ama, “öğretilmiş çaresizlik”ler onları
tevekkül”e itmiş.
Dağdibi köyünde de okul yok. Bu, çocuk; ve nihayet aslında “gelecek yok” demek!
Soruyorum: “20-30 sene sonra nasıl bir Dağdibi olur? Mesela senin oğlun, kızın, torunun buraya gelir mi?”
-       - Oğlum emekli olunca gelmeyi düşünüyor. Arada ziyarete geliyor. Köyümüz güzel. Ama çocuklar, okul, iş falan, gelmesi çok zor.
-       Peki torununuz köyde yaşamak ister mi?”
Bu sorununun yanıtı, herkeste aynı: “Yooo, sadece dedeyi görmek için arada geliyor. Biz olmasak  adını anmazlar buranın”…


KATARLILAR ARAZİ TOPLUYORMUŞ!

Eee kardeşim ne olacak bu ata topraklarının, bu doğa cennetlerinin geleceği??
Kulağıma gelen sözleri aynen size aktaracağım.
Ama bu sözleri bana Dağdibi köyü kahvehanesindeki insanlar söylemedi, uyarayım.
Doğa yürüyüşleri kapsamında Keles, Orhaneli dâhil pek çok köyü, ormanı dolaştık.

Kulağıma şöyle şeyler geliyor:
“Falanca (Köy adını vermiyeceğim, zira sadece bir köyde değilmiş) köye, birkaç Arap geliyor. Adamlarda para çok. Köyden büyük araziler satın almak istiyorlar. Köylüler karşı çıkıyor, yabancıya toprak satmayız diye diretiyorlar. Ancak  bir süre sonra telefonlar gelmeye başlıyor. ‘Sen nasıl öyle dersin, niye satmazsın. Devlet buna izin veriyor da sana ne oldu’ deniyor. Ardından kaymakamlık, olmayınca valilik devreye giriyor. ‘Size ne kardeşim, burası benim tapulu yerim, istediğime satarım’ direnmeleri üzerine.. 
Bu kişiler hakkında soruşturma açılıyor… Adamlar ne yapsın devletle başa çıkacak hali yok. Lanet olsun diye arazileri satıyorlar. Adamlar Katarlıymış… Dünya kadar arazi almışlar. Ama Allahın sopası yok ki… Siyasi şeyler, savaş filan derken, Katarlar kendi telaşesine düşmüş, başladıkları inşaatlar da yarım kalmış. Ama yer artık onların…”

İLGİNÇ MÜZE…

Dağdibi köyünde sıradışı bir “müze” görüyorsunuz. Yakın zamana kadar
insanların ekip biçmekte kullandığı aletler, içeride rastgele üst üste konulmuş. Binanın ön cephesine ise artık çoğu hiç kullanılmayan bu aletlerin resimleri çizilmiş.  Kağnıdan, dövene, övendereye, tırpana, oraka, semere… bir zamanlar gündelik yaşamın bir parçası olan aletlerin basit resimlerini görebiliyorsunuz.

Çay ve sohbetten sonra, bizi bekleyen minibüslere binip evin yolunu tutuyoruz.